NUTUK'TAN : ATATÜRK DÖNEMİ - 4
MECLİS'TE YAPILAN GÖRÜŞMELERİN MUHALİF BASINDAKİ YANKILARI
Efendiler, o gün de gensoru görüşmeleri bir sonuca bağlanamadı;
ertesi güne bırakıldı. 8 Kasım günü yapılacak görüşmeleri beklemek
üzere, biraz da o günlerdeki bazı yayınları gözden geçirelim.
Vatan gazetesinin 5 Kasım l924 tarihli sayısındaki başyazıda,
Hükûmet'i tenkit edenler ve muhalefette yer alanlar öğülmekte,
Hükûmet taraftarları suçlanmaktadır. Başyazar, "Daha ağzını
açmayan tenkitçi adaylarına karşı, her gün kulaktan kulağa yeni
bir saldırgan söz fısıldanıyor. Hükûmetçi gruptan olan her kimse
rastlarsanız, o günün gizli günlük emrindeki sözleri olduğu gibi
işitirsiniz," dedikten sonra, sözlerini doğrulamak için birtakım
örnekler sayıyor ve "Körükörüne emre uymayan, gerçeği görüp söylemek
isteyen kimseleri, daha başlangıçtan susturmak için her vasıtaya
başvuruyorlar," ve "keyfî irade, tabiî ve istikrarlı durumun
üstünde, hâkim olma niteliğini korumaya devam edecektir," diyor.
Efendiler, yazar "gizli günlük emir" ve "keyfî irade"
deyimleriyle, millete neyi haber vermek istiyordu? Gizli günlük
emirler veren, keyfî iradesini hâkim kılan kimdi? Bu gizli kapaklı
sözleri kullanan makale yazarı, sonunda bize "Taraf tutmaksızın,
bir hakem durumunda, her iki tarafı da çağırıp dinlemek,
Cumhurbaşkanlığı'nın en nazik ve önemli görevidir," öğüdünü veriyor.
Bu görevin hemen yapılmasını istiyor ve "çünkü yarın pek geç
olabilir!" diye tehdit ediyor.
Bir gün sonra, benim Meclis'in yeni dönemini açış nutkumdan söz
eden aynı yazar, "Tenkit eğilimi gösteren en hür düşünceli
vatandaşları, zaman zaman susturmaya çalışan tekelci bir siyasî
sistem, gelişme ve ilerleme için kahredici bir cehennem demektir,"
cümlesiyle, uyguladığımız sistem için pek haksız ve insafsız bir
iftirada bulunuyor ve, "Uğursuz gidişin belli bir noktada
durdurulması, yeni bir çığır açılması lâzımdır," diyerek, bize
yeniden görevimizi hatırlatıyordu.
Vatan yazarı, bir gün sonra yazdığı "Sokaktaki Adam" başlıklı
baş makalesini, "İnşallah iyi olur, demekten başka yapacak şey
kalmamış gibi görünüyor," cümlesiyle bitiriyordu.
8 Kasım 1924 tarihli Vatan gazetesinde yayınlanan bir Ankara
telgrafında, "Meclis, yüksek mevkide bulunanlar uygun görmedikçe
kabineyi düşüremeyecektir," tarzında büyük harflerle yazılmış ve
"Rauf Bey'in dünkü konuşmasında, gensoru dışında önemsiz şeylerden
söz etmekle, gensoru isteyenlerin durumunu sarstığı ve gensoru
dâvâsının etkisini azalttığı söylenmektedir," gibi haberler vardır.
Vatan gazetesinin, gensoru dâvâsını takip için özel olarak
gönderdiği muhabiri, izlenimlerinde pek isabet göstermiyorsa da,
gensoru meselesinin etkisini azaltma sebebi ile ilgili haberinde
aldanmış görünmüyordu.
Efendiler, Tevhid-i Efkâr başyazarı da, bir sürü başmakalelerle
muhalefeti destekleyip cesaretlendiriyor; kendini savunan Hükûmet'in
ve Hükûmet'i tutan milletvekillerinin kendilerini savunmalarını ve
söz söylemelerini bile istemiyordu. Bu başyazar diyordu ki:
"Meclis'te Hükûmet'i tutan milletvekilleri, böyle her önemli işi,
gürültüye boğmak eğlencesinde devam ederek, bunları tenkit edenleri
susturdukça, hiç şüphe yokki, İsmet Paşa Hükûmeti güvenoyu
alacaktır. Ancak, bu güven oyunun gerçek değeri, nihayet, küçük
bir sandığın içine çok sayıda beyaz kâğıt atılmış olmasından ibaret
kalacaktır."
Bu safsatalar üzerinde durmaya gerek yoktur. Biraz da Tanin
gazetesine bakalım:
Tanin'in "Siyasî Mayalanmalar" adlı bir
başmakalesinde, "Kutsal Milli Mücadele'de büyük hizmetleriyle
tanınmış, saygıdeğer ve güvenilir bazı kimseler arasında bir
işbirliği yapılmakta olduğu" haberinin alındığından; "Halk
Partisi'ni ve Hükûmet'i samimî olarak tutan basının" bu haberleri
büyük bir hoşnutsuzlukla karşılayıp yorumlamalarından" ve
"kurulmakta olan yeni partiyi, daha şimdiden gözden düşürecek
şekilde düşünceler ileri sürülmesine kalkışıldığından" söz
edilmektedir. Makalede, program konusu üzerinde de durularak, Halk
Partisi'nin bir programının bulunmadığına işaret edildikten sonra,
"Biz Halk Partisi'nden hiç memnun değiliz, fakat Halk Partisi'nin
ilkeleri adına söylenen ve görülen şeyleri tamamiyle benimsiyoruz,"
deniliyor ve Halk Partisi'nin ilkelerinden ne anlaşıldığı
açıklanarak, "Fakat acaba gerçektede öyle midir?" sorusu ortaya
atılıyor. Yazar, bu soruya olumsuz cevap veriyor ve "Gönlümüz,
karşısında böyle yenilikçi ve reformcu bir partiyi görmek istediği
için, Halk Partisi'ni bu dediğimiz şekilde hayal ediyoruz," diyor.
Ondan sonra yazar, şunları söylüyor: "Halk Partisi'nin programı
ve sözleri başkadır, tuttuğu yol başkadır. Halk Partisi nin
demokratlığı dudaklarındadır."
Bu görüşün sahibi, birinci cümlesiyle, "Halk Partisi, Cumhuriyet
ilân edeceğini, hilâfeti kaldıracağını programına yazıp ilân etmedi
ve söylemedi; fakat fiilî olarak yaptı," demek istiyorsa, doğrudur!
Ancak, ikinci cümle ile Halk Partisi'ne yönelttiği suçlama doğru
değildir.
