Yayınlandığı
Yer: “Amerikan Din
Felsefesi”. J. Williams, Martin Heidegger’s Philosophy of Religion (Canadian Corporation for Studies in Religion, Canada, 1977, part 2). Tabula-Rasa, 2 (4): 173-217,
2002. (M. Türkeri ile birlikte).
AMERİKAN
DİN FELSEFESİ*
1. Amerikan Din Felsefesine Genel Bir Bakış
Ayrı bir
Amerikan din felsefesinin varlığı bile, bazı insanlara hatta bazı Amerikalılara
şaşırtıcı gelebilir. Bunun şaşırtıcı gelmesinin bir çok sebebi vardır: Amerikan
medeniyetinin nispeten genç oluşu; farklı kültürlerin Amerikan eritici potasına
muazzam bir kütle halinde katılımı; genellikle felsefeye atfedilen türden bir
düşünce hayatı yerine Amerikalı’nın eylemi tercih
etmesi vb. Bu etkenlere rağmen yine de geçen yüzyılda kendine özgü bir Amerikan
din felsefesi ortaya çıkmıştır. Gerçi son yıllarda Amerika'da bir çok farklı
felsefî ve dinî hareketin geliştiği gözlemlenmekte ise de, bu bölümde
betimlenecek olan hareket bugün Amerikalı felsefeciler arasında hâlâ hâkim bir
konuma sahiptir.
Felsefeye,
Amerikan yaklaşımını en iyi niteleyen tek sözcük pragmatizm dir. Ancak bu terimin dört
başı mamur hazır bir tanımı yoktur. Çoğu kez kelimenin, kendilerine atfedilen
Charles Peirce, William James ve John Dewey gibi üç düşünür arasındaki kullanımında önemli
farklılıklar vardır. Yine de genel olarak bu terim, söz konusu üç düşünürün
düşünce ile eylem ve kuram ile uygulama arasındaki yakın ilişkiyi vurgulama
eğilimlerine işaret eder. Pragmatizm tecrübîdir. Dolayısıyle yalnızca tecrübeyle başlamakla kalmaz aynı
zamanda bütün kuramları ve düşünceleri doğrulamak için tecrübeye başvurur.
Süreç, hayat ve hareketi vurgular, değişmez özlerden ve soyut kavramlardan
kaçınır. Pragmatizm, bilim hakkında olumlu görüşler taşır ve onunla yakın
ilişki içindedir. Pragmatizm, “Batı felsefesi olarak bilinen geleneğe, Amerikan
felsefesinin yaptığı yegane özgün katkı”[1]
olarak anılır. Pragmatizmin başlıca temsilcilerinin yakından incelenmesi bunun
olumlu bir katkı olduğunu gösterecektir.
Amerikan
din felsefesinin pragmatik özelliği, diğer felsefe gelenekleriyle
ilişkisi bakımından onun asla tek ayırt edici yönünü oluşturmaz. Almanya,
Fransa ve İngiltere’de felsefeciler başka ülkelerdeki felsefî ve dinî
gelişmeleri ihmal etme eğilimi gösterirlerken, Amerikalılar felsefî ilham için
kendi sınırlarının ötesine yönelmişlerdir. Ülke dışından yapılan eklemeler, her
zaman Amerikan din felsefesinin
gelişimine yarar sağlamamakla birlikte, bu dış etkilere açıklık, genelde başka
yerlerde benzeri görülmeyen yaratıcı bir gelişme potansiyeli oluşturmuştur.[2]
Amerikan pragmatizmiyle ilgili takibeden izahlardan
açıkça anlaşılabileceği gibi, dışarıdan gelen başlıca felsefî etki İngiliz empirisizmi olmuştur. Amerikalılar, İngiliz empiristlerinin başvurduğu temel veri olan tecrübe
kavramında önemli değişiklikler yapmada kendilerini özgür hissettikleri için bu
etkinin mahiyeti körü körüne bir taklitçilik değildir. O halde, pragmatizmin
esaslarıyla uzlaşabildikleri sürece, diğer felsefî gelenekleri seçici ve
eleştirel bir şekilde kullanma istekliliğinde olan Amerikan din felsefesi,
dinle ilgili akademik çalışmada farklı bir yaklaşım olarak yerini alacak ve
Amerika dışındaki daha eski dengi geleneklerden asla daha aşağı düzeyde
kalmayacaktır.
Amerika'da
ulusal felsefî geleneğin doğuşu, kolaylıkla gösterilebilir. Gerçi 17. yüzyılın
ortalarından beri, bazı felsefî çalışmalar yapılmışsa da, ancak 1865 yılındaki
iç savaşın sonunda bağımsız felsefî bir gelenek ortaya çıkmış ve Amerikan
felsefesinin altın çağı başlamıştır[3].
Bu devrin en önemli felsefî hareketi pragmatizm olup, onun başlıca temsilcileri
Charles Peirce, William James ve John Dewey’dir. Bu üç kişiye, İdealist geleneğin parlak bir temsilcisi olan Josiah
Royce, ve onunla aynı derecede meşhur, Harvard'daki
meslektaşı George Santayana tarafından karşı
çıkılmıştır; ancak geçen zaman göstermiştir ki, pragmatistler takibeden dönemde Amerikan düşüncesi içinde daha kalıcı bir
etki bırakmışlardır. Dolayısıyle Amerikan din
felsefesiyle ilgili bu araştırmaya söz konusu üç düşünürün felsefî
düşünceleriyle başlayacağız.
Charles Sanders Peirce (1839-1914)
Her ne
kadar daimî bir akademik görev almamış ve (bilimsel bir makale dışında)
tamamlanmış türden kitaplar yayınlamamışsa da Charles Peirce,
Amerikan pragmatik felsefesinin gelişmesinde su
götürmez bir etki bırakabilmiştir. Pragmatizm, 1870 ve 1874 yılları arasında
Cambridge Massachusetts'de “Metafizik Klüp” te biraraya gelen Peirce, W. James, Oliver Wendell Holmes, Jr. ve Chauncey Wright gibi genç
aydınlardan oluşan bir grup arasında doğmuştur. Bu toplantılarda tartışmaların
ortak noktası, Alexander Bain'in
(1818-1913), “insanın, ona göre, eylem yapmaya hazır olduğu şey” şeklindeki
inanç tanımıdır. Peirce'in daha sonra belirttiği
gibi, “pragmatizm, bu tanımın neredeyse
doğal bir sonucudur”.[4]
Böyle bir anlayışa dayanarak Peirce, kendi pragmatik felsefe anlayışının yazılı bir ifadesini
hazırladı ve bu makalenin Popular Science Monthly
dergisinde Kasım 1877 ve Ocak 1878
sayılarında yayınlanmasıyla, pragmatizmin doğuşu ilk defa kamuoyuna ilan
edilmiş oldu.
Pragmatizm
sözcüğü farklı filozoflar için değişik anlamlara geldiğinden, Peirce'in bu terimle tam olarak neyi kastettiğini anlamak
önemlidir. Peirce için Pragmatizm[5]
felsefî bir sistem ya da ekol olmakdan ziyade,
felsefî bir yöntem, fikirlerin
aydınlığa çıkarılmasının bir aracıdır. Pragmatizmle ilgili olarak onun yapmış olduğu birçok tanım ve betimlemeden
belki de en açık olanı şudur: “Düşünsel
(intellectual) bir kavramın anlamını
kesinlikle ortaya çıkarmak için, bu kavramın hakikatinden zorunlu olarak çıkarılması makul pratik sonuçlar gözden
geçirilmelidir; ve bu sonuçların yekunü, sözkonusu kavramın anlamının bütününü oluşturur” (5.9)
. Sözkonusu pratik sonuçlar öncelikle deneysel
doğrulamaya işaret eder; eğer böyle bir doğrulama mümkün değilse o zaman kavram
anlamsız olduğu gerekçesiyle terkedilir. Aslında bu,
felsefeyi anlamsız dilden temizlemek için, Peirce'in
başlıca hedeflerinden biridir. Aşağıdaki diyalog bu hususu aydınlığa
kavuşturur:
Soru: O halde bu öğretinin varlık nedeni nedir? Ondan
beklenen yarar nedir?
