Uygurların Kente Yerleşmesi ve İdik Kut Şehri Hoço
Süleyman GÜNGÖR *
Bu çalışma, yerleşik hayata ilk geçtiği genel kabul şeklini almış olan Uygurlar’ın kente yerleşmesi ve kurdukları kentlerle ilgili analizler yapmaya yöneliktir. Arkeoloji, mimarlık ve türkoloji çalışmalarından derlenmiş verilerin siyasal ve toplumsal açıdan değerlendirilmesi yapılacaktır.
Çalışmanın temel sorusu, göçebe ekonomik yapı içerisinde bulunan Uygurlar’ın kente yerleştikten sonra toplumsal yapılanışlarının yaşadığı değişim (var ise), nasıl değerlendirilmesi gerektiğidir.
Bu soruyu cevaplayabilmek için, öncelikle kısaca Uygur siyasi ve sosyal tarihi üzerinde durulacak, ardından yerleşik Uygur kültürü hakkında veriler sıralanacak, sonrasında da Uygurlar’ın kurduğu kentler, özellikle de başkentlerinden birisi olan Hoço hakkında bilgiler sunulacaktır. Bütün bu veriler, gündemimizdeki soruya yönelik olarak değerlendirmelerle paralel şekilde ortaya konulacaktır. Sonuç olarak, eldeki bilgilere dayanarak genel bir değerlendirme ile yukarıdaki soruya cevap bulmaya calışılacaktır.
Türklerin Orta-Asya’da kurdukları devletlerin en belirgin özelliği oymaklar federasyonu tarzında örgütlenmeleridir. Uygurlar da bu federasyonun üyesi olmuş oymaklardan biridir. Uygurlar için kullanılmış olan Dokuz Oğuz, On Uygur gibi adlar da bu durumun bir göstergesidir.
Uygurlar,
M.Ö. 3. yüzyıldan beri bilinen ve değişik adlarla anılan bir topluluktur. Töles
Nehri kenarında yaşayan Uygurlar’a, buraya atfen Töles boyları denilmiştir.
Ayrıca Çin kaynakları, kendi telaffuzlarına uygun biçimde değiştirerek değişik
adlarla bu topluluktan söz etmektedir. Divanül-Lügat it -Türk’te
Kaşgarlı Mahmut’un “aç olmayan” anlamını verdiği Uygur kelimesine, Rıza Nur’un Türk
Tarihi adlı kitabında “uygar, munis, muti, medeni” gibi karşılıklar yazdığı
aktarılmaktadır. Çince’de Uygurlar’a ad olarak kullanılan sözlerin “şahin
süratiyle saldıran” demek olduğu da bilinmektedir.[1][1]
Uygurlar, iki kere devlet kurmuşlardır. Daha doğrusu iki ayrı devlet olarak
varlık göstermişlerdir. Uygurlar ilk olarak 745 yılında Ötüken’deki Göktürk
Devleti’ni yıkarak egemenliklerini ilan ederler. Bu dönemde başkent, töreye
uygun olarak Orhun bölgesinde Kara-Balasagun (Ordu-Balık) kentidir. Bögü Kağan
(759-779) 762 yılında Tibet’e yaptığı bir akından dönerken Çin başkentinde
ağırlanır. Ülkesine dönerken, yanında 4 tane Mani rahibi getirir. Bundan sonra
Maniheizm Uygurlar’ın devlet dini olmuştur.[2][2] Uygurlar, bu dönemde Mani dininin siyasi koruyucusu
durumuna gelmişlerdir. O derece ki, Taoist Çin yönetimine uygulanan baskı ile,
Çin başkentinde bile Mani manastır ve mabetleri yaptırmışlardır. 840 yılında
Kırgız saldırıları sonucu Uygur Devleti’nin dağılmasını izleyen dönemde Çin
bütün Maniheist mabetlerini kapatmıştır. Din adamlarına sivil hayata geçmeleri
çağrısı yapıp direnenleri de öldürmüştür.[3][3] Uygurlar’ın Maniheizmi seçmeleriyle ilgili bir yorum
da, Orta-Asya’da Budizm’in yaygınlaşması üzerine, Çin’de hayli yaygın olan
Budizm’den farklılaşmak kaygısından kaynaklandığı yolundadır.[4][4] Bu görüşe göre, Budist Türkler’in Çin kültürü içinde
erimeleri söz konusuydu ve çare dinde farklılaşmakta bulunmuştu.