Makale sahibi, muhalif kimselerin iktidar mevkiine geçmek
istemelerinin kanunî hakları olduğunu ispatlamak için kullandığı
birçok söze şunu da ekliyor: "Vatan düşüncesiyle hareket etmek,
yalnızca Tanrı'nın iktidar mevkiindeki kimselere hak olarak
bahşettiği bir fazilet midir?"
Tanin başyazarı, 4 Kasım 1924 tarihinde yazdığı "Ordu ve
Siyaset," adlı bir başmakalede de şu düşünceleri ileri sürüyor:
"Hükûmet şekli Cumhuriyet'tir. Fakat, hükûmetin yalnız adını
değiştirmek hiçbir yarar sağlamaz. Asıl değiştirilmesi gereken
nokta, işin ruhudur, prensipleridir. Bugün Amerika'da, Birleşik
Amerika Devletleri dışında daha yirmi kadar memleket vardır ki,
hepsinin adı da Cumhuriyet'tir. Hattâ, hep sömürgeden meydana gelen
Haiti bile bir Cumhuriyet idi. Fakat, buralarda, Cumhuriyet'in
istibdat rejiminden farkı pek azdır. Soydan gelen bir hükümdar
yerine, zorla Cumhurbaşkanlığı'na gelmiş bir zorba görürüz. İşte
bu kadar! Reisicumhur adını taşıyan bu zorba devleti keyfince
yönetir. Mutlak bir hükümdar gibi, keyif ve hevesinden başka bir
kanun tanımaz."
Tanin başyazarı, söz konusu ettiği Amerika Cumhuriyetleri'nden
Şili'yi bir yana bırakarak, diğerleri için diyor ki: "Hiçbirisi,
bugün, gerçek Cumhuriyet adını taşımaya lâyık değildir. Çünkü
demokrasiye... dayanmıyorlar; 'Cumhuriyet' adı altında mutlak
hükûmetlerin hâkim olması, liderlerin asker olması yüzündendir."
Burada bir an durmak isterim. Efendiler, bu makale, milletvekili
olan komutanların, milletvekilliğinden istifaları üzerine ve o
münasebetle yazılıyor. Fakat öyle bir zamanda yazılıyor ki,
ordularımızın müteftişleri, orduları bırakıp Hükûmet'i düşürmek
için Meclis'e gelmişlerdir. Bu yazar da, onların iktidar mevkiine
geçmek istemelerinin kanunî hakları olduğunu ispat için, daha bir
gün önce sütunlarca yazı yazmıştır. Cumhuriyet'in, mutlak hükûmet
rejiminden farksız olabileceğine örnekler sıralayan ve bunun
sebebinin de demokrasiye dayanmamak olduğunu söyleyen yazar,
"Hükûmet partisinin demokratlığı dudaklarındadır," diyen zattır.
Bunun böyle olması "askerî liderler yüzündendir," diyen kimse,
Türkiye Cumhurbaşkanı'nın da askerî liderlerden biri olduğunu
bilen kimsedir. Bu kimsedir ki, askerî liderlerden olan filân
ve filânları, yine askerî liderlerden olan Türkiye Cumhurbaşkanı
ve Türkiye Başbakanı ile karşı karşıya getirip biribirlerine cephe
aldırmak için, bütün gücüyle çalışıyor ve sonra sevmediği tarafın
yıkılmasını millete gerekliymiş gibi gösterebilmek için, sözde
dikkate değer ve ibret alınacak örnekler veriyor ve hangi general,
başına daha çok âsi toplayabilirse, Cumhurbaşkanlığı'na o geçer;
"ordu komutanları ve eşkiya reisleri birbirleriyle çarpışarak
Cumhurbaşkanlığı makamını zorla ele geçiriyorlar," diyor.
Efendiler, bu ve buna benzer sözlerin ne maksatla ve nasıl bir
duygu içinde yazıldığını fark etmemek ve bu gibi yayınların Meclis
üyeleri üzerinde ve kamuoyunda bırakacağı olumsuz ve zararlı
etkileri anlamamak mümkün değildi. Ne yazık ki, bu bozguncu etkiler
gerçekten de fiilî tepkilerini göstermiştir.
Refet, Kâzım Karabekir ve Ali Fuat Paşa'ların, Millî Savunma
Komisyonu'na seçilmemiş olmalarından üzüntü duyan aynı cumhuriyetçi
yazar, bu defa da, ordu komutanlarının, ordulara etki yapabilecek
bir komisyona seçilmemiş olmalarını doğru bulmuyor. Bu noktada,
pek sevdiğini anlatmak istediği demokrasiye uygun davranıştan bile
vazgeçiyor. Bu düşünceleri içine alan cümleleri hep birlikte gözden
geçirelim.
"Siyaset" başlığı altında yazılmış yazılar arasında "Millî
Savunma Komisyonu, Millet Meclisi'nin hemen hemen en az siyasî
olan, hattâ siyasetle hiç ilgisi bulunmayan bir çalışma koludur,"
cümlesi okunur. Yazar, bu cümle ile, "Meclis'e giren ordu
müfettişlerinin siyasetle ilgisi bulunmayan bir alanda çalışmalarına
neden ve ne için meydan verilmedi?" demek istiyor. Buna şu yolda
cevap vermek mümkündür: Millî Savunma Komisyonu siyasî işlerle
ilgisi bulunmayan bir komisyon olduğuna göre, oraya sırf siyasî
işlerle uğraşmak üzere Meclis'e gelmiş olanları sokmakta sakınca
vardı da onun için!
Yazar, bu cümleden sonra devam ederek diyor ki: "Burada,
vatanın namus ve istiklâlini savunacak orduyu yönetmeye daha düzenli
ve mükemmel bir duruma getirmeye ve gelişmiş bir şekle sokmaya
yarayan kanunlar yapılacaktır. Kendilerini politikacılık hırsına
kaptırmayıp da yalnız vatanı düşünenlerin, bu görevi, ordu ileri
gelenleri arasında en muktedir kimselere vermeleri bir vatan
borcudur."
Bu cümleler üzerinde de biraz duracağım.
Ordunun yönetimi, daha düzenli ve mükemmel bir duruma getirilmesi
ve daha da gelişmiş bir şekle sokulması hususu çok önemlidir. Bu
hususla görevli bulunan ve uğraşan makam "Genel Kurmay" dır.
Yazarında dediği gibi, bu makamda en seçkin komutanlarımız
bulunmaktadır. Ordunun yönetimi, düzenlenmesi ve daha mükemmel
bir duruma getirilmesi işlerini üzerine almış bulunan Genel Kurmay,
gerektikçe, bu konularda Hükûmet'e tekliflerde bulunur.