Pragmatistin cevabı: Bu öğreti, ontolojik metafiziğin hemen hemen her önermesinin ya
--bir kelimenin diğer kelimelerle ve yine bunların daha başkalarıyla
tanımlandığı ve asla gerçek bir kavrama ulaşılamadığı-- anlamsız laf kalabalığı
ya da büsbütün saçmalık olduğunu göstermeye yarayacaktır; böylece bütün bu laf
kalabalığı bir kenara atılabilecek ve felsefe adına geriye kalan ise gerçek
bilimlerin gözlemsel yöntemleriyle araştırılmaya uygun bir sorunlar dizisi
olacaktır (5.423) .
Burada
söylenenlerden, Peirce'in metafiziğe karşı tamamen
olumsuz bir tavır takındığı sonucu çıkarılmamalıdır. Aynı diyalogda Peirce, ahlâk ve din bir yana, metafizikten bile, “kozmoloji ve fiziğe ışık
tutup hayat vermeye yarayacak değerli bir cevher” çıkardığını iddia eder. Peirce’in metafiziğin geçerliğiyle ilgili öne sürdüğü
deliller, onun benimsediği epistemolojik ve metafiziksel realizme dayanır. Peirce'in pragmatizmi, kavramlarımızın gerçek, harici
karşılıklarının varolmasını gerektirir; aksi halde fikirlerimizin deneysel
olarak doğrulanma imkanı olmazdı. Realizme yapılan başvuru, evrende düzen
arayışında devamlı surette realizmi yardıma çağıran deneysel bilimlerin
başarısıyla güç kazanmıştır. Peirce, bilimsel
kanunların, insan zihninden tamamen
bağımsız olarak varolduğuna sarsılmaz bir şekilde inanır (5.96 vd.).
Peirce, kendi pragmatik
yöntemini, eşit ölçülerde olmasa da, felsefenin her alanına uygular. Onun, Toplu Makaleleri’nin (Collected Papers) sadece yüz sayfası, özellikle dine ayrıldığı halde (6.395-597)
; yine de bu yazılar, Peirce’e göre din ile
pragmatizmin tamamen uzlaştıklarını kanıtlamaktadır. Genellikle Peirce, din ve felsefenin birbirine karıştırılmasını
onaylamaz (5.107) . Din, ne sırf bir bilgi türü ne de yalnızca bir
inançtır: “Din, bir hayattır ve ancak, sözde ve düşüncede kalmaktan ziyade
yaşanan” olması kaydıyla bir inançla özdeşleştirilebilir”(5.439).
Bununla birlikte Peirce’e göre din, deneysel yolla
doğrulanabilirlik gibi, pragmatizmde aranan şartlardan muaf değidir.
Aslında dinden de, tıpkı felsefe ve bilim için olduğu gibi, tamamen bu özelliği
göstermesi beklenir; çünkü bu özellik, İsa'nın siz onları ürünlerinden tanıyabilirsiniz sözleriyle tavsiye ettiği
yegane mantık prensibinin bir bakıma uygulanması olup, İncil'in fikirleriyle de
çok içten bir bağlantısı vardır. (5.402, n.2).
O halde
din pragmatik olmalıdır. Ancak, dinin felsefeyle
ilişkisinin sınırı burada bitmez. Esasen, dinî tecrübenin başlıca nesnesi olan
Tanrı, aynı zamanda hem felsefenin hem de bilimin nihaî konusudur. Fakat bunun
gösterilmesinden önce, hakikaten Tanrı'nın varolduğunun ve insanın onu nasıl
bildiğinin gösterilmesi gerekir. İkinci hususla ilgili olarak Peirce, “doğrudan
tecrübe edilenler hariç, hiçbir şeyi bilemeyeceğimiz” görüşündedir (6.492).
Bu durumda Tanrı’yla ilgili bilgimiz empirik olmak
durumundadır: “Tanrı’yla ilgili olarak böyle bir fikir, doğrudan tecrübe
olmadan, nereden gelir?.. Tanrı’ya gelince gözlerinizi --aynı zamanda idrak
edici organ olan kalbinizi-- açın ve O'nu görün”(6.493).
Peirce'in Tanrı'sı, sırf
bireysel bir dinî tecrübenin nesnesi olmaktan daha fazla birşey ifade eder; Peirce’de
Tanrı, felsefe ve bilimde pragmatik görüşün zirvesini oluşturur. Görüldüğü gibi,
pragmatizmin en can alıcı yönü, deneysel
doğrulamaya başvurmasıdır. Bununla beraber bu doğrulamanın derhal yerine
getirilmesi gerekmez; doğrulama, bilimsel ve felsefî topluluğun öteki
üyelerince gerçekleştirilmek üzere, belirsiz bir geleceğe kadar beklemek
zorunda kalabilir.
Peirce’in kanaati odur ki, bilimsel topluluğun evrendeki kanunları açıklamak için giriştiği devamlı
gayretler, dinî bir çabaya dalmadır.
Çünkü nihayetinde bu, Tanrı’ya, bütün kanunların kaynağına ulaşmaya
çalışmaktır. Tanrı, evrenin yaratıcısıdır ve evren gelişmeye devam ettiği ve
Tanrı'nın yaratıcı eylemi de sürdüğü için, Tanrı bilimsel topluluğun
araştırmalarının konusudur. Dolayısıyle Tanrı fikri pragmatik yolla doğrulanabilir, “çünkü bu, bilimsel topluluk için itici bir dinî kuvvet sağlar"[6].
Nasıl bilim gerçek anlamda dinî ise, aynı şekilde din de kendine özgü bir
biçimde bilimsel, bir bilim dini olmalıdır, --“kendi özüne öyle sadık olmalıdır
ki bilimsel ruh tarafından canlanabilsin, öyle kendinden emin olmalıdır ki,
bilimin fetihleri, dinin kendi zaferleri olabilsin, bilimin bütün sonuçlarını
bilim adamlarının kabul ettiği gibi, hakikate doğru atılmış adımlar olarak
kabul edebilsin”(6.433).
Peirce, kendi hayatı boyunca, bir filozof olarak nisbeten gölgede kalmış olmakla birlikte onun, W. James, J.
Dewey ve diğerleri üzerindeki etkisi, pragmatizmin,
Amerikan felsefî tutumunun bir özelliği olarak yerini sağlamlaştırmasına
yaramıştır. Gerçi Peirce'in hem dinî görüşleri hem de
pragmatizmi kendisinden sonra gelenler tarafından önemli ölçüde
değiştirilmişse de, onun kurduğu pragmatik din
felsefesi bu alanda oldukça başarılı sayılan sonraki felsefî katkıların ilk
örneğini oluşturmuştur.[7]
Peirce, pragmatizmin popülerleşmesinden daha kalıcı
olmuştur, ancak bundan fazla bir pay
alamamıştır. Bu popülerlikten en çok sorumlu olan kişi ise Peirce’in
yakın arkadaşı William James’tir.