Maniheizm, Mezopotamya’da doğmuş Mani (277-316) adlı bir Zerdüşt rahibinin,
Zerdüşlük’te reform çabasının ürünü olarak doğmuştur. En belirgin özelliği,
zulmet-nur ayrılığına dayanan düalist doktrinidir. Çok geniş bir coğrafyaya
(Asya içlerinden Kuzey Afrika’ya kadar) yayılmışsa da zaman içinde diğer dinler
karşısında tutunamayarak yok olmuştur.[5][5] Hıristiyan dünyasında patristik düşüncenin önemli filozoflarından Augustinus (354-430)
önceleri bir maniheisttir. Tanrı Devleti-Yeryüzü Devleti karşıtlığında bu dinin
izleri görülmektedir.[6][6] Maniheizm’e göre yalnız akşam yemeği yenilir. Bu tek
öğünde de ancak sebze yenilebilir. Et ve diğer hayvan ürünü gıdalar, süt bile
dinen yasaktır. Uygurlar’ın günlük yaşantısına zıt olan bu inançlar, onların
göçebe dinamizmini köreltmiştir. Çünkü bu din, şehirli ve tüccar bir halk olan
Soğdlar üzerinden Uygurlar’a ulaşmıştı. Soğdlar’ın uzun menzilli ticarete
dayalı hayat tarzına uygundu.[7][7] Göçebe ve yağmacı bir toplum olan Uygurlar, ticaretin
egemen olduğu yerleşik yaşama geçiş sürecine girerler.[8][8] Bu süreç Uygur Devleti’nin özellikle ikinci
devresinde etkileriyle kendisini ortaya çıkaracaktır.
Kırgız akınları karşısında 840 yılında Orhun (Ötüken) bölgesinden çıkartılan Uygurlar kollar halinde göç ederler. Bu göç, yoğun olarak zaten kendi egemenliklerinde olan iki bölgeye doğru gerçekleşir. Doğuda Kansu bölgesine ve batıda Turfan bölgesine. Bunlar dışındaki göç kolları gittikleri yerlerde erimişlerdir. Kansu bölgesine gidenlere Sarı Uygurlar adı verilmiştir. Kansu, Budizmin yaygın olduğu bir coğrafya parçasıdır. Sarı Uygurlar’ın da Budist oldukları gözlenir. Turfan bölgesine gelenler ise Maniheizm’i korurlar. Ötüken’deki son kağanın yeğeni Mengli’yi kendilerine kağan seçerler ve 856 yılında yeniden devlet olarak ortaya çıkarlar. Bu devletin vurgulanması gereken özelliği, Ötüken’deki “Bozkır Devleti” niteliğinin dışına çıkıp ticaret ve dostluğa dayalı komşuluk ilişkileriyle varolmasıdır.[9][9] Halbuki Ötüken’deki Uygur Devleti, bozkır kültür çevresinin gerektirdiği şekilde gevşek ve dağınık oymaklar birliği durumundadır. Çoban, yağmacı üretim ilişkilerinin egemen olduğu bir siyasal birlikti.[10][10] Sarı Uygurlar, 911 yılında Turfan bölgesine de egemen olurlar. Bundan sonra birleşik Uygur Devleti’nin resmi dini Budizm olur. Devletin başkentleri Turfan bölgesindedir. Başkentleri, çünkü Uygurlar bu dönemde bozkır kültür ögelerinden olan yazlık ve kışlık başkent geleneğini sürdürmüşlerdir. Başbalık yazlık, Hoço kışlık başkent olarak kullanılmıştır. Bu devlet, 1209 yılında Cengiz’in egemenliğine girerek tarih sahnesinden çekilir. Zaten 1206 yılından itibaren Hıtay Devleti’nin vasalı[11][11] durumundadır.[12][12] Sarı Uygurlar’ın başa geçmesi ile birlikte, Ötüken’den beri süregelen bir gelenek, Aşina soylu kağanın varlığı ortadan kalkmıştır.
Yerleşik kültürün belirgin olarak gözlendiği bu dönemin yaşandığı coğrafya
ticaret yollarının kesişme noktasındadır. Bu çalışmada kışlık başkent olarak
kullanılan Hoço ve çevresine ağırlık verilecektir.
Din değişiklikleri ile niçin bu kadar yakından ilgilendiğimizi ve konumuzla bağlantısını da belirterek yerleşiklik konusunu incelemeye başlayabiliriz.
Yalnızca kağan adlarına baktığımızda, iktidarın kökeni ile ilgili anlayış ve din arasındaki ilişkiye dair bulgular elde ederiz. Kağanların adlarında alp, bilge sıfatlarıyla birlikte sürekli bulunan “Kut Bulmuş” terimi bizce önemlidir. Bu niteleme, iktidarın meşruluğunun ancak kendisine “kut” verilmiş olmak ile gerçekleşeceğini vurgulamaktadır. Devamlı olarak “kut”un verildiği kaynakda belirtilmektedir. Din değişikliği, işte bu noktada gözle görülür bir hal almaktadır. Kutsallık kaynağının, din değişikliğine paralel olarak farklılaştığı ortaya çıkar. Yalnızca Uygur kağanlarının adlarından örneklerle bu değişimi gözleyebiliriz. Kendisine “kut” verildiğinde Türkler’in geleneksel inancını benimsemiş olan ve Uygurlar’ı Maniheizme taşıyan kağan olan Bögü’nün adında eski kutsallık tanımı korunur: Tengride Bolmış İl Tutmuş Alp Bilge Kağan. Ondan sonraki maniheist kağanlarda Tengri yerini Ay Tengri terimlerine bırakır. İşte bir örnek: Ay Tengride Kut Bulmış Külüg Kağan. Uygur Devleti’nin ikinci döneminde, Budizm devlet dini olunca kağan adındaki kutsallık vurgusunda bir değişim daha gerçekleşir. Örneğin 947 yılında iktidarda olan kağanın adı şöyledir: Gün Ay Tengride Kut Bulmış Ulug Kut Ornanmış Alpın Erdemin İl Tutmuş Alp Arslan Kutlug Kül Bilge Kagan.