Genel Kurmay'ın ve Hükûmet içinde yer alan Millî Savunma
Bakanlığı'nın enine boyuna düşünüp tespit ettikleri meseleler,
her yıl toplanan "Yüksek Askerî Şûrâ" tarafından incelenir ve
görüşülür. Yüksek Askerî Şûrâ; Genelkurmay Başkanı, Millî Savunma
Bakanı, Bahriye ve Ordu Müfettişleri'nden oluşur. Yüksek Askerî
Şûrâ'nın incelemesinden geçen ve uygulanması kabul gören hususlardan,
gerekli bulunanlar Hükûmet'e teklif edilir. Bu teklifler içinde
uygulanmak üzere kanunlaşması gerekenler varsa, işte onlar Meclis'e
sunulur. Meclis'te usulüne uyularak Millî Savunma Komisyonu'ndan ve
ilgisi varsa başka komisyonlardanda geçtikten sonra, Meclis Genel
Kurulu'nda görüşülür ve kanunlaştırılır.
Millî Savunma Komisyonu'ndaki üyelerin askerlikten anlaması
gerekir. Fakat yalnız askerlikten anlaması yeterli değildir.
Devletin maliyesinden, siyasetinden ve daha birçok şeyden de
anlaması gerekmektedir. Yalnız askerlikten anlamak, ordu ile
ilgili kanun tasarıları hazırlamak için yeterli sayılsaydı,
Genel Kurmay'ın tespitinden ve Yüksek Askerî Şûrâ'nın da onayından
sonra, tasarıların ayrıca başka bir komisyonda veya komisyonlarda
incelenmelerine gerek kalmazdı. Zira, politika ile uğraşan kimseler,
askerlikten gelmiş olsalar bile, bütün hayatlarını ilim ve teknikle
ve askerî gelişmeleri günü gününe takip ve uygulamakla geçiren
kimselerden daha uzman ve daha yetkili olamazlar.
Ordunun yönetimi, düzenlenip daha mükemmel bir duruma getirilmesi
için pek yerinde görüşleri ve büyük tecrübeleri olduğunu zanneden
ve Yüksek Askerî Şûrâ'da kanun gereğince üye bulunan ordu
müfettişleri için en uygun çalışma alanı, orduların başındaki ve
Yüksek Askerî Şurâ içindeki yerleriydi. Ciddiyet isteyen ve mevkiin
değer ve önemini anlayıp; Hükûmet'i, Millî Savunma Bakanlığı'nı,
Genel Kurmay'ı beğenmeyip; onları, kendilerinin askerlikle ilgili
düşünce ve tasarılarını değerlendirmekten uzak görerek, siyasî
alanda çalışmayı tercih eden komutanların Millî Savunma
Komisyonu'na girmelerini sağlamaya çalışmak; Onların, Hükûmet'ten
Meclis'e gelen ordu ile ilgili her türlü teklifin sonuçlandırılmasını
engellemek ve bunları elde bir koz olarak kullanmak suretiyle
Hükûmet'i düşürmek ve Genel Kurmay Başkanı'nı değiştirmek gibi
kötü heveslerini gerçekleştirme maksadına dayanabilir. Tanin
başyazarının da, bu noktadaki gayesinin başka bir şey olduğunu
zannetmek abestir.
Gayesinin gerçekleşmemesi yüzünden "kaygılı ve üzüntülü" olan
yazar, "Eski Atina Cumhuriyeti'nde demokrasinin koyduğu ilkelere
o denli sıkı sıkıya bağlı idiler ki, yönetimle ilgili kolların
hiçbirinde, bilgi ve uzmanlık bakımından bile bir üstünlük kuralı
kabul edememişlerdi. Demokrasideki bu aşırılığa rağmen, Atina
demokrasisinde, generaller bu kuralların dışında tutulmuşlardır,"
diyor.
Halk Partisi'nin demokratlığının dudaklarında olduğunu ve
Cumhuriyet'in mutlak hükûmet rejiminden farksız bulunduğunu millete
anlatmaya çalışan bir kimsenin, bu safsatasını daha gazetesinde
okunmakta olduğu günlerde, iktidar mevkiine geçirmek gayretine
koyulduğu generallerin demokrasi kurallarının bile dışında
tutulabilecekleri görüşünü ileri sürmesi, sanırım ki, dürüst
insanların yapabilecekleri hareketlerden değildir.
Efendiler, kin ve ihtiras, bir insanın düşüncesini ve vicdanını
kararttığı zaman o insan nasıl konuşur, buna bir örnek ister
misiniz?
İşte buyurunuz, aynı yazarın şu sözlerini dinleyiniz: "Halk
Partisi'ne İsmet Paşa Hükûmeti'nin memlekete gösterdiği çirkin
çehre! Şahsi ihtiraslarının peŞinde bu kadar esîr olan önderler,
milli bir parti kurmak ve milleti temsil etmek iddiasına
kalkışamazlar."
"Geleceğin ümidiyle kaynayıp coşan gençler, taze ve temiz
canlarını feda ettiler. Memleketi kurtarmak için! Memleketi,
kendilerinden ve ihtiraslarından başka birşey düşünmeyen
politikacılar elinde oyuncak etmek için değil!"
Gerçeğin tam tersini dile getiren bu demagoji ve safsata sahibi
yazar, bizim kurduğumuz partiyi, bizim hükûmet kurmakla
görevlendirdiğimiz İsmet Paşa'nın ve Hükûmeti'nin çehresini çirkin
görüyor ve gösteriyor.
Efendiler, bizim çehremiz her zaman temiz ve aktı; her zaman
da temiz ve ak kalacaktır. Çehresi çirkin, vicdanı çirkinliklerle
dolu olanlar, bizim vatanseverce vicdan temizliği ile ve namusluca
davranışlarımızı, kendi bayağı ve çirkin ihtirasları yüzünden çirkin
göstermeye kalkışanlardır.
MECLİS'TEKİ GENSORU GÖRÜŞMELERİNİN SON GÜNÜ
Efendiler, 8 Kasım günü, Meclis'te gensoru görüşmelerine devam
edildi. Feridun Fikri Bey'in "Meclis soruşturması" nın kabûlü ile
ilgili konuşması, birçok konuşmacının sözleriyle karışarak hayli
uzadı. Ondan sonra Yunus Nadi Bey kürsüye çıkarak, "Efendiler,"
dedi, "memleketin rejimi söz konusudur. Cumhuriyet rejimi söz
konusudur. Herşeyden önce bu meseleyi görüşmek lâzımdır!"
Yunus
Nadi Bey, Rauf Bey'in bir gün önceki sözleri üzerinde durarak,
millî hâkimiyet mi Cumhuriyet'in gelişmesinden doğmuştur? Yoksa
Cumhuriyet mi millî hâkimiyetin gelişmesinin sonucudur?" şeklinde
bir nazariyenin tartışılmasının yersiz olduğunu açıkladı.