William James (1842-1910)
James ve Peirce'in pragmatizmleri arasında önemli farklar olsa da
James, hareketi başlatmanın payını Peirce'e
tanımaktan hiç bir zaman geri kalmamış, herşeye rağmen arkadaşınınki ile kendi felsefesi arasındaki
farkın derecesini küçük göstermeye çalışmıştır.[8]
James’in kendi pragmatizm kavramını, onun, ölümünden önce üzerinde çalışmakta
olduğu felsefeye giriş türünden bir ders kitabı olan Some Problems of Philosophy
(Felsefenin Bazı Sorunları) den çıkarılan aşağıdaki alıntı en iyi şekilde dile
getirir:
Pragmatik kural şudur: Bir kavramın anlamı, onun doğrudan işaret ettiği bazı
algılanabilir tekil nesnelerde değilse de, bu kavramın doğru oluşunun insanın
tecrübe sürecinde meydana
getirdiği bazı bireysel farklılıklarda bulunabilir. Her kavramı “kişilerde ne
gibi algılanabilir farklılıklar meydana getirecektir?” sorusunu sorarak
deneyin, bu durumda siz, onun manasını anlamada ve önemini tartışmada daha iyi
bir konumda bulunuyorsunuz demektir. Eğer belirli bir kavramın doğru ya da
yanlışlığını sorgularken, her iki durumda da uygulamada farklı olabilcek mutlak surette bir şey düşünemiyorsanız, her iki
seçeneğin anlamsız olduğunu ve
kavramınızın apaçık bir fikir olmadığını varsayabilirsiniz. Eğer iki kavram
sizi aynı tekil sonuca götürürse, bu durumda
onların farklı isimler
altında aynı anlamı
taşıdığını varsayabilirsiniz[9].
Peirce'te ise, doğrulama
herşeyden önemlidir. Pragmatizm kolu kanadı yerleşmiş
felsefî bir sistem olmayıp yalnızca bir yöntemdir. James başka bir yerde şöyle
açıklar: “Pragmatik yöntemin anlamı, şimdiye kadar
çıkarılan tekil sonuçlar değil ancak yalnızca bir yöneliş tarzıdır. İlk
şeylerden, ilkelerden, kategorilerden, sözde (farazî) zorunluluklardan
vazgeçme, son şeylere, ürünlere, sonuçlara ve olgulara yönelme tarzıdır” [10].
James
pragmatizminin önemli bir yönünü, hakikat kavramı oluşturur. Nasıl ki doğrulama
sırf kavramsal bir çaba olmayıp ancak
belirli eylemlerden doğarsa, hakikat de zihnin, dış dünyayı edilgin (pasif) bir
şekilde taklidine işaret etmeyip, dış dünya ile etkin (aktif) bir ilişkisini
içerir:
Bir fikrin hakikati, onun özünde mevcut, durağan bir nitelik değildir.
“Hakikat, bir fikre uğrar (isabet eder).” O fikir,
hakiki hale gelir, olaylar tarafından
doğru kılınır. Onun doğruluğu aslında bir oluş, bir süreçtir: Başka deyişle bu, onun doğrulanma
sürecidir, onun doğruluğunun -sabitleşmesidir. Onun geçerliliği, onun
doğru-lanma
sürecidir[11].
Şu halde
hakikat, pragmatik doğrulama faaliyetinin bir sonucudur. Kendi başına soyut hakikat
diye bir şey yoktur: “Doğru olmak için bir fikir tecrübe edildiği biçimde
gerçekliğe uymak zorunda, ya da daha doğrusu gerçeklik fikri karşılamak
zorundadır. Bu kesinlikle hakikatin tamamen bilen bireysel özneye bağlı olması
demek değildir. James'in hakikat kavramı mutlak olmaktan çok izafîdir, ancak bu
öznenin keyfî tasavvurlarına değil olgulara izafe edilir.
Peirce’te olduğu gibi James de, bir fikrin pragmatik yoldan doğrulanmasının gelecekte gerçekleşeceğini
kabul etmiştir. Ancak, Peirce'in benimsediği realizm,
böyle bir doğrulamanın, zaten varolan hakikatin bir tür keşfini gerekli görürken, James’e göre doğrulama, devamlı olarak
hakikatin varkılınması
sürecine yer verir. [12] Dolayısıyle hakikat
kavramı, Peirce
ve James’in savunduğu pragmatizmle
ilgili görüş farklılıklarında canalıcı bir
unsurdur. Peirce'in pragmatik
yöntemi, realist bir felsefî sistemle bütünleştirilmişken,
James'in pragmatizmi, kendisinin radikal empirisizm dediği sistemin ayrılmaz bir parçasıdır.
James'in
kullandığı birçok kavram için olduğu gibi, onun radikal empirisizmden
neyi kastettiğini gösteren özlü bir ifade bulmak için fazla uzağa gitmeye gerek
yoktur:
Radikal empirisizm, önce varsayım olarak
alınan bir öncülden, ardından olgusal bir önermeden, son olarak da genelleştirilmiş bir sonuçtan
oluşur. Varsayımsal öncül (postulat), filozoflar arasında tartışılabilir yegane
şeylerin ancak tecrübeden
çıkarılabilecek kavramlarla tanımlanabilmesidir. [Tecrübe edilemeyecek türden
şeyler, varlığı arzularımız arasında yer bulabilir, ancak bunların felsefe tartışmalarının
malzemesi arasında yeri yoktur.]
Bir olgu
hakkındaki önermenin hükmü, nesneler arasındaki hem bitişik hem de ayrık
ilişkilerin, doğrudan nesnelerle ilgili bireysel bir tecrübenin öğeleri olduğu
ve bu ilişkilerin, nesnelerin kendilerinden ne eksik ne de fazla olduğuyla
ilgilidir.
Dolayısıyla
genelleştirilmiş sonuç, tecrübenin kısımlarının, kendileri de tecrübenin
bölümlerini oluşturan ardarda ilişkiler sayesinde birarada tutulmasıdır. Kısacası, doğrudan algılanan evren, harici bir tecrübe ötesi bitiştirici
desteğe gerek duymaz, tam tersine, kendi içinde bitişik ya da sürekli bir
yapıya sahiptir[13].
Bu tür bir empirisizmin,
onu geleneksel İngiliz empirisizminden ayıran köktenciliği, tecrübenin sınırlarının yalnızca
bireysel nesneleri değil aynı zamanda bu nesneler arasındaki ilişkileri de
içine alacak şekilde genişletmesinde yatar.[14]
Radikal empirisizm, gerek Locke, Hume
ve Mill'in benimsediği daha sınırlı empirisizmi, gerekse özellikle Kant’ın da benimsediği
farklı rasyonalist seçenekleri geçersiz kılmıştır: Çünkü buna göre nesneler
arasındaki ilişkileri açıklamada zihinde ya da evrenin başka bir yerinde
bulunan a priori kategorilere ihtiyaç yoktur.[15]
James,
radikal emprisizmini din alanına uygulama konusunda hiç tereddüt etmemiştir.
Onun, 1901-1902 Gifford konferanslar dizisinde
verdiği, Dinî Tecrübenin Çeşitliliği
adlı seminerleri, dinî olgunun, özellikle de kişisel dinî tecrübeden doğan
farklı türlerin tanımlanmasına ve değerlendirilmesine ayrılmıştır. Onun dini
ele alış tarzı, özelliğini, (kiliseye bağlı din adamlarının oluşturduğu)
kurumsal unsurun hariç tutulması ve James’in akide ve inançlara iltifat
etmeyişinden kazanır. Dinî hakikatin bir ölçütü olarak James, dindar bireyin
eylemlerinin beşerî yararını gösterir ve en dindar insanlar yani veliler
hakkındaki araştırmalarından da aslında onların eylemlerinin, taşıdıkları
inançların doğruluğunun lehinde bir kanıt olduğu sonucuna ulaşır:
O halde genel bir tarzda ve bir bütün
olarak teolojik ölçütleri terk etmemiz, ve dini pratik sağduyu ve deneysel
yöntemle test etmemiz, dini tarih içindeki yüksek mevkiine bırakmak olur.
Ekonomik açıdan ise, velilere has niteliklerin bulunması dünyanın refahı için
vazgeçilmezdir.[16]
Bununla
beraber evliyalığın araştırılması, dinin hakikatiyle ilgili kesin deliller
sağlamaz ve James, dinin hakikatinin lehinde veya aleyhinde daha başka deliller
bulabilmek için, diğer bir dindar bireyler kümesini, yani mistikleri araştırır.