Burada
gördüğümüz gibi, dinler değişmekle birlikte, “kut”un kaynağı değişse bile,
merkezi niteliği siyasal iktidar açısından değişikliğe uğramıyor. Bu
tespitimiz, yerleşiklik döneminde, iktidarın mekana uygulanmasında yapacağımız
değerlendirmeleri bir temele dayandırmamızı sağlayacak.
Uygur kentleri üzerine eğilmeden önce, yerleşik bir uygarlık oluşturan bu toplumun göçerlikten vazgeçmesinin birden bire mi gerçekleştiği sorusunu cevaplandıracağız. Bununla bağlantılı iki soru daha gündemimize giriyor. 1-Bozkır kültür çevresinde yerleşik kültüre ait ögeler var mıdır? 2- Yerleşik kültürün gelişmesi ile göçebelik ortadan kalkmış mıdır?
Orta Asya bozkır kültür çevresinde Uygurlar’ı önceleyen Hunlar ve Göktürkler göçebe toplumlardır. Ama köy ve kasabalarda tarımla uğraşıldığı da bilinmektedir. Bu dönemden kalma sulama kanalları, yerleşimin varlığı için önemli bir kanıt olarak karşımızdadır. Arap akınlarının, Maveraünnehir’den ileriye, Türkistan’a yönelişi sırasında, kaleyle çevrili Türk kentlerinin varlığı ortaya çıkıyor. Yine Arap kaynakları 6.yüzyıldan itibaren Türk kale kentlerinden söz etmektedirler.[13][13]
Türkler’in Uygurlar’dan önce de yerleşik yaşamı bildikleriyle ilgili bir başka kanıt da Ergenekon Destanı’ndan çıkarılabilir. Bu destanda yerleşik bir toplumun, nüfus artışı ve coğrafi sorunlar nedeniyle göç edişi anlatılmaktadır. Bu toplumun göç öncesinde madencilik, tarım ve hayvancılıkla uğraştıkları da anlatılanlar arasındadır.[14][14] Çin kaynaklarında, Göktürkler’in bir savaş tazminatı olarak Çin’den tohumluk ve tarım aletleri aldıkları kaydedilmiştir.
Sovyet arkeolog Nusov’un Göktürk kent yerleşimi ile ilgili verdiği bilgilere göre, yazlık başkent konumundaki Suyab’da halkın konutları, prensin oturduğu yerin çevresinde kurulmaktadır. Kent halkı tarım, ticaret ve el sanatlarıyla uğraşırlar. Sur ya da iki-üç sıra tümsekle çevrilmiş kentin yakınında göçebe kabileler oturmaktadır.[15][15] Macar Türkolog Ligeti de bu yerleşim yerleri konusunda bilgi veriyor: “İç Asya’nın her yerinde açılan şehir örenlerinin, eğer onlar göçebelerin oturdukları yerlerse, ne kadar birörnek oldukları dikkate değer. Bu şehirlerin planlarını gözden geçirdiğimiz zaman hepsinde de bir göçebe çadır-karargahının askeri intizamını görürüz. Ve gerçekten bir yere yerleşmiş olan göçebelerin şehirleri taştan yapılmış birer çadır-karargahlardır.”[16][16] Kentlerin bu benzerliğini kültürel ortaklığın yansıması olarak değerlendirmek, tarihsel açıdan doğru bir yaklaşımdır. Bunun yanında iklim, ekonomik ve toplumsal şartlar da bu benzerlikte rol oynamaktadır.[17][17] Bütün bunlara ek olarak ideolojik anlayışın etkisini de kabul etmek gerektiğini düşünüyorum. Türklerde ortaklığını yukarıda gördüğümüz kut anlayışı, mekanda da kendini hissettirmektedir.
