Memleketimden İnsan Manzaraları - 1 ( Bir kadının öyküsü )
[ Serbest kursu ] Makale yazari: Doğan Arkadaş Tarih, gün ve saat : 28. Eylül 2000 14:42:11:
Merhaba,
ATV'de sabahları Ayşe Özgün Show vardı. O sabah evde kalmak zorunda kalmıştım. TV'de kanalları dolaşırken, bu programa rastladım. Başı örtülü ve yüzü tanınmamamk için kapatılmış bir kadın Ayşe Özgün'ün ve katılımcı konukların sorularını yanıtlıyordu. Önce hikayesini anlattı. Bu hikaye, Türkiye'nin bir dönemini ve toplumun bir kesimini anlamızda bize çok aydınlatıcı ipuçları veriyor kanısındayım. Ben çok yararlandım. Umarım sizin de ilginizi çeker. ( Kadının anlattıkları biraz da benim katkımla öyküleştirildi. Ancak içeriğe dokunulmadı. Sadece üslüp açısından bazı ekemeler yapıldı . )Bir kadının öyküsü
Doğu Anadolu'da ufak bir kasabada yaşıyordu. Genç bir evkızıydı. Okuyacağı kadar okumuş, sonra da bir koca bekler olmuştu. ( Galiba ilkokul mezunuydu ) O da diğer arkadaşları gibi, ailesinin bulduğu bir erkekle evlenecek ve çoluk çocuğa karışacaktı.
Babasından sık sık dayak yerdi. Babasından sık sık dayak yiyen sadece kendisi değildi. Annesi de bu dayaklardan payını alırdı.
Dayak yemek için özel bir gerekçe de yoktu. babasının hoşuna gitmeyen hemen her şey dayak için bir gerekçe olabilirdi.
Yoksul bir aile idiler. Evde sadece baba çalışıyordu.
Dışarı neredeyse hiç çıkmazdı. Zaman zaman annesi ile pazara giderler ve alışveriş yapıp hemen eve dönerlerdi. Yada bayramlarda akraba ziyaretleri olurdu. Düğünler de dışarı çıkmak için fırsattı. Bunun dışında dışarısı onun için farklı bir dünya idi. Bu nedenle korkardı dışarıdan. babasına dayak attığı için öfke de duysa, onsuz yada annesi olmadan dışarı çıkamazdı. Zaten yalnız çıkmak istese babası buna da izin vermezdi.
Bunların dışında dışarı ile tek bağlantısı pencere idi. Evdeki işleri bitirdiği zaman, tek katlı evlerinin penceresine dayalı divana oturur dışarıyı seyrederdi. Bir arabanın geçmesi, birinin yürümesi, bir sokak satıcısı onun için günün önemli olaylarından biri gibiydi.O gün yine o çocuğu pencerenin önünden geçerken gördü. Annesiile pazara çıktıklarında kendisine dik dik bakan çocuktu bu. Saçının traşına bakılırsa ya askerde idi ve izine gelmişti yada askerden yeni dönmüştü.
Çocuğun ısrarla kendi pencerelerine bakması ilgisini çekti. Çok da anlam veremedi buna. Çocuk sokakta bir gidip bir geliyordu. Elinde her zaman bir sigara oluyor ve diğer eli de cebinde oluyordu.
Zamanla çocuğun kendisi ile igilinmekte olduğunu anladı kız. Artık pazara çıktıklarında da köşedeki kahvede dışarıda dikiliyordu oğlan. Yada pzara tezgahlarının arasından ona "kesik atıyordu".
Bir keresinde papates alırken, oğlanın kendisine kaş göz yaptığına bile tanık oldu ama hemen başını başka yana çevirdi. Korkmuştu. Bir gören olmaması için içinden dua etmişti.
Oğlanın evin önünde dolaşması sadece kızın dikkatini çekmemişti. Babası da durumun farkına varmıştı. Belki de babasına anlatmışlardı.
O akşam, oğlanın neden kapı önünde dolaştığı konusu gündeme gelmiş ve babasından "temiz bir dayak" yemişti. Bu dayaklar giderek arttı. Oğlan kapı önünde dolaşıyor ve o dolaştığı için kız evde dayak yiyordu.
Oğlanı tanımadığı için, ona "kapı önünde dolaşma, senin yüzünden dayak yiyorum" da diyemiyordu kız.
Derken bir gün bir "Çingene düğününde" oğlan yanına yaklaştı.
Mahalle arasında yapılan bir düğündü bu. Sokak o gecelikişgal edilirdi. Çingene kadınları darbukaları, kemanları ile gelir, aklınıza gelen her tür müziği orada çalarlar ve kızlar da oynamaya çıkarlardı. Yaşlılar genelde sandalyelerde oturur, kızlarsa bir sıra dizilirlerdi. Oğlanlar da ava çıkmış köpek balıkları gibi çevrede dolanırlardı.
