|
|||
HAFTANIN KONUSU |
Bitkilerle Tedavi (Fitoterapi) Hazırlayanlar :Dr. Kerem Gün, İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Tıbbi Ekoloji ve Hidroklimatoloji Anabilim Dalı
Bitkileri kullanarak hastaları tedavi etmek yaklaşımı şeklinde açıklanabilen “fitoterapi” teriminin ilk kez, 1870-1953 yılları arasında yaşamış Fransız hekimi Henri Leclerc tarafından La Presse Medical adlı dergide kullanıldığı iddia edilmiştir. Oysa, bu tarihten çok önceleri, her ne ad altında olursa olsun, bitkilerin sağlığı korumak veya geri kazanmak için tarihin her döneminde, her toplum tarafından kullanıldığını görmekteyiz. Bu konuda ilk yazılı belge olan M.Ö.3000 yıllarına ait Ninova Tabletleri, Mezapotamya' da kurulan Sümer, Akat, Asur medeniyetlerinde bitkisel ve hayvansal ilaçlarla tedavilerin mevcut olduğunu kanıtlamaktadır. M.Ö. 2500 yıllarında Çin Tıbbıyla paralel bir gelişme içinde olan Hint Tıbbının önemli temsilcilerinden, günümüzde halen geçerliliğini sürdüren bir tıp akımına (Ayurveda Tıbbı) isim veren, Rig Veda, eserlerinde 1000'e yakın şifalı bitkiden bahsetmiştir. M.Ö. 1500 yıllarına ait Eber Papiruslarında Mısırdaki bitkisel tedaviler ve mumyalama teknikleri anlatılmış, o günlerde yaygın olan amipli dizanteriye karşı koruyucu olduğuna inanılan soğan ve sarımsağın, günlük yemeklerinde yeterli miktarda olmaması nedeniyle piramit inşasında görev alan işçilerin çalışmayı reddettiklerinden bahsedilmiştir. Yunan Tıbbının önemli isimlerinden Eskulap ve modern tıbbın temeli olarak kabul edilen Hipokrat kitaplarında 400'e yakın bitkisel ilacı anlatmıştır. Bizans döneminde Diascorides 'İlaçlar Bilgisi' adlı kitabı yazmış, bu kitapta Anadolu ve Doğu Ülkelerinin tıbbi bitkileri hakkında bilgilere yer vermiştir. İslam Uygarlığı döneminde, 200'e yakın şifalı bitkiden bahseden, bir kopyası Orhan Gazi Kütüphanesinde bulunan Kitab-al Saydalafi al Tıp adlı kitabın yazarı Ebu Reyhan, 1650' li yıllara kadar referans kitap olarak kabul edilen 800 hayvansal ve bitkisel tedaviden bahseden 'Tıp Kanunu' adlı eseri yazan İbn-i Sina (Avicenna) ve Al Gafini bitkisel tıp konusunda önemli eserlere imza atmışlardır. 16. yüzyıldan sonra Avrupa'da John Gerard, John Parkinson ve Nicholas Culpeper gibi hekimler/eczacılar da bitkilerle tedaviler üstünde çalışmışlardır. Aynı dönemde (günümüzde hala bazı kesimlerde destek bulan) The Doctrine of Signature (işaret doktirini) teorisi ortaya atılmıştır . Bu teoriye göre bitkinin şekli ve rengi, tıbbi etkilere işaret etmekteydi. Örneğin kalbe benzeyen bir bitki kalp hastalıklarında, kırmızı renkli bir diğeri kan hastalıklarında kullanılmaktaydı. 19-20 yüzyıllarda kimya ve biyokimya bilimlerindeki gelişmeler ilaç sanayisine büyük bir ivme kazandırmış, bu sayede etkinlik, zararsızlık ve kalite prensipleri benimsenerek analitik, toksikolojik, farmakolojik ve klinik çalışmalar sonucu, laboratuarlarda tıbbın ihtiyaçlarına cevap veren pek çok ilaç geliştirilmiştir. Yine de, özellikle geçtiğimiz yüzyılda üretilebilen ilaçların birçoğu ancak bitkisel kökenli olabilmiştir. Örneğin söğüt kabuğundan üretilen asprin, yüksükotundan elde edilen digoksin, kınakına bitkisinden çıkarılan kinin, haşhaştan elde edilen morfin gibi. Günümüzde ise mevcut ilaçların 1/4' i bitkisel kökenlidir ve bunların bir çoğunda bitkiden elde edilmek istenen etken madde, laboratuar ortamında kopya edilmektedir. Son yıllarda sentetik ilaçlarla meydana
gelebilen ciddi yan etkilerin yol açtığı medikal ve ekonomik sorunlar,
“yaratıcıları” arasında uluslar arası ilaç sanayiinin de yer aldığı, endüstrileşmiş
ülkelerdeki çevre kirliliğinin güçlendirdiği ekolojik yaklaşımlar ve hareketler,
küratif tedavileri henüz mümkün olmayan bir çok kronik hastalığın oluşturduğu
tehdit ve doğallığın her zaman etkili ve yan etkiden arınmış olduğu düşüncesi
gibi bir çok faktöre bağlı olarak bitkisel tedavi tekrar popüler
hale gelmiştir. 1997 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nde bitkisel ilaçların
satışının bir önceki yıla göre %59 'luk bir artış göstermiş olması , hastaların
%3-5’lik bir bölümünün temel tedavi olarak sadece bitkisel tedavi alıyor
olması, bu tedaviler için yalnız Amerika’da yılda 3,24 milyar dolar,
İngiltere'de 40 milyon sterlin harcanması, Dünya Sağlık Örgütü’nün insanların
%80'inin doğal tedaviye inandığını açıklaması bu popülaritenin iyi bir
göstergesidir. Halen bitkisel ilaçlara gönül veren bir çok hasta bitkisel
ilacını, aktardan aldığı bitkiden veya bitki parçalarından
kendi mutfağında hazırlar ve genelde doktora veya diğer bir uzmana danışmadan
kullanır. Diğer yandan, konvensiyonel sentetik ilaç üretimi kalitesinde
ve standartlar temelinde bitkisel ilaç üreten firmaların sayısı da giderek
artmaktadır.