Göktürkler’in gelişmiş ve Hunlar’ın taslak düzeyinde birer alfabesinin varlığını, yazının yerleşik uygarlığın bir kanıtı olduğunu düşünerek değerlendirmek doğru olur. Bunun sonucu olarak, bozkır kültürünün toplumlarında yaygın yaşam biçiminin göçebelik olduğunu kabul etmekle birlikte, tümünün göçebe olmadığını söyleyebiliriz.[18][18]
Bu noktada Türkçe’deki iki kelimeyi vurgulamak yerinde olacaktır: Orda ve balık. Bozkırın gevşek siyasal birliği içindeki boyların beyleri, askeri düzen içinde Hakan’a bağlıdır. Her beyin yurdu ve göç alanı bellidir. Beyler, “orda”larda yaşarlar. Orda, çadırlar ve otağdan meydana gelmiş büyük bir karargahtır. Bey, burada ailesi, nökerleri (yoldaş), uşakları, çobanları ile birlikte oturur.[19][19] Türkler’in birçok kentinin adında yer alan “balık” sözü, bir yoruma göre balçıktan yapılmış sıva ve tuğla anlamındadır. Divanil-Lügat it -Türk de bu yoruma zemin hazırlar. Balık diye anılan yerlerin surla çevrili kentler olduğu da hesaba katılırsa, bu yorumun doğruluğu güçlenmektedir.[20][20]
Uygurlar’ın 840 yılından sonra geldikleri bölgede yerleşikliğe geçtikleri genel kabul görmektedir. Göçebe nitelikte bir toplumu yerleşikliğe yönelten ne gibi gerekçeler vardır. Türkdoğan, iki neden öne sürüyor: 1) Bölgenin verimli toprakları olması ve 2) Maniheizme bağlandıktan sonra yaptıkları mabetlerin çevresine toplanmaları.[21][21] Belki bunlardan daha etkili bir neden de, bölgenin coğrafi konumunda gizlidir. Çünkü Turfan bölgesi, ünlü ve zengin İpek Yolu ile Çinli budistlerin Hindistan’a varan hac yolunun kavşak noktasındadır. Uygurlar, Maniheizmi benimsedikten sonra, uzun menzilli ticaretle uğraşan Soğdlular’ın etkisiyle daha yoğun şekilde ticaret yapmaya da başlamışlardı. Turfan bölgesinin yukarıdaki özelliği, Uygurlar’daki ticaret eğiliminin kuvvetlenmesine yol açmıştır. Tabii, din etkisinin yerleşimi özendirici yanını vurgulamak gereklidir. Bunun kanıtı olarak, Turfan’a gelindikten sonraki dönemlerde de göçebe Uygurlar’ın varlığı ve bunların hala eski dinlerini sürdürüyor olmaları sunulabilir.[22][22] Coğrafi olarak göçebeliğe uygun yaylaların da bulunduğunu ve 10. yüzyıl sonlarında bile Çinliler tarafından gezi notlarında göçebelerden söz edildiğini belirttikten sonra,[23][23] Budizm ve Maniheizmin bütün halka yaygınlaşamadığını söyleyebiliriz. Çünkü bu dinler göçebe yaşam biçimi ile bağdaşmayacak ilkelere dayanmakta idiler. Ancak Çin kaynaklarının bize ulaştırdığı bilgilere göre, kentlere rengini veren baskın kültür bu dinlere dayalıdır. Bu da, bize, kentli Uygurlar’ın yeni dinleri kabul etmiş olduğunu göstermektedir.[24][24] Ligeti de benzer gözlemleri paylaşır, maniheist ve budist mabetlerinin kentlerde birlikte bulunduğunu yazar. Hatta bunlar arasında yaşanan gerilime de değinir.[25][25]
Göçebe ve yerleşik ögelerin bir arada bulunduğu Uygur toplumunda “kır-kent
çatışması”ndan söz etmek mümkün değildir. Çünkü bu iki üretim biçiminin
birbiriyle öyle bir ortaklığı var ki, o
toplumsal yapılanış için ancak işbirliği ile sürekliliklerini koruyabilirler.
Bu birlikteliği, biyolojinin bir terimi ile mutualizm
olarak adlandırabiliriz.[26][26] Ticarete yöneldiklerini belirttiğimiz Uygurlar’ın,
tarım ürünleri (özellikle meyveler), maden ve kıymetli taşları işlemedeki
ustalıkları ve el sanatları ürünleri yanında önemli bir mal listesi göçebe
üretimin sonucu elde edilebilmektedir. Bunların başında da at ve koyun gelmektedir.
Bu iki yaşam biçiminin birlikte sürdürülmesinin Türk tarihinin ilginç
yönlerinden olduğu, yazarlar tarafından da dile getirilmiştir.[27][27] Dolayısıyla, Uygurlar’da İbn Haldun tarafından
kavramsallaştırılan bedevi hazari diyalektiği de söz konusu değildir. Herşeyin
ötesinde Uygurlar için yerleşik ve göçebe ögeler arasında bir gerilimin
olduğunu söyleyebilmek tarihsel olarak imkansızdır. Zira böyle bir gerilim olsa
idi, her türlü ayrıntıyı kaydeden Çin kaynaklarında kendini mutlaka gösterdi.
“Maniheizmin Uygurlar’ca benimsenmesiyle birlikte Göktürk alfabesi yerine Soğd yazısı benimsenmiştir. Sonra Budizmin yayılmasıyla Uygurlar’ın yerleşik kültüre geçtikleri söylenmelidir. Bu dinlerin kitaplarının Uygurca’ya çevrilmesiyle başlayan çalışma, Uygur edebiyatını doğurmuştur.”[28][28] Yani Uygurlar, benimsedikleri dinlerin siyasal koruması yanısıra kültürel canlılığı açısından da önemli katkıları gerçekleştirmişlerdir.
Uygurların ilişki içinde bulundukları Çin’den öğrendikleri maddi uygarlık ürünlerini geliştirdikleri bilinen bir gerçektir. Çinliler bile kalıp baskı yöntemini kullandıkları halde, Uygurlar hareketli harflerle baskı yöntemleri geliştirmişlerdir.