Rauf Bey'in "Değil halifenin, saltanatın, bu makamın haklarını
elinden alabilecek olan herhangi bir makamın aleyhindeyim"
şeklindeki sözlerini, Yunus Nadi Bey, şöyle yorumladı: "Rauf Bey'e
göre bu makamın hakları vardır. İfade açıktır. Saklı hakları vardır.
Sakın kimse almasın, günün birinde belki lâzım olacaktır. Halbuki
Teşkilât-ı Esasiye Kanunu çıkmıştır. Bütün makamlar tespit
edilmiştir. Bütün durumlar kanunda yerini almış, belirtilmiştir.
Ama hâlâ efsaneden safsatadan söz ediyor."
Bundan sonra Yunus Nadi Bey şunları söyledi: "... Cumhuriyet'i
beğenmeyen kimseler vardır. Açıkça söyleyemediklerini düşüncelerinde
besleyen yaratıklar vardır ve bunlar içimizdedirler. "... Öyle
adamların kafası ezilir, efendiler!
Yunus Nadi Bey, Rauf Bey ve arkadaşlarının gösteri yaparcasına
davranışlarından, müfettiş paşaların istifalarından ve Meclis'in
içinde oyun oynanılmayacağından söz ettikten sonra, dedi ki: "Özel
ve gizli tertiplerle bazı maksatları gerçekleştirebiliriz,
kuruntusuna kapılarak ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin köşesinde
oturarak bu türlü şeyleri yapmak saygısızlıktır. Kabul edemeyiz,
efendim."
Yunus Nadi Bey, Refet Paşa'ya ilişerek şunları söyledi:
"Yüksek malûmunuz olduğu üzere, Refet Paşa Hazretleri, altı-yedi
ay önce, basında yer alan gösterişli ve yersiz bazı açıklama ve
demeçlerle milletvekilliğinden istifa etmişlerdir. Garip bir olaydır.
Gerekçe olarak eklemişlerdi ki, milletvekilliğinden çekilmelerinin
sebebi, karanlık odada, yalnız arkadaşları arasında bir millî and
mı ne, bir şey varmış. Orada toplanan arkadaşları iş başına
getirecekmiş. Efendim, çok merak ettim bu işi."
Afyonkarahisar Milletvekili Ali Bey, yerinden söze karıştı ve:
"Yani generaller hükûmeti," dedi. Yunus Nadi Bey, "Çok merak ettim
bu işi," diyerek sözüne devam etti ve dedi ki: "Teşkilât-ı
Esasiye Kanunu vardır. Cumhuriyet kurulmuştur. Hükûmetin nasıl
teşkil edileceği orada yazılıdır. Bütün bunları idare eden bir
Türkiye Büyük Millet Meclisi vardır. Hayır, bunlar yeterli değildir.
İstenir ki, Refet Paşa milletvekilliğinden istifa etsin ve gitsin
hükûmet kursun; yakın arkadaşlar toplansın... Ne kanaattir bu?"
"Efendim, dağ başında mıyız? Demirci Efe'yi alıp gelip de hükûmet
mi kuracaktı? Meclis yok mudur? Teşkilât-ı Esasiye Kanunu yokmudur?
Bu ne mantıksızca harekettir."
Refet Paşa, Yunus Nadi Bey'e cevap vermek üzere kürsüye çıktı.
Kendisini savunmaya çalışırken, Rauf Bey iIe aralarında bir fikir
birliği olduğundan, Rauf Bey'in söylediği her şeyin onun hesabına
da kaydedilmesi gerekeceğinden söz ettikten sonra, "İki asker
milletvekilinin Meclis'e dönmelerini istemişsem, acaba Çin'de
olduğu gibi bir cumhuriyeti mi yapmak istemiş olurum?" dedi. Refet
Paşa'nın sözlerine, birçok milletvekili oturdukları yerden kısa
cevaplar vermeye başladılar. Hemen hemen karşılıklı tartışmaların
yapıldığı bir konuşma oldu. Nihayet, kürsü başka bir muhalif
konuşmacıya bırakıldı. Bundan sonra kürsüye çıkan Mahmut Esat Bey
(İzmir), "... Günlerden beri sürmekte olan ve sonu bir türlü
gelmeyen görüşmelere ne inkılâbın ve ne de milletin tahammülü
vardır," dedikten sonra durumun inkılâb adına, inkılâbı ileri
götürmek adına hükûmeti düşürmek"ten ibaret olmadığını belirtti.
Mahmut Esat Bey, her şeyden önce gidilecek yolların belirtilmesi
gerektiğini, o takdirde daha samimî ve daha kesin olarak
yürünebileceğini söyledi ve Rauf Bey'in görüşüne tenıas ederek
şöyle bir değerlendirme yaptı: "Millî hâkimiyet başka bir konudur.
Cumhuriyet, meşrutiyet, mutlakiyet rejimleri ve istibdat daha başka
konulardır. Bunlardan bir kısmı devlet şekilleridir. Diğerleri
millet iradesinin kullanılması ve uygulanmasıdır. Bu dört şekil
içinde, millî hâkimiyetin çeşitli yollarla uygulandığını görüyoruz.
Hattâ bir parça istibdat şeklinde bile vardır. Meşrutiyette biraz
daha fazla, Cumhuriyet'te daha fazla. Bundan dolayı, burada iki
şeyi birbirine karıştırmamak gerekir, Millî hâkimiyet, Cumhuriyet'in
gelişmesinin eseridir, denemez. Çünkü millî hâkimiyet, şekil
değildir. Ruh ve öz meselesidir."
Mahmut Esat Bey, Rauf Bey'in şahsî görüş diye ortaya attığı
sözler üzerinde, gerektiği kadar durduktan sonra, "Türk inkılâbı
yükseliyor. Ancak, bu inkılâbı sür'atle hedefine, milletçe beklenen
hedefine ulaştırabilmek için, bir an önce gerçek durumun açıklık
kazanması lâzımdır. Türk milleti, ortada, demokrasi adına çekilmiş
bir kılıç gibi, bunu beklemektedir," sözleriyle konuşmasına son verdi.
Bundan sonra, Adalet Bakanı Necati ve Millî Eğitim Bakanı Vâsıf
Bey'ler, muhalif konuşmacıların sorularına uzun konuşmalar yaparak
cevap verdiler.
RIZA NUR BEY'İN ARNAVUTLAR'I TÜRKLÜĞE KARŞI AYAKLANDIRMAYA
ÇALIŞANLARDAN BİRİ Maliye Bakanı, Mustafa Abdülhâlik Bey, konuşmasına başlamadan
önce, Rıza Nur Bey'den, zabıttaki sözlerinden bazılarının
açıklanmasını istedi. Rıza Nur Bey, Yanyalı'ların Türklüğünü
şüpheli gösterecek şekilde sözler söylemişti. Abdülhâlik Bey,
Rıza Nur Bey'in düşüncesindeki yanlışlığı şöyle düzeltti: "Doktor
Bey altı yüz yıl önce, Arnavutluğun bir parçası olan Yanya'ya giden
atalarımın orada bıraktıkları torunlarını başka bir soydanmış gibi
göstererek onları itham ediyor. Hem de kim? Maalesef öyle savgıdeğer
bir arkadaşım ki, altı yıldan beri mutaassıp bir milliyetçi olmuştur.