Ancak, unutulmamalıdır ki, doğal olan her zaman güvenli olan demek değildir. Pek çok bitki yüksek derecede toksiktir ve diğer komplemanter tedavi yöntemleri içinde fitoterapi yan etki ve toksisite yönünden çok daha fazla risk taşır. Yapılan bir araştırmada, Kuzey Amerika’da bitkilerden zehirlenenlerin sayısının hayvanlar tarafından yaralananlardan daha çok olduğu ortaya konmuştur. Literatürde ise kullanılan şifalı bitkilerin bir kısmının hepatotoksik olduğunu kanıtlayan çeşitli çalışmalar ve zaman zaman ölümcül olduğunu gösteren vaka sunumları bulmak mümkündür. Bu tür bir tedavinin direkt toksik etkisinden başka, hastanın kullandığı diğer konvensiyonel ilaçlarla tehlikeli boyutlarda etkileştiği bilinmektedir. Tabloda bu etkileşimlerden en iyi bilinenler gösterilmiştir. Çeşitli kuruluşlar bu denli toksik
olabilen ve bir o kadar da rağbet gören şifalı bitkilere belli standartlar
getirmeye ve fitoterapiyi bir “ototerapi” olma şeklinden çıkarmaya çalışmışlardır.
Bu tür girişimlerin en çok yapıldığı ülke İngiltere’dir. Exeter Üniversitesi
ve Ulusal Medikal Herbalist Enstitüsü, uygulayıcılar tarafından bildirilen
yan etkilerin kaydedildiği bir veri bankası olan ‘yeşil kart’ sistemini
oluşturmak için çaba sarfetmektedir. Yine aynı enstitü ve diğer bazı merkezler
patoloji, biyokimya, farmakoloji, farmakognozi, fizyoloji, botanik, beslenme,
klinik tanı ve diğer komplemanter tedavi yöntemlerini kapsayan 4 senelik
bir kurs düzenlemekte ve mezunlarına tüm ülkede geçerli herbalist diploması
vermektedir. Benzer çalışmalar Amerika ve diğer bazı Avrupa ülkelerinde
de yapılmaktadır.
Sonuçta, bir tarafta tüm temellerini bilimselliğe oturtmuş günümüz tıbbı, diğer tarafta bilimsellikten/kaliteden uzak kaynaklara dayanılarak, uzman kontrolü olmadan başlanan, standartları belirlenmemiş ilaçlarla yapılan tedavileri bünyesinde bulunduran fitoterapi. Bu manzarada, ikisi arasında çizilmiş hassas sınırı da yadırgamamak gerekir. Son yıllarda bu durumu değiştirmek için, uluslararası kabul görmüş dergilerde de yayınlanan, bitkilerin etkinliğini kesin olarak ortaya koyan bazı bilimsel çalışmalar yapılmıştır: Serenoa Repes bitkisinin semptomatik bening prostat hiperplazili hastalarda fenasteride eş etki gösterirken daha az yan etkisi bulunduğunu kanıtlayan , geleneksel Çin bitkisel tedavisinin adult atopik dermatitinde etkili olduğunu gösteren, Hypericum Perforatum' un orta derecede depresyon üzerine amitriptilin ile karşılaştırılabilen düzeyde olumlu etkisi olduğunu ispat eden, Echhinacea 'nın soğuk algınlığının önlenmesi ve tedavisinde etkin olduğunu bildiren çalışmalar örnek olarak gösterilebilir. Bu çalışmalara rağmen fitoterapi hala
güvenliği ve etkinliği tam olarak kanıtlanamamış bir tedavi yöntemidir.
Bu yüzden bir bitkisel ilacı reçete ederken veya insanları bu konuda bilgilendirirken
basit ancak önemli birkaç kuralı unutmamak gerekir :
|
||
|
|||