Bu tür bir araştırma, mistik bilince has makamların bir tür varlığını ortaya
koyar. Halbuki mistik tecrübe, mistiklerin kendileri için mutlak anlamda
bağlayıcıdır, başkalarının bu tecrübelerin geçerliğini kabul etme zorunluluğu
yoktur.[17]
Dolayısıyla tıpkı evliyalıkta olduğu gibi, mistisizm de dinin hakikatiyle
ilgili lehte ve aleyhte kesin kanıtlar sağlamaz.
Dindar
bireylerin oluşturduğu üçüncü bir küme ise, ilâhiyatçılardır. Ancak James
burada da dini kabul etmek için zorlayıcı gerekçeler bulamaz:
Aslında, insanın mantıksal aklı ilâhiyat sahasında da, tıpkı bu aklın
aşk, vatanseverlik, siyaset ya da tutkularımızın ve mistik sezgilerimizin
inançlarımızı önceden sabitleştirdiği bütün diğer hayat alanlarında işlediği
gibi, işlemektedir. Bu mantıksal akıl, kanaatlerimizin kanıtlama yollarını
bulur, çünkü doğrusu zaten bulmak
zorundadır da. O, inancımızı derinleştirir, tanımlar, yüceltir, imanı dile
getirecek kelime bulur ve makullük kazandırır. Bu akıl, imanı doğurmadığı gibi,
şimdi onu güvence altına da alamaz.[18]
Dinler
biliminin yerine getirebileceği, insanın gelişiminin ve bilimsel ilerlemenin
ışığında öğretileri çağdaşlaştırmak gibi, bazı yararlı hizmetleri vardır.
Ancak, dinin hakikatiyle ilgili olarak James'in ulaştığı yegane sonuç, dinin,
ona bağlananlar üzerinde gerçek etkiler doğurduğu ve çoğu dinlerin anahtar
kavramı Tanrı olduğundan dolayı da, “Tanrı gerçektir, çünkü gerçek etkiler
meydana getirir” şeklindedir.[19]
Bunun ötesinde dinin lehinde temeli sağlam olmayan bazı deliller için James,
yalnızca dinî inancın nihaî gerekçesi olarak “inanma hakkı”na başvurur -eğer
bir kimse hissî ya da aklî olmayan temellere dayalı olarak Tanrı’ya inanma
eğiliminde ise onun böyle bir inanca hakkı vardır. Ayrıca bir diğer bakımdan
inanma hakkı vardır, çünkü din öyle birşeydir ki kişi
ona inanmadan gerçek olamaz.[20]
Dinî Tecrübenin Çeşitliliği adlı eser,
dini büsbütün empirik bir yaklaşımla araştırmanın
örneğini oluşturur. Bu eserde fazla göze çarpmayan, ancak yine de James’in dine
yaklaşımının temel özelliğini oluşturan şey, onun pragmatizmidir. Dinin
hakikati (diğer bütün hakikatler gibi), pragmatik
doğrulamaya tâbidir:
Tanrı'nın hakikati, diğer bütün hakikatlerin geçtiği cendereden geçmek durumundadır. Tanrı’nın hakikati, diğer hakikatler,
diğerleri de O’nun hakikati tarafından yargılanır. Bizim Tanrı hakkındaki nihaî
sanılarımız ancak bütün hakikatlerin kendilerini hep birlikte düze
çıkarmalarından sonra yerine oturabilir. [21]
Pragmatik hakikat ölçütüne göre Tanrı’nın geleneksel
metafizikteki sıfatları, O’nun mürekkep olmaması, zorunluluğu, cismanî olmaması
anlamsızdır; çünkü bunların inananın dinî hayatında hiçbir etkisi yoktur. Öte
yandan Tanrı'nın ahlâkî sıfatları kerem sahibi olması, adalet ve merhamet son derece anlamlıdır: “Pragmatik
olarak bunlar tamamen farklı bir temele dayanmaktadır. Bunlar ümidi, korkuyu ve
beklentileri olumlu olarak belirler, ve aynı zamanda dinî hayatın temellerini
oluşturur”.[22] James'in Tanrı'ya ilişkin
ulaştığı nihaî sonuç şudur:
Bana öyle geliyor ki gerek ilâhiyatta gerekse felsefede en az direnilecek nokta, insanüstü bilinç yanında, O'nun herşeyi kapsayan olmadığı fikrini; başka bir deyişle bir
Tanrı'nın varolduğu fikrini, ancak O’nun kudret veya bilgide ya da her iki
bakımdan da sınırlı olduğu fikrini kabul etmektir. [23]
Bu sonuncu niteleme, dünyadaki kötülüğü açıklayabilmek
için gereklidir.
Bir
filozof olarak James, Amerikalıların farklı felsefî geleneklerden yararlanma
yeteneğini şahsında temsil etmiştir. Kendisi İngiltere, Fransa, Almanya ve
İtalya'da önde gelen filozoflarla şahsen tanışmış ve Kirkegaard,
Nietzsche gibi egzistansiyalizmin öncüleriyle
ilgilenmede diğer İngilizce konuşan filozofları bir hayli geride bırakmıştır.[24] Her ne kadar arkasında bir felsefe ekolü
bırakmamışsa da, Amerikan felsefesine tutarlı ve kendine has bir din felsefesi
kazandırmıştır. Bu din felsefesini aşmak için de, pragmatizmin başta gelen üç
temsilcisinden biri olan John Dewey aşırı gayret sarfetmiştir.
John DEWEY (1859-1952)
"Amerika'nın
filozofu"[25] olarak tanınan John Dewey felsefî kariyerine Yeni-Hegelci
biri olarak başladı. Dewey'in Hegel'e
başvurmasının başlıca sebebi, Hegel’in, tecrübe
zarfında “-insanın dünyadan, ruhun bedenden, tabiatın Tanrı'dan soyutlanması
tarzında yapılan bir çok ciddi bölmeciliğin-”[26] üstesinden gelme konusundaki yeteneğidir. Bu
bölmeciliklerin ortadan kaldırılması, Dewey'in
felsefî çalışmasının başlıca hedefiydi ve o, daha sonraki yıllarda Hegel’e karşı gittikçe artan eleştirel bir tutum takınmış
olmasına rağmen onun, “kendi
düşüncesinde devamlı bir iz
bıraktığı”nı[27] kabul etmiştir.
Gerçi Dewey, Charles Peirce Johns
Hopkins Üniversitesi'nde bulunduğu sırada (1879-1884) onun öğrencisi olmuş ise
de, öyle görünüyor ki bu süre zarfında Peirce'in
pragmatizminden çok fazla etkilenmemiştir.[28]
Onu Hegel'den soğutan felsefecilerin baş sorumlusu
W.James'tir. James'in bu husustaki eseri Psikolojinin
Prensipleri (Principles of Psychology)
(1890) dir. Dewey bu
çalışmayı, önceki zihniyet tartışmaları üzerine çok büyük bir ilerleme olarak
görür, fakat aynı zamanda James'in yeterince ilerlemediğini düşünür. James'in
bu eserde belirttiğine göre, Dewey bilinci durağan
olarak değil bir akıntı (stream) olarak yorumlamasına rağmen, bedenin dışında bir bilinç alanını hatırda
tutmanın geleneksel zihin-beden problemini çözemediği düşüncesindedir. Onun
çözümü James'in düşüncesinin, --insanı canlı bir organizma olarak ele alan--
diğer bir yönünü vurgulamak ve böylece biyoloji ile psikolojinin ayrı ayrı kullandıkları insan kavramları arasındaki dikotomiyi kaldırmak şeklinde olmuştur.[29]
James'in bu yönünün vurgulanması sonucu ortaya her açıdan baştan sona naturalizm olan
bir felsefe çıkmıştır.