Uygur kültürü, ticaret yollarında olduğu gibi, kültürler arası etkileşimin kesişme noktasında olgunlaşmıştır. Yerleşiklik döneminde yoğunlaşan ana etki merkezleri şunlardır: 1- Çin, 2- Hindistan- Gandhara, 3- İran. Bu üç etki ile bozkır kültür birikimi Uygur kültür ve sanatını oluştururlar.[29][29] Kentli Uygur kültürüne ve onun en dikkate değer ürünü olan mimarlık alanında ilk ve en kalıcı dış etki bir İranlı ulus olan Soğdlardan gelmiştir. Uygur yazısı da, Soğd alfabesinin bir uyarlaması ile oluşturulmuştur.[30][30] Çin etkisini daha çok teknik alanda gözlüyoruz, kağıt yapımı ve baskı gibi işlerin öğrenilmesi gibi. Mimaride İran kökenli bu etkiyle birlikte, Gandhara yoluyla gelen Greko-budist üslubunun da katkıları olduğu göz ardı edilemeyecek kadar yoğundur. Bilindiği gibi, Greko-budist sanatı, İskender imparatorluğunun İran’a egemen olmasından sonra Yunan sanatının yerli sanatlarla kurduğu ilişkinin ürünü olarak ortaya çıkmıştır.[31][31] Mimari ve sanatta göçebe kültürünün etkisi sürekli olarak belirgin şekilde kendini gösterir. “Çadır şeklindeki künbedler, halı motiflerini hatırlatan sırlı tuğladan mozayikler” göçebe sanatının, kent sanatı üzerine etkisinin göstergesidir. Belirtilmesi gereken bir başka nokta da Orta Asya’nın sanatlara verdiği temel malzeme topraktır. Bu da yapılarda kerpiç ya da tuğlanın kullanılmasını zorunlu kılıyordu.[32][32] Mimaride ve genel olarak sanatlarda Uygur üslubu 9. yüzyıldan itibaren kendini gösterir, 10.-12. yüzyıllarda tam olgunluk ürünlerini yaratır.[33][33]
Uygurlar, Maniheizmi benimsemelerinden itibaren resim öğrenmişler ve özellikle Türkler olmak üzere bu sanatı çevresindekilere öğretmişlerdir.[34][34] Resim sanatı, kitaplardaki minyatürler ile Müslüman Türkler’de devam edegelmiştir. Duvar resimleri, özellikle dini yapıların tamamlayıcı unsuru olmuştur. Mabet duvarları Buda, rahipler, binayı yaptıran tüccar, prens veya prenses portreleri, cennet tasvirleri ve prandhi (Buda’ya hediye sunma töreni) sahneleri ile süslenmiştir.[35][35] Bu resimlerde özellikle dikkat çekici yön, realist karakterin egemenliğidir.[36][36] Uygur kentlerinde, “buyan” adı verilen, beyler ve hatunlar tarafından kurulmuş vakıfların düzenlilik ve canlılık açısından katkıları türkologların vurguladıkları bir konudur. Dini yapıların yapım ve onarım giderleri ile din adamlarının geçimi bu yolla sağlanıyor olmalıdır.[37][37]
Olgunluk
dönemi Uygur kültür çevresinde yaygın din olan Budizm, daha sonra Moğollar’a
Uygurlar tarafından öğretilecektir. Moğollar, Cengiz İmparatorluğu zamanında
Uygurlar’ın diniyle birlikte, dilini de resmi işlemler (özellikle diplomasi)
için benimsemişlerdir.[38][38] Uygurlar, egemenlikleri altına girdikleri Hıtay ve
Moğol devletlerini doğrudan doğruya saraylarından etkilemişlerdir. Hanların
oğullarını Uygur bilgeleri eğitmişler, Türk devlet şemasını bu devletlere
uygulamışlar, diplomatik rolleri Uygurlar üstlenmişlerdir.[39][39] Cengiz’in sarayında kılık kıyafete bile Uygur
tarzının yerleştiği yaygın olarak anlatılmaktadır. İlk müslüman Türk devleti
olan Karahanlılar’ın Uygurlar’a komşu ve
önceleri onların vasalı oldukları da belirtilince, etkilerinin kültürel
birikimin ötesinde, siyasal egemenliğin
bir yansıması niteliği taşıdığını ayrıca anlatmaya gerek kalmıyor. Bu
etkilerinden dolayı Uygurlar, tarihte oynadıkları rolleri gereği “Uygarlık
Profesörleri” olarak adlandırılmışlardır.[40][40]
Turfan bölgesinde kurulan Uygur Devleti, tüccar ve kentli bir halka dayanıyordu. Göçebelikten yerleşikliğe geçiş eğiliminin güçlendiği dönem, Uygurlar’ın kültürel olgunluk dönemi (10. yüzyıl) ile çakışıyor. Uygur halkı, yerleşime eski kentlere oturarak geçtikleri gibi, kendilerinin kurduğu kentlere de yerleşmişlerdir.
Uygur kentlerinin genel özelliklerinin aynı olduğu söylenebilir: Kerpiçten sur ile çevrilmiş kareye yakın bir dörtgen olan kentin dışında da hendeklerle sur tahkim edilmiştir. Kalenin çevreyle bağlantı kuran yollara açılan kapıları, dört yanında en az birer tanedir.