Daha önce öyle değildi. Kendisi daha iyi bilirler. Ben, o Yanyalı
dedikleri adam, Türklük için silâhla savaşırken, kendileri tam
tersine, Arnavutlar'ı Türklüğe karşı ayaklansınlar diye
kışkırtmıştır. Gerçekten de Rıza Nur Bey'in siyasî hayatında birçok
mücadelelere katıldığı biliniyordu. Bu durumu, milliyetçi olarak
Millet Meclisi devrinde, ona hizmet ve çalışma alanları
gösterilmesine engel sayılmamıştı. Fakat, Türkler'in Rumeli'den
çıkarılması gibi, her Türk'ün kalbinde sonsuz ve unutulmaz bir
acı yaratan büyük felâket olayında aşırı milliyetçi Rıza Nur Bey'in,
Arnavut âsileriyle birlikte Türkler'e karşı çalıştığını bilmiyorduk.
Bu durum anlaşılınca Büyük Millet Meclisi'ni hayret ve dehşet
kapladı."
Bundan sonra Maliye Bakanı öteki konular üzerindeki açıklamalarına
geçti. Onun arkasından Tarım Bakanı Şükrü Kaya Bey söz aldı. Şükrü
Kaya Bey, özellikle Tarım Bakanlığı'nı tenkit eden bir konuşmacıya
cevap verdi ve ziraat işlerinin güzel cümleler, güzel sözler ve
güzel mantıklarla gizlenecek bir şey olmadığını açıkladıktan sonra,
"Bu toprağa yazılan bir eserdir. Onun sayfaları açık ve herkes
tarafından okunmaktadır," dedi ve ilâve etti: "Kalkıp da yüce
Meclis'in huzurunda, şöyle yapıldı, böyle yapıldı gibi demagoji
yapılabilir mi? Bu ne cür'ettir?"
Ticaret Bakanı Hasan Bey ve Bayındırlık Bakanı rahmetli Süleyman
Sırrı Bey'den sonra konuşma sırası Dışişleri Bakanlığı'na ve
Başbakanlık'a geldi.
Efendiler, Başbakan İsmet Paşa, gensorunun genel olmasını teklif
ettiği günden sonra, görüşmelere katılamayacak kadar, hastalanmış,
yatıyordu. Millî Savunma Bakanı Kâzım Faşa, İsmet Paşa adına
kürsüye çıkarak gereken açıklamaları yaptı.
Artık gensoru görüşmelerine son verme zamanı gelmişti. Görüşme
yeterliği kabul edildikten sonra, Feridun Fikri Bey'in Meclis
soruşturması önergesi reddedildi.
BÜYÜK MİLLET MECLİSİ'NİN İSMET PAŞA KABİNESİ'NE GÜVENOYU
VERMESİ MUHALİF 19 oya karşı 148 oyla İsmet Paşa Hükümeti güven oyu aldı. Bir
kişi de çekimser kalmıştı. Efendiler, Meclis'te yenilmiş olanların
gazeteci arkadaşları, bu sonucu elbette hiç beğenmediler. Daha
küskün ve inatçı bir şekilde hücumlara geçtiler.
9 Kasım tarihli Vatan gazetesinin başmakalesi, "Bugünkü idare
şekli, adına göre millî hâkimiyetin en yüksek şekli olmuştur.
Fakat hükûmetçilerin zihniyeti biraz kazılsa, hemen hiç değişmemiş
olduğu görülür," ve "Bugün gerici kelimesi yeniden sık sık
kullanılır olmuştur," şeklinde tenkitlerle doludur.
10 Kasım tarihli Vatan'ın "Meydan Muharebesi'nin Neticesi"
başlıklı başmakalesinde Timurlenk'in fil hikâyesi tekrarlandıktan
sonra, Hükûmet'i düşürmeye çalışanların iyi hareket edemediklerinden
yakınan şu düşünceler yer alıyordu: "Ankara'da ilk gensoru
görüşmeleri başladığı zaman, ortada tenkitçi, azimli bir çoğunluk
vardı.Tenkitçiler bu durumu idare edemediler. Teşkilâtsız
kimseler olarak teker teker tenkitlerde bulundular. "Teker teker
yapılan tenkitler bile, sağlam ölçülerle yürütülemedi. Gensoru
genelleşince, tatil zamanındaki not defterlerini açan olmadı. En
keskin tenkitçiler bile, dillerinin altındakini söylemekten
çekindiler."
Makale sahibi, duruma , politikacılık açısından bakarak, diyor
ki: "Hükûmetçilerin mükemmel bir ayarlama ile ve başından sonuna
kadar iyi düşünülmüş bir plânla hareket ettikleri görülür."
Burada, insanın makale sahibine şöyle bir soru soracağı geliyor:
Milletin kaderinin sorumluluğunu ellerine aldırmak istediğiniz
kimseler, aylarca ve aylarca hazırlandıktan ve İstanbul'daki
arkadaşlarıyla da uzun boylu görüştükten sonra, sizin de belirttiğiniz
gibi, dillerinin altındakini söylemekten çekinecek kadar kendilerine
güvenemezlerse, topu topu ondokuz buçuk kişinin Meclis'teki
hareketini birleştiremeyecek kadar güçsüz olurlarsa, bu kimselerin
devletin başına geçmeye lâyık oldukları düşünülebilir mi?
Efendiler, Tanrı'nın "Mirsad-ı İbret" sütunundan da birkaç cümle
okuyacağım. Bu sütunu dolduran yazar, bütün memleket Meclis'in
genel görüşünü seyrettiriyor ve ona, "Eyvah! Bu da ötekiler gibi
çıktı," dedirtiyor.
Pusuya yatan bu yazar, kulağına şu sözlerin fısıldandığını da
işitiyor: ".. Eski yıkıntılarla yapılan bir binadan ne umarsın
ki!..."
Acaba, bu yazıları yazmış olan kimse, o gün gerçekten böyle
mi duygulanmıştı? Yoksa, bu anlamsız sözleri, milleti bize karşı
kışkırtmak için bile bile mi yazıyordu? İster öyle, ister böyle
olsun, her ikiside doğru değildi. Bu türlü yazarlar Cumhuriyet'e
kötülük etmişlerdir.
Efendiler, Tevhid-i Efkâr'ın da "Faydasız ve kıymetsiz bir
Zafer" diye yazdığı yararsız ve değersiz yazıları devam ediyordu.