İnsan
tabiatını oluşturan şey hakkında a priori bir kavrama
dayanan öteki birçok naturalizme karşı Dewey'in naturalizmi tamamen empirik karakterlidir. Bu açıdan o, James'in yaptığı gibi, Kantçı-Hegelci
reaksiyonu doğuran, İngiliz deneycilerinin savunduğu dar tecrübe kavramıyla
mücadele etmek zorunda kalmıştır. Kant, Hegel ve
onların halefleri eski emprisizmle ilgili
problemleri, bunların gerçek sebebini teşhiste başarısız oldukları -bilen ile
bilinen, tecrübe ile tabiat ayrımını asıl ve indirgenemez olarak kabul ettikleri-
için çözememişlerdir. Dewey'in dediği gibi, “bu fikir
bir çok felsefeciye yorumsal (interpretative) bir
tasniften çok, bir bilgi olarak gözükecek derecede gelenekte yerleşmiş”[30]
olsa da, onun diğer herhangi bir beşerî faaliyetin betimlenmesinde olduğu kadar
eleştirel ve emprik bir şekilde yeniden incelenmesi
gerekir. Bunu yaptıktan sonra Dewey şu sonuca varır:
Evrenin,
biri ruhsal öteki fiziksel, iki ayrı ve
bağlantısız varlık alanına ayrılması ve daha sonra bu iki varlık alanının, topyekün ayrı olmalarına rağmen, spesifik bir tarzda ve maharetle birbirine
tekabül ettiği... fikri, inanılmaz birşey ortaya
koymaktadır.[31]
Klasik tecrübe ve bilgi kavramlarının çöküşüyle bu
fenomenlerin naturalist açıklamasını yapmak için bir
yol açılmış olur ve bu da, tecrübe ve tabiatın kesin ayrılığıyla değil onların
birliğiyle işe başlar.
Eğer bilgi
zihnin eşyaya uygunluğu değilse -ki
olamaz- o zaman nedir? Bu soruyu
cevaplamada Dewey'in pragmatizmi -veya daha iyi bilinen şekliyle enstrumantalizmi (instrumentalizm)
ön plana çıkar. Aslında bilgi eski filozofların inandığı gibi düşünceyle ilgili
(contemplative) olmayıp, bilakis, işlevsel (operative),
aktif (active)
ve yardımcı (instrumental)
dır. Bilginin nasıl işlediğini gösteren en iyi örnek modern bilimdir: “Bilme,
deneysel bilimler için, akıllıca yönetilen (conducted)
belli bir yapış (doing) türüdür; onun düşünceyle
ilgili olması sona erer ve gerçek anlamda pratik olur”.[32]
Bilginin bu şekilde tekrar kavramlaştırılması, hakikat kavramı için yeni bir anlamı gerektirir ve burada da Dewey'in pragmatizmi açıktır:
Eğer fikirler, anlamlar, kavramlar, zanlar, teoriler ve sistemler
verilen bir çevrenin aktif olarak yeniden teşekkülü için; spesifik güçlük ve
zihinsel karışıklığın kaldırılması için aracı (faydalı) iseler, o zaman onların
geçerliğinin test edilmesi ve değeri, bu işin başarılmasında yatar. Eğer onlar
bu görevde başarılı olurlarsa güvenilir, sağlam, geçerli, iyi ve doğrudur. Eğer
onlar karışıklığı ortadan kaldırma, güçlükleri giderme konusunda başarısız
iseler; ve uygulandıkları zaman karışıklığı, belirsizliği ve kötülüğü (evil) çoğaltıyorlarsa, o zaman bunlar yanlıştır. Onaylama,
düzeltme ve doğrulama işlerde, sonuçlarda yatar. Bir insanın yüzünden ziyade
kalbinin (ve dolayısıyle yaptığı işin) güzel olması
lazımdır. Onların ürünleriyle siz onları tanırsınız. Bize hakikaten rehberlik
eden şeyin doğru olması, -böyle bir
rehberlik için gösterilen çaba, kesinlikle hakikat kavramının kastettiği
şeydir.[33]
Dewey pragmatik deneyciliğini
estetik, etik ve din dahil, beşeri aktivitenin bütün
yönlerine uygular. Bir empirist olarak o, dinî
tecrübenin geçerliği konusunda hiçbir önsel varsayım (a priori
assumption) ortaya koymamış fakat sözkonusu
tecrübenin muhtevasını, herhangi diğer bir tecrübe türü gibi, aynı pragmatik hakikat kriterine tabi tutmuştur. Bu işleyiş
tarzını eleştirenlere karşı o, bu kişilerin belki de tamamen dürüst
olmadıklarını ileri sürmüştür:
Bana öyle geliyor ki birçok kişinin dinin bugünü ve geleceği
hakkında -dine olan ihtiyacın evrensel
olduğuna inandıklarını söyleyerek-
ortaya çıkardıkları büyük arzular, aslında onların dinî tecrübeyle
değil, belli bir dine karşı partizan bir ilgiyle hareket ettiklerini gösterir.[34]
Bir naturalist olarak Dewey’in asıl
dinî hedefi, doğaüstüdür. Geçmişte
dinler, “doğaüstüne iyice doymuş
olduklarından, doğaüstü kesinlikle tecrübe ötesinde yatan şeyi belirtir
hale gelmiştir.”[35] Oysa, doğa üstünü
reddetmek, bütün dini reddetmek değildir. O, Ortak İnanç (A Common Faith)
adlı eserinde şöyle söyler:
Ben tecrübenin dinî safhasının mahiyetiyle ilgili olarak, sözkonusu tecrübeyi doğaüstünden ve doğaüstü hakkında
ortaya çıkmış şeylerden ayıran bir kavram
geliştireceğim. Ayrıca bu kökenlerinin (derivations),
engeller olduğunu; ve halisane dinî olanın, bunlardan kurtulduğu zaman serbest kalacağını;
ve ilk olarak tecrübenin dinî yönünün kendiliğnden
özgürce gelişme için, hür olacağını göstermeye çalışacağım.[36]
Dewey'in dini ele alış tarzının püf noktası, onun bir dinle
dini olan arasında yaptığı ayrımda yatar. İlk olarak o, çeşitli dinî bünyelerinde
ortak olan bir şey bulamadığı için -tek
bir din fikrini kabul etmez.[37]
İkinci olarak Dewey dinsel tecrübenin
gerçekliğini, bunun yegane tecrübe türünü belirtmediğini düşünse de, kabul
eder: “Bir ideal uğruna, engellere karşı, genelliğinden ve değere dayanmasından
dolayı kişisel kayıpla ilgili tehditlere rağmen, takib
edilen bir faaliyet nitelik olarak dinîdir.”[38]
Sonuç olarak o, dinî olanın belirli dinlere önceliğini ileri sürer:
Tutumda genel ve devamlı değişikliği sağlamak dinlerin bir talebidir.