Uygur kağanı, eski geleneği sürdürerek her yaz Başbalık’ta oturur. Kışlık başkent ise Hoço’dur ki, buraya İranlılar “Çinançkath” yani Çinli kenti derlerdi.[41][41] Gerçekten Hoço, eski bir Çin kentidir. Eski kaynaklarda adı Kao-çang olarak Çince’deki şekliyle geçerken, Moğollar devrinde Hou-chou (Ateş Kenti) denilmiştir. Hoço’nun dağlarının renginin kırmızı oluşu bu adın verilmesine neden olmuş. Kent, Türk el yazmalarında Kara-Hoca adıyla anılır. Bu kentin bir de ünvanı vardır: İdik Kut şehri. İdik Kut, Uygur kağanlarının ünvanıdır. Batı dillerine bu terim, “kutsal haşmet” olarak aktarılmıştır. Hoço’nun başkent olması dolayısıyla, İdik Kut’un Şehri olarak da söz edilir.[42][42] Hoço ve Kao-çang, Kara-Hoca adının Çince’deki iki biçimine karşılık geldiği görülmektedir.[43][43]
Alman
arkeolog Grünwedel tarafından ortaya çıkarılan plana göre Hoço, kareye yakın
surla çevrilmiş bir kale kenttir. Yapı malzemelerinin türü gereği, bazı
bölümlerinin harabesi bile kalmamıştır.[44][44] Hoço’yu koruyan surlar, kerpiç ve taştan yapılmış ve
kimi yerlerde sırlı tuğlalar kullanılarak süslenmiştir. Surlara aralıklara
kubbeli kuleler yerleştirilmiştir.[45][45] İslam kaynaklarında, Uygur başkentinin orta
büyüklükte bir şehir olduğu yazılmaktadır.[46][46] Ticari etkinlik bakımından benzetilerek “Çöl
Pompeisi” de denilen Hoço’nun 2 metre yükseklikteki surlarının uzunluğu
yaklaşık 10 km kadardır.[47][47]
Kare biçimindeki bu kenti kuzey-güney doğrultusundaki iki cadde ile doğu-batı doğrultusundaki boydan boya bölmektedir. Kent içinde mekanın örgütlenmesi ise ortadan başlayarak üç bölümlüdür. Her bölümün sınırında bir ince sur yapılmıştır. Genel çizgileriyle “Balık” tanımlamasına uyan Hoço, surun dışında yedi kat hendekle çevrilmiştir. Kentin bölümlerine denk düşen üç kat da sur vardır. İç akropol’e Ordu Kapağı (Alptekin kullanıyor) ya da Han Tura (Grünwedel kullanıyor) adı verilmektedir. Kentin bütün alanına oranla küçük sayılamayacak bir genişliktedir. Ordu kapağı bölümünün göçebe kültüründeki “Orda” benzeri bir nitelik taşıdığı söylenebilir. Etrafı yüksekçe duvarla çevrili bölme yükseltilmiş bir set üzerine inşa edilmiş Kağan sarayı ile müştemilatından oluşur. Buradaki yapıların belirtilmesi gereken özellikleri, odaların kubbeli tavanları, duvarların üç kat alçı ile sıvanması ve renkli resimlerle süslenmiş olmasıdır. Bir seyahatname yazmış olan Çinli budist hacısı Huan-dzang, Hoço Sarayı hakkında, yalnızca “iki katlı muhteşem bir yapı” olduğu bilgisini veriyor. Anlattıkları, daha çok kendisine yapılan ikramlarla ilgilidir. Saray duvarının dışında, daha az yükseltilmiş bir set üzerine yerleştirilmiş dini yapılar kuşağı ile onu çevreleyen duvar vardır. Bu kuşağın ortasında Stupa ve çevresinde mabetler, manastırlar ve rahiplerin barındığı hücreler yer alır. Hoço Stupaları’na “Koş-Gumbaz” da denilir. Bunların da kubbeli tavanları vardır ki, hem Kağan sarayı ile mimari uyumu yansıtır, hem de müslüman Türk türbelerinin habercisi gibidir. Mabetler açısından vurgulanması zorunlu olan bir yan da, Maniheist, Budist ve Nasturi-Hristiyan kiliselerinin ve manastırlarının aynı kuşak içinde, birarada bulunmalarıdır. Dini kuşağın çevresindeki duvarla kentin surları arasındaki bölümde, halkın konutları, mezarlıklar ve kervansaraylar yer alır. Bütün bu yapılarda kesme taşın yanı sıra daha çok tuğla ve kerpiç kullanılmıştır. Araştırmalarda halkın, evlerini beyaz kille sıvadıkları da oraya çıkmıştır. Savaş döneminde, manastırların güçlü duvarları sığınak görevini de üstlenirdi.[48][48]
Hoço’nun ünlü meyvelerinin yetiştirildiği tarım alanlarının sur dışında bulunduğu, Grünwedel’ın hazırladığı kent planından ortaya çıkmaktadır. Ancak harabelerde yazma ve basma kitaplar, matbaa harfleri, freskler ve heykellerin yanısıra bol miktarda madeni tarım aletleri bulunmuştur.