TERAKKİPERVER CUMHURİYET FIRKASI VE EN HAİN KAFALARIN ESERİ
OLAN PROGRAMI
Saygıdeğer Efendiler, komployu konusunu açıklarken ve komplonun
Meclis içindeki safhasını anlatırken, önemsiz gibi sayılabilecek
bazı ayrıntılar üzerinde durdum. Bunda beni haklı bulacağınızı
umarım. Hatıra gelir ki, her hükûmet, her zaman bu gensoru önergesi
ile sorguya çekilebilir. Bir gensoruya bu kadar önem vermek doğru
mudur? Arz etmeliyim ki, söz konusu olan gensoru normal bir gensoru
denildi. Hazırlanan komplonun özel bir safhasıydı. Bu gensoru
sahnesinden sonradır ki, muhalifler, maskelerini atmaya mecbur
edildiler. Bilindiği üzere "Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası"
diye bir parti kurdular. Bu partinin gizli eller târafından çizilen
programını da ortaya attılar.
"Cumhuriyet" kelimesini ağızlarına almaktan bile çekinenlerin,
Gumhuriyet'i doğduğu gün boğmak isteyenlerin, kurdukları partiye
"Cumhuriyet" ve hem de "Terakkiperver Cumhuriyet" adını vermiş
olmaları, nasıl ciddîye alınabilir ve ne dereceye kadar samimî
sayılabilir?
Rauf Bey ve arkadaşlarının kurdukları bu parti "Muhafazakâr"
adı altında ortaya çıkmış olsaydı, belki bir anlamı olurdu. Fakat
bizden daha çok cumhuriyetçi ve bizden daha çok ilerici olduklarını
iddiaya kalkışmaları elbette doğru değildi.
"Parti, dinî düşünce ve inançlara saygılıdır" ilkesini bayrak
olarak eline alan kîmselerden iyi niyet beklenebilir miydi? Bu
bayrak, yüzyıllardan beri cahilleri, bağnazları ve hurafelere
inananları kazdırarak özel çıkarlar sağlamaya kalkmış olanların
taşıdıkları bayrak değil miydi? Türk milleti, yüz yıllardan beri,
sonu gelmeyen felâketlere, içinden çıkabilmek için büyük
fedakârlıkların gerekli olduğu pis bataklıklara, hep bu bayrak
gösterilerek sürüklenmemiş miydi?
Cumhuriyetçi ve yenilikçi olduklarını zannettirmek isteyenlerin,
yine bu bayrakla ortaya atılmaları, dinî bağnazlığı coşturarak,
milleti, Cumhuriyet'e, ilerlemeye ve yenileşmeye karşı kışkırtmak
değil miydi? Yeni parti, dinî düşünce ve inançlara saygı perdesi
altında "Biz Hilâfet'i yeniden isteriz; biz yeni kanunlar
istemeyiz; bize Mecelle yeterlidir; medreseler, tekkeler, cahil
softalar, şeyhler, müritler biz sizi koruyacağız; bizimle birlikte
olunuz! Çünkü, Mustafa Kemal'in partisi Hilâfet'i kaldırdı.
İslâmiyet'e zarar veriyor; sizi gâvur yapacak, size şapka
giydirecektir," diye bağırmıyor muydu? Yeni partinin kullandığı
slogan bu gerici haykırışlarla dolu değil miydi?
Efendiler, bu slogana bağlı olanlardan birinin, çok zaman önce
(10 Mart 1923 tarihinde) idam edilmiş olan Cebranlı Kürt Halit
Bey' e yazdığı mektuptaki şu cümlelere bakınız: " İslâm dünyasının
ebedîliğini sağlayan ilkelere saldırıyorlar. Bu konudaki
açıklamalarınızı arkadaşlara da okudum. Hepsinin gayretlerini
artırdım. Batıyı örnek almak, tarihimizi, medeniyetimizi,
kaybetmeyi zarurî kılar... Hilâfet'i yıkmak, lâik bir idare
kurmayı düşünmek, hep İslâmlığın geleceğini tehlikeye sokacak
sebepleri yaratmaktan başka bir sonuç veremez."
Efendiler, olaylar ve olup bitenler ortaya koydu ve ispat etti
ki, "Terakkiperver ve Cumhuriyet Fırkası"nın programı en hain
kafaların eseridir. Bu parti, memlekette suikastçıların, gericilerin
sığınağı ve ümitlerinin dayanağı oldu. Dış düşmanların, yeni Türk
Devleti'ni körpe Türk Cumhuriyeti'ni yıkmayı hedef alan plânlarının
kolaylıkla uygulanmasına yardım etmeye çalıştı. Tarih, (gizli
maksatlarla hazırlanmış, genel ve gerici nitelikteki) Doğu isyanının
sebeplerini inceleyip araştırdığı zaman, onun önemli ve belirli
sebepleri arasında "Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'"nın dinî
konularda verdiği sözleri, doğu ya gönderdiği sorumlu sekreterinin
kurduğu örgütü ve yaptığı kışkırtmaları bulacaktır.
Hatıra defterini "fazladan ve gece kılınan namazlar"ın sevabını
anlatan hadislerle dolduran bu sorumlu sekreter, doğu illerimizde
dinî kışkırtmalarda bulunurken, partisinin programını uygulamıyor
muydu? Mâsum halka, beş vakit namazdan başka, geceleri de fazla
namaz kılmayı vaaz ve nasihat eden, belki de ömründe hiç namaz
kılmamış olan bir politikacı olursa, bu hareketin hedefi anlaşılmaz
olur mu?
Efendiler, yaptığımız inkılâbın genişliği ve büyüklüğü karşısında
eski hurafelerin ve müesseselerin birer birer yıkılışını gören
bağnaz ve gerici unsurlar, "dinî düşünce ve inançlara saygılı"
oıduğunu ilân eden bir partiye ve özellikle bu partinin içinde
isimleri ün yapmış kimselere dört elle sarılmazlar mı? Yeni parti
kuran kimseler bu gerçeği kavramış değiller midir? O halde, ellerine
aldıkları din bayrağı ile, millet ve memleketi nereye götürmek
istiyorlardı? Böyle bir soruya verilmesi gereken cevapta iyiniyet,
gailet, kayıtsızlık gibi sözler, "memleketi ileriye götüreceğim," diye
ortaya atılan bir partinin ileri gelenleri için mazeret sayılamaz!
Efendiler, yeni parti kendine ad olarak seçtiği "Terakkî" ve
"cumhuriyet" kelimelerinin tam tersi olan anlamlarla gelişmiştir.
Bu partinin liderleri, gericilere gerçekten ümit ve kuvvet
vermiştir. Buna örnek olarak arz edeyim: Erganı'de, âsîlerin
valiliğini kabul eden ve sonra asılmış olan Kadri, Şeyh Said'e
yazdığı bir mektupta, "Millet Meclisi'nde, Kâzım Karabekir Paşa'nın
partisi, şeriat hükümlerine saygılı ve dindardır. Bize yardımcı
olacaklarına şüphe etmem. Hattâ, Şeyh Eyüp'ün yanında bulunan
sorumlu sekreterleri, partinin tüzüğünü getirmiştir," diyor.