Ben çevrede dolaşan bir ifadeye dönmek
ve bu değişikliğin meydana geldiği her
anda kesinlikle dinî bir tutumun varolduğunu söylemek istiyorum. Buna sebep
olan bir din değildir, fakat her ne sebepten ve her ne vasıtayla olursa olsun,
o ortaya çıktığı zaman, orada dinî bir görünüş ve fonksiyon vardır.[39]
Kitabının
başlığının işaret ettiği gibi, Dewey inancın dinle bağlantısı konusunda
özgürce konuşur. Onun dinî inancı betimlemesi kendini, geleneksel inanç-akıl
ayrımından farklı bir konuma yerleştirir:
Hakikatin, doğrudan, işbirliği içindeki beşerî çaba yoluyla,
açılmasındaki (keşfindeki) inanç, tamamlanmış bir vahiydeki herhangi bir
inançtan, nitelik açısından daha dinîdir... Akılda (intelligence),
nitelik olarak dinî olan inanç gibi bir şey vardır -belki de bu gerçek bir güç
olarak aklın imkanlarını kötüleyen bazı mutaassıpların çabalarını daha iyi
açıklar. Onlar kendilerince böyle bir inancın tehlikeli bir rakip olduğunu
düşünürler.[40]
Akla olan
bu inanç, Dewey'in
meliorismini -“herhangi bir anda, herhangi bir olayda, nisbeten iyi ya da nisbeten kötü
olarak varolan spesifik şartların daha iyiye yönlendirilebileceği inancı”nı-
desteklemek için gereklidir.[41]
Doğaüstü bir yardıma başvurmadan, insan kendi durumunu geliştirmek için yine
kendi gayretlerine dayanmak zorundadır. Fakat bu durumun geliştirilebileceği inancına sahip olmadan, insan
çaba bile göstermeyebilir. Dewey dinî olanı ele
alırken Tanrı sözcüğünü kullanmak
istemez, çünkü bu sözcüğün doğaüstü bir varlıkla ilgili olağan anlamı ona göre
kabul edilebilir değildir. Bununla beraber bu sözcük kullanılacak olursa, Dewey bunu “muayyen bir mekan ve zamanda kişinin iradesi ve
duygusu üzerine otorite olarak kabul ettiği ideal
gayeler ve bu gayeler hayal yoluyla birliği ele aldığı kadarıyla insanın sonderece bağlı olduğu değerler
olarak anlam verir.[42]
‘Tanrı’ sözcüğü böyle kullanıldığında Dewey için,
geleneksel dinlerde olduğu gibi, nihaî dinî kavramı ifade eder.
Dewey dinle özel olarak ilgilenmemiş olmasına rağmen, dinin
kendi deneysel naturalizm felsefesindeki yerini
açıkça işaret etmiştir. Dewey’in, pragmatik
din felsefesinin gelişmesinde bir ilerlemeyi temsil ettiğini söylemek,
"pragmatizm" sözcüğüne tam spesifik bir anlam verilmesini engeller.
Nasıl James, kendi felsefesini ayırdetmek için pragmatizm sözcüğünü icat eden Peirce’ den farklılık gösteriyorsa, aynı şekilde Dewey'in felsefesi, James'in öğretisiyle arasındaki
farklılıklardan dolayı, genellikle "enstrümantalizm"
olarak bilinir hale gelmiştir. Oysa bu üç düşünürün paylaştığı birçok ortak
unsur vardır. Bunlar o kadar çoktur ki sözkonusu
düşünürlerin arasındaki farklılıklar, deneyci veya rasyonalist geleneksel
felsefeyle kıyaslandığında oldukça azdır. Dewey'le
pragmatizm terimi pratik olarak gözden kaybolur, fakat Amerikan felsefesi Peirce, James ve Dewey'in
paylaştıkları temel doktrinleri şekillendirmeye (reformulate)
ve ifade etmeye devam etmiştir. Bu bölümde ele alınacak diğer felsefeciler
nadiren pragmatist olarak isimlendirilseler bile onlar karakteristik bir
Amerikan din felsefesinin gelişmesinde Peirce, James
ve Dewey'in işine devam etmişlerdir.
Alfred North WHITEHEAD (1861-1947)
Alfred North Whitehead 1924
yılında 63 yaşına kadar Amerika'ya gelmemiş olmasına rağmen haklı olarak,
Amerikan felsefe tarihinin başlıca şahsiyetlerinden biri olarak kabul edilir.
1924'ten 1938'e kadar Harvard Üniversitesi'nde felsefe profesörü olarak
çalıştığı yıllarda onun konferansları ve kitapları Amerikan pragmatik
felsefesine, Peirce zamanından beri eksik olan,
metafizik bir yapı (kurgu) sağlamıştır. Pragmatizmin birçok temel fikrini bu
yapıya dahil ederken Whitehead daha sonraki Amerikan
felsefeci ve teologları arasında çok meşhur olan süreç fikrine özel bir önem vermiştir.
Peirce ve James gibi Whitehead'in
orijinal mesleği bilimadamlığı olup onun kendini
tamamen felsefeye vermesi ancak Amerika'ya geldikten sonraya rastlar. Üç önemli
pragmatistle tanışıklığı her nasılsa sınırlı olmasına rağmen[43]
Whitehead, tam bir empirisizmi
savunduğu, düşünce ve maddi doğa arasındaki dikotomiyi
reddettiği ve bütün varlığın temel bir karakteristiği olarak süreç üzerinde
ısrarla durduğu için, pragmatik Amerikan felsefe geleneği olarak betimlediğimiz
şeye oldukça iyi uyum göstermiştir. Dewey gibi o da
felsefesini nadiren bir pragmatizm şekli olarak nitelendirir. Bununla beraber Whitehead bazen hakikatle
ilgili pragmatik ölçütü genel olarak kabul ettiğini
belirtir,[44] ve mantığın pragmatik doğrulamaya ihtiyacı olduğunu düşünür, çünkü
mantığın kesin kanun ve kavramları tecrübeden soyutlanmışlardır:
Bu dedüktif mantık anlaşarak kabul edilmiş cebrî bir üstünlüğe
sahip değildir. Somut örneklere uygulandığı zaman o deneme (tentative)
kabilinden bir prosedür olup, sonuçta konularının (issues)
kendi kendine tanıklık etmesi ile hüküm verilir. Bu doktrin felsefeyi pragmatik bir temele yerleştirir. Fakat, 'pragmatizm'in
anlamı en geniş açılımında verilmek zorundadır. Daha modern düşüncede mantık,
keyfi uzman varsayımlarıyla sınırlandırılmıştır. Dogmatik bir inkarla, kendi
kendine tanıklık etme pragmatik olarak dışarıda
tutulmamalıdır. Pragmatizm, basitçe, medenî tecrübede kendisinden başkasına
dayanmayan kendi kendine tanıklık etmeye başvurmaktan ibarettir.[45]
Bu durumda
Whitehead her ne kadar felsefesinin bütününün (overall) bir
betimlemesi olarak, bu başlığın sınırlamalarını işaret etmede dikkatli ise de,
onun felsefesi pragmatiktir.
Diğer
pragmatistler gibi Whitehead de bir empiristtir.[46]
Fakat o Locke, Berkeley ve Hume gibi geleneksel
İngiliz deneycilerinden daha az eleştirel değildir. Bu felsefeciler, tecrübenin
geçerli bilginin yegane belirleyicisi olmasını talep ederler. Fakat aslında
onlar bazı tecrübe şekillerini, özellikle duyumu (sense-perception)
kabul edip diğerlerini reddederken bilinçsiz olarak keyfî ölçütler
kullanıyorlar. Whitehead duyuma olan bu özel güveni, geçmiş ve
gelecekle ilgili bilgiye izin vermediği için eleştirir. Hatta bilgi sürecinde
duyu verilerine öncelik vermenin doğru olmayacağını düşünür. Duyu verileri,
aslında soyutlama sonucu ortaya çıkan
şeylerdir: "İnsanın ve hayvanın hayatına hakim olan içgüdüsel yorumlar,
enerjik (faal) değerlerle yoğrulan çağdaş bir dünyayı önceden varsayar. Topyekün tecrübelerimizin engin direncinden, yalın duyu
algılarımızın soyutlanması gibi feci bir şeyi yapmak önemli bir yetenek
gerektirir.[47] Bu soyutlama,
felsefecinin bunun bir soyutlama olduğunu unuttuğu ve soyutlama sürecinin
objesine somut gerçeklik atfettiği zaman, feci bir hal alır. Bu, Wihtehead'in, "yanlış konumlanmış somutluluk
hatası" (fallacy of misplaced
concreteness), olarak isimlendirdiği şeyin bir örneği
olup, o bunu, modern felsefenin yetersizliğinin temel nedeni olarak görür.[48]
Somutluluğun atfedildiği spesifik soyutlamalar
felsefeciden felsefeciye değişiklik gösterir, fakat Whitehead
geleneksel felsefede en yaygın olanlardan bazılarıyla uzun uzadıya ilgilenir.