Küçük bir
kent olan Hoço’yu, çevresine serpiştirilmiş durumdaki “kasaba”ların sayıca
çokluğu ile değerlendirmek gerekir. O zaman bu küçük kentin başkent rolünü
nasıl yüklenebildiği anlaşılmaktadır. Hoço’nun yakın çevresindeki yerleşim
alanları ile arasındaki bağlantıyı sağlayan bakımlı yollar bugün bile
varlıklarını sürdürmektedir. Hoço; Kağan Sarayı, oldukça yoğun dini yapıları ve
ticaret yolu üzerinde yerleşmişliği ile siyasi, dini ve ekonomik merkez olarak
işlemiştir. Araştırmacılar, ikinci kuşakta bulunan ve ara yol izleri arasındaki
bir boşluk alanın pazar yeri olabileceğini dile getirmişlerdir. Hoço kentinin
yaşamasını sağlayan maddi kaynağın (artı değerin) İpek Yolu’ndan gerçekleşen
ticaretin tarzından üretildiği söylenebilir. Çünkü bu uzun soluklu ticaret,
elden ele aktarma yapan kervancılık şeklinde yapılmaktadır. Turfan bölgesi,
İpek Yolu ile gelip giden malların Çin’den önceki dağılma noktasında yer
almaktadır. Hoço, kervanlarla taşınan malların üretiminden çok depolanması ve
alımsatımda aracılık yapmak suretiyle artıdeğer elde etmiş bir kenttir. Böyle
ortaya çıkan ticari kazancın yanında, el sanatları, tarım ve hayvancılık
ürünleri de kentin geçim kağnağı olarak önemli bir yer tutmaktadır.
Kutsalın, din dışı mekana yerleşmesi ile o yerin evrenin merkezi konumuna geldiğini anlatan Eliade, merkez simgeciliğinin kimi geometrik şekillerle canlandırıldığını yazar. Mandala (Tibet Budist Tapınağı), bir karenin içine yerleşen bir dizi çember biçiminde inşa edilmiştir. Bu çemberlere de Tibet panteonu yerleştirilmiştir.[49][49] Aynı yazar, göçebe-çoban Orta Asya halkında da aynı simgeciliği gözlemiştir.[50][50] Göçebelerde merkez simgesi, yurtların tavanındaki dumanın çıkmasını sağlayan delikte ortaya çıkmaktadır. Ayrıca yurtların yerleşmesinde de kendisine Kut verilmiş Kağan’ın yurdu /otağı tam ortada yer almaktadır. Daha sonra yerleşik yaşamda tavanın kubbeli yapılması, yurdun görünümünün taş veya tuğlaya aktarılmasından başka bir şey değildir. Kubbenin, dini yapılarda İslam dininden sonra da sürdürülmesi, bu eski anlayışın etkinliğini göstermektedir. Kentin yerleşim planında İdik-Kut (=Kut sahibi, Uygur Kağanının ünvanı) devamlı olarak ortada bulunmaktadır.
Kentin
dış çevresinin kare şeklinde oluşu da, döngüsel zaman anlayışının (Tibet
mandalasında görüldüğü gibi) mekanda canlandırdığını düşündürmektedir. Çünkü
kare, döngüselin temsilcisi olan daireye en yakın olan geometrik şekildir. Aynı
merkezi esas alarak karenin üzerine bir daire yerleştirmek kolaylığı, merkez
simgeciliği açısından kare ile daire şekillerini aynı kullanışlılıkta
değerlendirmemizi sağlamaktadır.
İnsanın her yeni üretiminin, birikiminin ve ihtiyacının çocuğu olduğu düşüncesiyle Uygur kentini, belirgin niteliği göçebe olan ve yerleşiklikle ilgili ipuçlarını da taşıyan Hun ve Göktürkler’den beri süregelen sosyal birikimin bir sonucu olarak görülmelidir. Yoksa mimaride etkisi bilinmekle birlikte, Uygur yapılarının Çin yapı sanatının yinelenmesinden çok öte olduğu gözden kaçırılmış olur. Bütün bu dile getirilen olgular üzerine, sonuç yerine bir takım soruları ortaya koymak tercih edilmeye değerdir.
Kentsel mekanın düzenlenmesinin, yukarıda belirtildiği gibi, göçebe karargah yapılanışına benzerliği, göçebe-çoban-yağmacı üretim tarzının ve ilişkilerinin yerini alan ticaret-tarım ağırlıklı üretim tarzının sağladığı fırsatlar ve coğrafyanın sunduğu imkanlar ile yerleşik bir kültür çevresinin ortaya çıkması birlikte düşünüldüğünde, göçebelik ile yerleşiklik arasında ayrım noktasının temelde mekana yerleşimin vadesinden başka birşey olmalı değil midir, sorusunu akla getiriyor. Çünkü, Uygurlar kente yerleşirken yapı malzemesindeki değişim dışında göçebelik diye andığımız dönemden farklı değiller. Gerek tarımın ve madenciliğin önceden de var oluşu, gerekse yazının Türkler tarafından zaten kullanılıyor olması, kente yerleşmenin toplumsal yaşama dönüştürücü bir etken olarak katılmadığı sonucunu doğurmaz mı?