Çingenelerin çaldıkları müzikler arasında pop, rock, türkü yada klasik bulunurdu. Ama nedense kıza hep aynı şeyi çalıyorlar izlenimi verirlerdi.Bir keresinde can sıkıntısından bunlarne çalışıyor diye merak edip dinlemişti.
O gece tam ondokuz kez "Kahve Yemen'den gelir" çalınmıştı ! İşte öyle bir gece oğlan arkadan yaklaştı. Evden eve çekilen elektirk ışığı her yeri aydınlatamıyordu. Bu nedenle onunla konuşsa annesi görmeyebilirdi.
Oğlan onunla tanışmak istediğini söyledi. Adını sordu. Bizim kızsa "evin önünde dolaşma senin yüzünden dayak yiyorum" diye söyledi.
Bu bir süre bu şekilde devam etti.
Kız oğlan evin önünde dolaştığı için babasından dayak yiyor; oğlan Çinegen düğünlerinde kıza ismini soruyor ( aslında biliyordu ), kızsa "evin önünde dolaşma, senin yüzünden dayak yiyorum" diye yanıt veriyordu.
Sonraki günlerde oğlanla tanıştılar. Ama bu tanışma uzaktan işaretlerle yapılmıştı. İşaretleri anlayabilmek için arkadaşlarından da yardım alıyordu. Bir lafı anlatmak bazen saatleri alabiliyordu.
Bir gün oğlan ona kendisini kaçırmak istediğini söyledi. babasından istese asla vermezdi. Bu çok açıktı.
Kız oğlanı seviyor falan değildi. Ama ilk kez biri, onu el istünde tutmakta sözediyordu. İlk kez biri ona gülen ve sevgi dolu gözlerle bakıyordu.
Evde dayak yemektense oğlana kaçmaya karar verdi. Hiç olmazsa oğlan onu seviyordu. Bulunduğu durumdan daha kötü olamadı onunla kaçmak. Oğlanın sevgisi sınanmıştı da üstelik. Onca uyarıya rağmen oğlan onu aylarca izlemişti.
Bir gün oğlanla kaçtılar. Artık baba dayağından kurtulmuştu. Kendi kaderini eline almıştı artık. Yada öyle sanıyordu.
Bulundukları kasabada kalamazlardı. İstanbul'a gittiler. Oğlanın ( ki artık koca olmuştu ) eldeki mevcut parası ile kenar bir mahallede bir gecekondu tuttular. İmam nikahını yapmışlar ama resmi nikahı yapamamışlardı. "Resmi nikahın bir yığın zımbırtısı var" demişti oğlan.
Artık karı koca olmuşlardı.
Koca bir işe girmeye çalıştı aylarca. Her girdiği yerden kısa süre sonra kovuluyordu. Zaten verilen ücret de çok düşük olduğundan, koca da işten ayrılmakta bir sakınca görmüyordu.
Bu parasızlık ortamında evi idare etmek çok zordu.
Bu arada koca işe gidince kadın evde yalnız kalıyordu. Genç bir kadını evde yalnız bırakmanın tehlikeli olduğunu düşündü kadın. Burası İstanbul'du. Burada dost düşman belli değildi. Bir çocuk sahibi olsalar, kadının da ilgilendiği bir şey olurdu. zaten çocukları olmayacak mıydı ?
İlk çocuk bu şekilde geldi.
Yine bu arada koca yine bu dost düşman korkusuna kadına başörtüsü yaktırdı. Kadın genç kızken başörtüsü takmamıştı ama o zaman yaşadıkları yer farklıydı. Herkes tanıdıktı. Oysa burası bir tuhaf yerdi. Gerçi orda da evlenen kızlar başörtüsü takarak "artık evliyiz, bize bakmayın" mesajı verirlerdi ama yine de buradaki kadar ısrarlı olmazdı kocalar.
Artık kadın başörtülü ve kucağında bir çocuklu biri olmuştu.
Her kadının sorduğu "akşama ne pişireyim" sorusu, onun için sadece bir kararsızlığı ifade etmiyordu. Bu aynı zamanda karın doyurma derdi idi de.