Bunlardan ilki, cevher'dir: “İster
özsel, ister arizî olsun, kendisi devamlı niteliklere
dayanan basit bie cevher fikri, hayatın birçok amacı
için faydalı bir özü ifade eder. Fakat ne zaman ki onu nesnelerin doğasıyla
ilgili temel bir ifade olarak kullanmaya kalkarsak o zaman hatalı olduğu ortaya
çıkar.”[49]
Ender de olsa bunun gibi kabul edilen diğer bir soyutlama süje-obje
dikotomisidir. Ne bilen suje
ne de algılanan objeler tecrübenin asıl verisini oluşturur: Zihinsel (kognitif) tecrübede ortaya çıkan asıl durum, “objeler arasında ben-objesidir. Ben
bununla asıl gerçeğin, ben-objesini gösteren burada-şimdiyi aşan tarafsız bir dünya olduğunu kastediyorum...”.[50]
Bilinen olarak kişiyi ve öteki objeleri içeren tecrübe alanından, bilen olarak
kişiyi izole etmemiz ancak soyutlama süreciyle mümkündür. Bu kavramların
soyutlamalar olduğunu göstermekle Whitehead
geleneksel empirisizmin zayıf yönünü ortaya koymuş ve
onunla, gerçekliğin daha uygun betimlenmesi için bir tarz hazırlamış ve bunu
kendi felsefî sistemine dahil etmiştir.
Organizm felsefesi, Whitehead'in
kendi empirisizm şekli için tercih ettiği isimdir.[51]
Bilinç de dahil tabiatın bütün unsurlarını, esasen birbirleriyle ilişkili
olduğu kadar, organik bir bütünün kısımları olarak görmüştür. Bu hakikat
görüşü, onun empirisizminin doğrudan bir sonucu olup,
buna göre bireysel varlıklar (entities) tecrübemizin
asıl objelerini oluşturmaz, bilakis onlar kendisine devamlı tâbi olduğumuz içiçe geçmiş ve
karışmış her tür tecrübeden çıkan soyutlamalardır. Tecrübenin gerçek
mahiyetinin tanınması hemen, bedenden ve yanlış yönlendirilmiş somutluluğun
öteki bütün örneklerinden bağımsız bir varlık şeklindeki, zihin kavramının
inkarına götürür. Ezeli ve değişmez cevherlerden meydana gelen bir dünya
yerine, organizm felsefesi, kutsal (divine) da dahil olmak üzere, hakikatin bütün düzeylerinde
süreç ve tekâmülü kabul eder. Böylece Whitehead empirik yaklaşımını din alanına uygulamada hiçbir tereddüt
göstermez.
Diğer
pragmatist felsefeciler gibi Whitehead de genelde
dinin hakikati veya özel bir dinin hakikati konusunda herhangi bir teolojik
varsayım kabul etmeden dini çalışmaya yönelir. Sonuç olarak o, felsefî olarak
haklılığının ortaya konulmadığını düşündüğü dinî düşünce ve davranışın çeşitli
tezahürlerini eleştirmeye dünden razıdır. Aynı zamanda o, dine büyük bir saygı
gösterir ve gerçekte onu felsefe için
vazgeçilmez bulur, çünkü din, felsefeye gayeli bir tabiat düzeni inancını
kazandırmıştır. Peirce'nin felsefesinde olduğu gibi Whitehead'in Tanrı'sı, kendi metafiziğinin en yüksek
noktasıdır, ve böyle olunca da o, Hıristiyanlığın geleneksel Tanrı kavramından
önemli ölçüde ayrılmış olur.
Whitehead'in geleneksel dini eleştirmesinin altında kendi
felsefî empirisizmi yatar. Tanrı dahil bütün dinî
fenomenler, herhangi bir varlık gibi aynı epistemolojik ve metafizik şartlara
tâbîdirler: “Tanrı, bütün metafizik prensiplerin, onların çöküşlerini
engellemek için dua edilecek, bir istisnası olarak ele alınamaz. Tanrı, onların
başlıca örneğidir”.[52]
Tanrı'nın ezelî, değişmez, en yüce varlık, kainatın sebepsiz sebebi, en yüce
değer veya kemal sahibi olarak betimlenmesi, ‘yanlış konumlanmış somutluluk’
örnekleridir -ve zorunlu olarak Tanrı’yı da içinde bulunduran süreç dünyasından
yapılmış soyutlamalardır. Bunlar, hıristiyan
dogmalarının Grek felsefî ifadesinin bir efsanesini oluştururlar ve bu durumu Whitehead hem felsefe hem de teoloji için büyük bir
talihsizlik olarak görür.[53]
Whitehead'in geleneksel teizmi
reddetmesi, onun ateist ya da agnostik olduğu anlamına gelmez. Tam tersine onun
yeniden kurgulanmış Tanrı kavramı kendi felsefî sistemi için önemli bir
unsurdur. Tanrı'nın icra ettiği başlıca fonksiyon, evren için "değer" veya "amaç" sağlamaktır. Dünya, eğer örneğini teşkil eden
metafizik düzen belli bir prensibe referansla açıklanamazsa, anlamsız olur. Dolayısıyle anlamın olmadığı yerde, amaç ya da değerin
olması sözkonusu değildir. Fiziksel intizamın
varlığına dikkat etmek suretiyle kainatta bir düzenin olduğu empirik olarak gözlenebilir. Bu intizamı ve ortaya koyduğu
gayeyi açıklamak için Whitehead, Tanrı kavramını
şöyle ortaya koyar: “Tanrı, dünyada
fiziksel 'kanun' un varolmasını sağlayan gerçekliktir”.[54]
Bundan dolayı Whitehead için Tanrı, bizatîhi tam olan
evrene sadece isteğe bağlı bir ilave değil, bilakis kendisi olmadan evrenin
tamamen anlamsız olacağı bir prensiptir.
Tanrı'nın
metafizik bir ihtiyaç olduğunu ortaya koyduktan sonra Whitehead,
kendi felsefî sisteminin prensipleriyle tamamen uyumlu bir Tanrı betimlemesi
geliştirmeye çalışır. Bu şekildeki ilk prensip bütün beşerî bilginin empirik temelini oluşturur: “Empirisizmin
genel prensibi, soyut akılla keşfî mümkün olmayan bir somutlaşma (concretion) prensibinin varolduğu şeklindeki bir doktrine
dayanır. Tanrı hakkında fazla bilgi edinebilmek için özel tecrübelerin alanında
araştırma yapılmalıdır; işte bundan dolayı, empirik
bir temele dayanır”.[55]
Whitehead'in felsefesinin öteki temel unsuru süreç
fikridir ve bu da Tanrı'ya uygulanmak durumundadır: “Yüce bir varlık fikri
terkip sürecindeki, kendisi tarihi alandaki herhangi özel bir devrin verileriyle
sınırlı kalmayan, bir gerçekliğe uygulanmalıdır”.[56]
Bu süreç Tanrısı kavramı, değişmez
olarak nitelenen --dolayısıyle Tanrı ve dünya
arasında gerçek bir ilişkiyi hesaba katamayan-
geleneksel Tanrı betimlemesinin bu temel yetersizliğini ortadan
kaldırmak için tasarlanmıştır.
Evrendeki
değerin kaynağı şeklindeki Tanrı betimlemesi ile değişme ve gelişmeye tâbi olan
Tanrı betimlemesi arasındaki uygunsuzluk Whitehead'i
Tanrı'daki aslî ve değişen iki tabiatı birbirinden ayırmaya yöneltmiştir. İlki Tanrı'nın değer temin eden
fonksiyonunu belirtir, fakat bu betimleme eksiktir: “Tanrı’nın aslî tabiatı, onun ‘cüz'iyatla’
ilişkisinden soyutlanmış durumdadır, ve bundan dolayı, önermeleri gerektiren karışık (impure)
zihinsel düşüncelerden yoksundur... Bu,
Tanrı’nın bizatîhi varolan soyut yönüdür. Böyle olmakla o, Tanrı’da salt bir
faktör olup, gerçeklikte eksiktir”.[57]
Whitehead'in Süreç ve Gerçeklik (Process
and Reality) adlı temel
eserindeki Tanrı'yla ilgili tartışmasının büyük çoğunluğu aslî tabiata ayrılmış
olup, değişen tabiat sadece kitabın sonundaki yedi sayfada değerlendirilmiştir.