Kentin yerleşiminde görülen kutsalın ve kutsal kökenli iktidarın merkezi niteliği, yurt yerleşimindeki ile paralellik taşımaktadır. Yerleşiklik siyasal yapı ve uygulamalar açısından bir değişime yol açmamıştır. Yaşanan en belirgin değişiklik, kutsallık kaynağına da etki eden din değişiklikleridir ki, bu konuda tartışmalıdır. Çünkü göçebe ve yerleşik unsurlar arasında mutualizm olarak tanımladığımız ilişki, ekonomik niteliktedir. Bunlardan göçebe olanların geleneksel inançlardan vazgeçtiği ile ilgili bir kanıt bulunamadığı gibi, aksini gösteren bir çok mülahaza söz konusudur. En göze görünürünü yeniden anmak yeterli olacaktır: Resmi din maniheizm iken, göçebe halkın hayvansal gıdalar kullanmadığını düşünmek mümkün değildir. Oysa bu tür beslenme, Mani dinince yasaklanmıştı. Kutsalın kaynağını tanımlayan din tercihindeki bu farka rağmen, “kut”un merkezi niteliğindeki ortaklık varlığını sürdürmüştür.
Son
olarak, ilk kentli Türk topluluğu olarak Uygurlar’ın yerleşik ve göçebe unsurları
arasında toplumsal bir gerilim yaşanmamış; yerleşik hayat, göçerlik geçmişinde
tohumlarını taşıdığı tarım ve madencilikle ilgili olarak gelişen bir
devamlılığı, ancak ticarette belirgin bir artışı ortaya çıkarmıştır. Osmanlı’da
gözlenen yerleşiklik lehine bir siyasal tercih kararlılığı da söz konusu
değildir, aksine nüfusun bir kesiminin göçebe üretim tarzını sürdürmesi
yeğlenen bir durum olarak görülmüştür. Bu yanı ile Uygurlar, İbn Haldun’un
bedevi- hazari diyalektiği açısından ayrıca ele alınmaya değer örnek olay
olarak karşımızdadır.
KAYNAKLAR
M.Ali AĞAOĞULLARI VE ARK., İmparatorluktan
Tanrı Devletine, İmge Y.,1991 Ankara.
Erkin
ALPTEKİN, Uygur Türkleri, Boğaziçi
Y.,İstanbul,1978.
Doğan AVCIOĞLU, Türklerin Tarihi-II. ve III. kitap,
Bilgi Y., Ankara, 1994-1995.
Mustafa CEZAR,
Anadolu Öncesi Türklerde Şehir ve
Mimarlık, T. İş Bankası Y., İstanbul, 1977.
Mircea ELIADE,
İmgeler ve Sımgeler, 1992,
Gece, Ankara.
--------------------, Kutsal ve Dindışı,1991, Gece, Ankara.
Emel ESİN,
Türkistan Seyahatnamesi,
TTK Y, Ankara, 1959.
-------------, Türk Kültür Tarihi - Orta Asya’daki Erken Safhalar, A.KM Y., Ankara, 1985.
Cevat HEY’ET,
Türklerin Tarih ve Kültürüne Bir
Bakış, TC Kültür Bakanlığı, Ankara, 1996.
Özkan İZGİ, Çin Elçisi Wang Yen Tö’nün Seyahatnamesi, TTK
Y., Ankara, 1989.
İbrahim KAFESOĞLU,
“Asya Türk Devletleri” ve “Kültür ve Teşkilat” Türk Dünyası El Kitabı, T.K.A.Y. 2.Baskı, Ankara.
Albert von LE COQ,
Chotscho, Berlin, 1913.
L.LIGETİ,
Bilinmeyen İç Asya ,TDKY., 2.Baskı,
Ankara, 1986.
Bahattin ÖGEL, İslamiyetten Önce Türk Kültür Tarihi, TTKY.,
2 Baskı, Ankara,1984.
Bahattin ÖGEL, “Uygur
Devletinin Teşekkülü ve Yükselişi”, Belleten, C.19, s.331-376.
Muhaddere ÖZERDİM, “Çin
Kaynaklarına Göre Çin Türkistan’ının Şehirleri” DTCF Dergisi, C.8, S.1-2, 1950
---------------------------, “Çin Kaynaklarına Göre
Çin Türkistan’ının Şehirleri” DTCF
Dergisi, C.9, S. 1-21951.
---------------------------, “Çin Kaynaklarına Göre
Çin Türkistan’ının Şehirleri” DTCF
Dergisi, C.10,S.3-4, 1952.
--------------------------, “Uygurlar Devrinde
Turfan Karahoço Şehrinde Evler” DTCF D.,
C.16, S. 3-4, 1958.
Abdülkerim RAHMAN,
Uygur Folkloru, TC Kültür
Bakanlığı, Ankara, 1996.
Herve ROUSSEAU,
Dinler, Remzi Kitabevi,
İstanbul, 1970.
Nihat Şişli,
Ekoloji, Ankara, 1996.
Orhan TÜRKDOĞAN, Türk
Tarihinin Sosyolojisi, Hasret Y., Ankara.
DİPNOTLAR