Oğlan sonunda şöförlük işi buldu. Gazatedeki ilanda "SSK+yol+yemek" diye yazıyordu. Bir hemşeri de o şirkette tanıdıkları olduğunu söyleyince, koca kolayca işe girmişti. Kadın önce hiç olmazsa eve belirli bir aylık para giricek diye düşünmüştü ama nedense koca parayı pek derli toplu eve getirmiyordu. Gerçekten de koca maaşını çoğu kez tam olarak alamıyordu. Çoğu kez "şu kadarını al, gerisini de şu zaman alırsın" dendiği oluyordu kendisine. "Şu kadarını al" denilen kısım da, güya her ayın ik üç günü içinde yapılmalı idi ama çoğu kez o da olmuyordu.
Bu kocanın girdiği ilk ciddi işti aslında. Bunu da bırakmak istemiyordu. Zaten bıraksa herhalde karısı ona çok sitem ederdi. Beceriksiz konumuna düşmek istemiyordu. Bir dikiş tuturamamış olmak kolay değildi. Şimdi bir yığın eksik de olsa, hiç olmazsa kahveye çıktığında, "bu işi yapıyorum" diyebiliyordu. Eksik gedik de olsa eve para götürebiliyordu. Hatta bir keresinde bir "ufak" almış ve içmişti de. O akşam her zaman içtiği Samsun yerine, bir 2000 sigarası da almıştı.
Bu arada bebek büyümeye başladı. Bir ara hastalanınca SSK hastanesine gitmek istediler. Koca işyerinden vizite kağıdı istedi. Vizite kağıdı aylarca gelmedi. O zaman sigortası olduğunu öğrendi. Zaten arkadaşları da SSK'lı olup olmadıklarını öğrenmek için laf olsun diye vizite kağıdı isterlerdi. Kağıt gelmeyince SSK'lı olmadıklarını anlarlardı. Çocuğun hastalığını eczacının verdiği bir ilaçla tedavi ettiler.
Derken ikinci çocuk geldi. Sonra üçüncü. Sonra dördüncü. Kadın doğum yapıyor, yaklaşık bir yıl sonra yine hamile kalıyordu. Koca, kahvede duyduğu kötü kadın öykülerinden etkileniyordu. Burası İstanbul'du. kadını boş bırakmaya gelmezdi. varsın olsun bir çocuk daha olsundu. Ne kaybederlerdi ki. Allah onun da rızkını verirdi.
Bu arada oğlan kahveye takılmaya başladığından beridir içmeye de başlamıştı. Soteye konan bir bira ile Galatasaray'ın Avrupa Kupası maçlarını izlemek çok hoş oluyordu. Fakat giderek sarhoş da çıkmaya başlamıştı kahveden.
Bu arada evdeki ekonomik sorunlar ve parasızlık, kadını da kocayı da bunaltmaya başlamıştı. Kadının yanlış bir harcaması oldu mu, koca ona bağırıp çağırıyordu. Aslında kadının yanlış harcaması yoktu. sadece kadının doğru gördüğünü koca yanlış görüyordu.
Mesela bir akşam okocayı işe sokan hemşerinin çocuğunun sünnetine gittiler. kadınorda çocuğa bir altın taktı. Kocaya göre ne demekti yani bu ? Bir milyon taksa, neyine yetmezdi. Oysa kadın minnetarlık gereği değerli bir armağan takmayı uygun bulmuştu. Üstelik böyle şeylerin anlamını erkekler dünyası bilmezdi. Kadınlar kimin ne taktığını yıllarca unutmazlardı.
Derken zamanla dayaklar da gelmeye başladı. Koca zaman zaman içkili geliyordu eve. Sonra bir bahanesini bulup dövüyordu kadını.
kadın dayak yese de seviyordu kocasını. Hem sevmeyip de ne yapacaktı ?
Üstelik anlıyordu da onu. Kocası her gün aşağılandığı, hiç bir hakkının olmadığı bir işte çalışmak zorunda kalıyordu. Kimbilir nasıl bir ortamdı. Kocası pek anlatmazdı işi.
Evet koca anlatmazdı. Nasıl anlatsındı ki. Patronunun kendisine "gerizekalı, sende zaten zeka olsa benim yanımda çalışmazdın" demesini mi anlatsaydı. Yada bir işi yanlış yaptığında "siktirin gidin lan pezevenkler, iki elinizle bir .iki doğrultamıyorsunuz" demesini mi ?
Aslında o bu lafları yiyecek bir adam değildi de, şu apara derdi her işin önünü kesiyordu. Kocaya da delikanlılığını göstermek için ya evde kadını dövmek yada kahvede kağıt oynayıp Leeds United'a ana avrat kufur etmek kalıyordu.İstanbul'da gecekonuda yaşayan bir ailenin yaşantısı böyleydi ve her ailenin mutlaka bir öyküsü olmalıydı.
............
Uzun oldu kusura bakılmasın. Buraya kadar zahmet edip okuyanlara şimdiden teşekkürler.
Sevgiler...
Doğan Arkadaş