Şeyh Eyüp de yargılanması sırasında, "Dini kurtaracak tek
partinin, Kâzım Karabekir Paşa'nın kurduğu parti olup, şeriat
hükümlerine uyulacağının, parti tüzüğünde ilân edildiğini,"
söylemiştir.
Efendiler, "terakkiperver" ve "cumhuriyet" kelimelerini
kullanarak, bize ve milletin aydınlarına karşı din bayrağını
gizlemeye çalışanların, memlekette genel bir gericilik ve
ayaklanmaya yol açmak için içeride ve dışarıda türlü düzen ve
kışkırtmalarla uğraşanların varlığından habersiz oldukları
düşünülebilir mi? Yeni partiye girenlerin bütün üyelerî söz konusu
olmasa bile, dinî vaatleri başarıya ulaşmanın en etkili unsurları
sayan ve bununla ilgili sloganı tüzüklerine de koymuş olan
kimselerin, şahıslarımıza ve memlekete karşı yöneltilmiş olan
suikastlerden habersiz oldukları kabul edilemez!
Diyelim ki, bunların isyanın patlak vermesinden aylarca önce,
memleketin şurasında burasında yapılan gizli toplantılardan,
"Cemiyet-i Hafiye-i İslâmiye" teşkilâtından, İstanbul'da Nakşıbendi
şeyhlerinin yaptığı toplantıda, hazırlanacak ayaklanmaya yardım
için söz verildiğinden ve nihayet millî sınırlarımızın dışında
bulunup da Doğu isyanını kışkırtanların bildirilerinde, Kâzım
Karabekir Paşa'nın partisinden ümitle söz edildiğinden haberleri
olmadığını düşünelim. Ancak, Bunların, Fethi Bey Hükûmeti zamanında,
doğrudan doğruya Fethi Bey vasıtasıyla kendilerine, partilerinin
zararlı, isyan ve gericiliği kışkırtıcı bir durum ve nitelikte
olduğu bildirildiği zaman olsun, gerçeği görüp anlamaları gerekmez
miydi? Hükûmetin ve benim tertemiz düşüncelerle yaptığımız bu
uyarmalardan sonra olsun, gerçeği kavrayıp ona uymaları beklenirdi.
Onlar tam tersine, bu defada "dinî düşünce ve inançlara saygılıyız"
sloganını büsbütün zıt bir anlamda yorumlamaya kalkıştılar. Sözde,
bu sloganla, her dinin ve her dinden olanların düşünce ve
inançlarına saygılı olduklarını belirtmek, geniş ölçüde
hürriyetçi olduklarını anlatmak istiyorlarmış... Efendiler,
böyle bir tutuma dürüst ve samimîdir denemez!
Politika dünyasında birçok oyunlar görülür. Fakat, kutsal bir
ülkünün kendini ortaya koyduğu Cumhuriyet rejimine, çağdaş
yenileşmeye karşı, cahillik, bağnazlık ve her türlü düşmanlık
ayağa kalktığı zaman, özellikle yenilikçi ve cumhuriyetçi olanların
yeri, gerçekten yenilikçi ve cumhuriyetçi olanların yanıdır. Yoksa
gericilerin ümit ve faaliyet kaynağı olan saf değil...
Ne oldu Efendiler? Hükûmet ve Meclis olağanüstü tedbirler almayı
gerekli gördü. Takrîr-i Sükûn Kanunu'nu çıkardı. İstiklâl
Mahkemeleri'ni kurdu. Ordunun savaşa hazır sekiz-dokuz tümenini,
uzun zaman isyanı bastırmak üzere görevlendirdi. "Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası" denilen zararlı siyasî kuruluşu kapattı.
CUMHURİYET DÜŞMANLARININ SON ALÇAKCA TEŞEBBÜSLERİ
Bütün bu yapılanlar, elbette Cumhuriyet'in başarısı ile
sonuçlandı. Âsîler yok edildi. Fakat Cumhuriyet düşmanları, büyük
komplonun bütün safhaları ile son bulduğunu kabul etmediler .
Alçakcasına son bir teşebbüse giriştiler. Bu teşebbüsler İzmir
suikastı olarak kendini gösterdi. Cumhuriyet mahkemelerinin ezici
pençesi, bu defa da Cumhuriyet'i suikastçıların elinden kurtarmayı
başardı.
MEMLEKETTE HUZUR VE GÜVENLİĞİ SAĞLAMAK İÇİN UYGULANAN OLAĞANÜSTÜ
TEDBİRLERİN İYİ SONUÇLARI
Saygıdeğer Efendiler, durumun ciddîleşmesi üzerine, hükûmetçe
olağanüstü tedbirler alınması gerektiği yolundaki görüşümüzü ilk
defa ortaya koyduğumuz zaman, bunu iyi karşılamayanlar vardı.
Takrîr-i Sükûn Kanunu'nu ve İstiklâl Mahkemeleri'ni bir baskı
vasıtası olarak kullanacağımız düşüncesini ortaya atanlar ve bu
düşünceyi benimsetmeye çalışanlar oldu.
Şüphe yok ki, zaman ve olaylar, bu nefret verici düşünceyi aşılamaya
çalışanları, elbette utanılacak bir duruma düşürmüştür.
Biz, alınan fakat kanunî olan bu olağanüstü tedbirleri, hiçbir
zaman ve hiçbir şekilde kanunun üstüne çıkmak için bir vasıta
olarak kullanmadık. Aksine, memlekette huzur ve güvenliği sağlamak
için uyguladık. Biz o tedbirleri, milletin medenî ve sosyal alandaki
gelişmesinde yararlı kıldık.
Efendiler, aldığımız olağanüstü tedbirlerin uygulanmasına gerek
kalmadığı görüldükçe, onların uygulamadan kaldırılmasında tereddüt
edilmemiştir. Nitekim, İstiklâl Mahkemeleri, zamanında kaldırıldığı
gibi, Takrîr-i Sükûn Kanunu da yürürlük süresinin sonunda, yeniden
Büyük Millet Meclisi'nin incelemesine sunuldu. Meclis, Kanunun bir
süre daha yürürlükte kalmasını gerekli bulmuşsa, elbette, bu
milletin ve Cumhuriyet'in yüksek yararları içindir. Yüce Meclis'in
elimize istibdat vasıtası verme gayesi güderek böyle bir karar
aldığı düşünülebilir mi?
Efendiler, Takrîr-i Sükûn Kanunu'nun yürürlükte ve İstiklâl
Mahkemeleri'nin faaliyette bulunduğu süre içinde yapılan işleri
gözönüne getirecek olursanız, Meclis'in ve milletin güven ve
itimadının tamamen yerinde kullanılmış olduğu kendiliğinden
anlaşılır.
Memlekette çıkarılan büyük isyan ve hazırlanan suikast tertipleri
bastırılarak sağlanan güvenlik ve huzur, elbette bütün milletçe
memnunlukla karşılanmıştır.
Efendiler, milletimizin başına giymekte olduğu, cahillik, gaflet,
taassup, yenilik ve medeniyet düşmanlığının belirgin işareti gibi
görünen fesi atarak, onun yerine bütün medenî dünyaca başlık olarak
kullanılan şapkayı giymek ve böylece, Türk milletinin medenî
toplumlardan ZİHNİYET bakımından da hiçbir ayrılığı bulunmadığını
göstermek kaçınılmaz oluyordu. Bunu, Takrîr-i Sükûn Kanunu
yürürlükte iken yaptık. Bu kanun yürürlükte olmasaydı yine
yapacaktık. Fakat, bu uygulamada, kanunun yürürlükte oluşu da
kolaylık sağlamış oldu denirse, bu, çok doğrudur. Gerçekten de
Takrîr-i Sükûn Kanunu'nun yürürlükte olması, bazı gericilerin,
milleti geniş ölçüde zehirlemesine meydan vermemiştir. Gerçi, bir
Bursa Milletvekili, yasama görevi boyunca, hiçbir zaman kürsüye
çıkmamış ve hiçbir zaman Meclis'te milletin ve Cumhuriyet'in
çıkarlarını savunmak için ağzına bir tek kelime bile almamış olan
Bursa Milletvekili Nurettin Paşa, yalnız şapka giyilmesinin aleyhine
uzun bir önerge vermiş ve bunu savunmak için kürsüye çıkmıştır.
Şapka giydirilmesinin "temel haklara, millî hakimiyete ve kişi
dokunulmazlığına aykırı bir işlem" olduğunu iddia etmiş ve bunun
"halka uygulanmamasını sağlamaya" çalışmıştır. Ancak, Nurettin
Paşa'nın, millet kürsüsünden alevlendirmeyi başarabildiği taassup
ve gericilik duyguları sonunda birkaç yerde, o da yalnız birkaç
gericinin, İstiklâl Mahkemeleri'nde hesap vermeleriyle söndü.
Efendiler, tekke ve zaviyelerle, türbelerin kapatılması ve bütün
tarikatlarla, şeyhlik, dervişlik, müritlik, çelebilik, falcılık,
büyücülük ve türbedarlık v.b. birtakım ünvanların kaldırılması ve
yasaklanması da Takrîr-i Sükûn Kanunu yürürlükte iken yapılmıştır.
Bu konularla ilgili yürütme ve uygulamaların, toplumumuzun,
hurafelere inanan, ilkel bir kavim olmadığını göstermek bakımından
ne kadar gerekli olduğu takdir olunur.
Bir takım şeyhlerin, dedelerin, seyyitlerin, çelebilerin,
babaların, emirlerin arkasından sürüklenen, kaderlerini ve
hayatlarını falcılara, büyücülere, üfürükçülere, muskacıların
ellerine bırakan insanlardan meydana gelmiş bir topluluğa bir millet
gözüyle bakılabilir mi?
Milletimizin kendine has niteliğini yanlış şekilde gösterebilen
ve yüzyıllarca göstermiş olan bu gibi unsurlar ve kuruluşlar, yeni
Türkiye Devleti'nde Türkiye Cumhuriyeti'nde devam ettirilmeli miydi?
Buna önem vermemek, ilerleme ve yenileşme adına pek büyük ve
düzeltilmesi imkânsız bir yanılma olmaz mıydı? İşte biz, Takrîr-i
Sükûn Kanunu'nun yürürlükte olmasından yararlandık ise, bu tarihî
hatâyı bir daha işlememek için, milletimizin alnını olduğu gibi
açık ve ak göstermek için, milletimizin mutaassıp ve ortaçağ
zihniyetinde olmadığını ispat etmek için yararlandık.
Efendiler, milletimizin sosyal, ekonomik, kısacası bütün medenî
iş ve ilişkilerinde feyizli sonuçlar veren yeni kanunlarımız da,
kadın hak ve hürriyetlerini sağlayan ve aile hayatını sağlamlaştıran
Medenî Kanunda bu sözünü ettiğimiz devrede çıkarılmıştır.
Görülüyorki, biz her vasıtadan yalnız ve ancak bir tek temel
görüşe dayanarak yararlanırız. O görüş şudur: Türk milletini medenî
dünyada, lâyık olduğu mevkie yükseltmek, Türkiye Cumhuriyeti'ni
sarsılmaz temeller üzerinde her gün daha çok güçlendirmek... ve
bunun için de istibdat fikrini öldürmek!..
TÜRK GENÇLİĞİNE BIRAKTIĞIM EMANET
Saygıdeğer Efendiler, sizi günlerce işgâl eden uzun ve teferruatlı
nutkum, nihayet geçmişe karışmış bir devrin hikâyesidir. Bunda
milletim için ve gelecekteki evlâtlarımız için dikkat ve uyanıklık
sağlayabilecek bazı noktaları belirtebilmiş isem kendimi bahtiyar
sayacağım.
Efendiler, bu nutkumla, millî varlığı sona ermiş sayılan büyük
bir milletin, istiklâlini nasıl kazandığını, ilim ve tekniğin en
son esaslarına dayanan millî ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu
anlatmaya çalıştım.
Bugün ulaştığımız sonuç, asırlardan beri çekilen millî
felâketlerin yarattığı uyanıklığın eseri ve bu aziz vatanın her
köşesini sulayan kanların bedelidir.
Bu sonucu, Türk gençliğine emanet ediyorum.
Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, Türk İSTİKLÂL'ini, Türk
CUMHURİYET'ini, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbâlinin yegâne temeli budur. Bu temel,
senin en kıymetli hazinendir.
İstikbâlde dahi, seni bu hazineden
mahrûm etmek isteyecek dahilî ve harici bedhahların olacaktır.
Bir gün, İSTİKLÂL ve CUMHURİYET'i müdafaa mecburiyetine düşersen,
vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve
şerâitini düşünmeyeceksin!
Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir
mahiyette tezahür edebilir. İSTİKLÂL ve CUMHURİYET'ine kastedecek
düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin
mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün
kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları
dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.
Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin
dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ
hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri, şahsî
menfaatlerini, müstevlîlerin siyasi emelleriyle tevhid edebilirler.
Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde
dahi vazifen, Türk İSTİKLÂL ve CUMHURİYET'ini kurtarmaktır!
Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!
> İSMET
PAŞA MUAMMASI <
> İÇİNDEKİLER <
OLDUĞU ANLAŞILDI
KALEM SAHİPLERİNE DAHA NELER YAZDIRDI