Oysa bu dengesizliğe rağmen açıktır ki, değişen tabiat Tanrı'nın önemli bir
kısmını oluşturur ve bu, Whitehead'in, Tanrı ve
dünyanın süreçsel bir ilişkide birbirine
bağlı oldukları --buna göre birindeki değişikliğin diğerinde de bir değişikliği
gerektirdiği şeklinde sonuç çıkarmasını mümkün kılar.
Tanrı
kavramı gibi, Whitehead'e
göre, genelde din ve felsefe ilişkisi de, karşılıklı dayanışmayı gerektiren ve
ortak faydadan hâli olmayan konulardan biridir:
Din, felsefenin rasyonel genelliğini, belli bir toplumda, belli bir
devirde ve belli öncüllerle oluşturulmuş şartlarda, varoluşla (existence) ortaya çıkan, amaçlar ve duygularla
uzlaştırmalıdır. Din genel fikirlerin özel düşüncelere, özel duygulara ve özel
amaçlara çevrilmesidir; o, kişinin kendini yenileme (self-defating) özelliğinin ötesinde, genişleyen bireysel
ilginin son noktasına yöneliktir.
Felsefe dini bulur ve onu değiştirir; ve tam tersine din, felsefenin kendi örgü
sahasına alıp dokumak durumunda olduğu tecrübe verilerinin arasında bulunur.[58]
Din, dinî
Tanrı kavramı da dahil, felsefenin eleştirel fonksiyonu dışında tutulamaz.
Bununla beraber, felsefenin yargısının gerekli olduğundan endişe duymak, dinî
dogmanın sadece modası geçmiş ve yozlaşmış ifadelerinden ibarettir. Çünkü, Whitehead'in düşündüğü şey, dinin eliminasyonu (elimination)
değil, bilakis onun arındırılmasıdır.
Bundan
dolayı açıktır ki, Whitehead Amerikan din
felsefesinin başlıca temalarını kendi felsefî sistemiyle bütünleştirmiş ve ‘sofistik’ (sophisticated)
metafizik bir destek sağlamakla pragmatistlerin dini ele alış tarzlarına
katkıda bulunmuştur. O, bütün bilgimizin empirik
temellerini ve Tanrı kavramının oynadığı merkezî metafizik rolü vurgulayarak,
dini, felsefî olarak ele almanın hem mümkün hem de -din ve felsefe için- gerekli olduğunu göstermiştir. Fakat onun,
karakteristik bir Amerikan din felsefesinin gelişmesine yapmış olduğu katkı,
şüphesiz, onun süreç fikrini, Tanrı da dahil olmak üzere, hakikatin bütün
alanlarını içine alacak şekilde geniş tutmuş olmasıdır; süreç felsefesi ile
süreç teolojisi ekolleri yoluyla onun etkisi çok geniş bir alana
yayılmıştır.
Charles
HARTSHORNE (1897- )
Whitehead'in felsefî sistemini genişlettiği 1925 ve 1940 arası
dönem, din felsefesinde yeni gelişmelerin özellikle kabul görmediği bir
dönemdi. Amerikan felsefesinin "altın çağı" sonuna gelmişti ve
mantıkçı pozitivizminki gibi, felsefenin daha sınırlı kavramları hakim olmaya
başlamıştı. Aynı dönemde, en kuvvetli teolojik hareketler yeni-ortadoksluk (neo-orthodoxy) ve 'dindarlık' (pietism)
idi, fakat bu hareketlerin her ikisi de din felsefesi açısından önemli kabul
edilmedi. Sonuç olarak, İkinci Dünya Savaşı'nın sonuna kadar Whitehead'in fikirleri Amerkian
felsefeci ve teologları üzerinde önemli bir etki bırakmadı. Bununla beraber,
bunun önemli bir istisnası vardır. Bugün Whiteheadcı
süreç felsefesi ve teolojisinin son derece etkili olmasının büyük ölçüde nedeni
‘bu kişi’dir. Bu sözkonusu felsefeci C. Hartshorne’dur.
Hartshorne'un Amerikan din felsefesi için ifade ettiği önem
Whitehead'in belli başlı fikirlerini kabul etmesinin
çok ötesine gider. Charles Pierce'in Toplu Eserleri'inin (Collected
Works) ortak editörü ve James ile Dewey'in
yazılarının sıkı bir takipçisi olarak Harshorne,
Amerikan felsefesinin temel akideleri konusunda sonderece
tecrübelidir. Üstelik o, geniş çapta Batı felsefesi tarihini de okumuştur; o,
modern mantığa aşinadır ve W. James'den bu yana,
çağdaş Avrupa felsefesi hakkında herhangi bir Amerikalıdan daha fazla bilgiye
sahiptir. Onun Doğu felsefî düşüncesinin bazı şekillerini, özellikle Budistleri
tanıması onu Batı felsefesinin kültürel göreceliğe sahip olduğuna
inandırmıştır. Sonuç olarak Hartshorne, bütün bu
farklı etkileri, din felsefesine yapacağı orijinal katkıda kullanmaya gayret sarfetmiştir.
Hartshorne, kendini bir pragmatist olarak pek görmek
istemez. Buna karşın o, temel pragmatizm kavramını reddetmez: “Peirce ve James'den kaynaklanan
(aynı zamanda bir tür egzistansiyalizm olan) temel bir pragmatizmi kabul
ederim; fikirler hayatta ve davranışta ifade edilebilir olmak durumundadır
yoksa onlar sadece lafzî olarak kalırlar”.[59]
Aynı şekilde onun, süreç şeklinde anlaşılan hakikat üzerinde önemle durması,
bütün pragmatistlerce kabul edilen temel bir kavramın tekrar edilmesinden başka
birşey değildir. Oysa o, önemli bir nokta olan empirisizm konusunda pragmatistlerden ayrılır. O,
metafiziğin bazı a priorik, zorunlu prensiplere gerek
duyduğunu ve bundan dolayı empirik olmayan, zorunlu
unsuru dışarıda tutan hakikat betimlemesinin eksik olduğunu düşünür:
Bana göre empirik dünya görüşü olsa olsa ya empirik garantisinin
ötesine geçen bir bilim ya da a priori ilk
prensipleri ve bilimin sonuçlarıyla ilgili kendi kendini eleştiren bir
bileşimdir (fusion). Felsefenin başlıca iki
sorumluluğu vardır: Empirik olmayan prensipleri
açıklığa kavuşturmak ve onları ilgili olduğu empirik
olgularla beraber kullanmak, kişisel ve sosyal hayatla ilgili değer
problemlerini aydınlatmaktır.[60]
Hartshorne'un düşüncesinde, tam bir empirisizmin
dışarıda tuttuğu zorunlu prensiplerin başlıca örneğini, aynı zamanda onun
felsefesinde merkezî bir konuma sahip olan Tanrı kavramı oluşturur. Fakat empirisizmi bu şekilde reddetmesi dışında o, Amerikan
felsefî pragmatizminin temel akidelerini kabul eder ve onun felsefî olarak dine
yaklaşımı, yukarıda bahsedilen öteki Amerikan felsefecileriyle birçok ortak
noktaya sahiptir.
Hartshorne teolog değil felsefeci olduğunu çok açık bir
şekilde belirtse de, eserleri onun dinin problemleriyle ve özellikle Tanrı
kavramıyla büyük ölçüde ilgilendiğini gösterir. O, Tanrı kavramıyla ilgilenmeyi
reddeden felsefecilerin, hakikatle ilgili
uygun bir açıklama yapacak kapasitede olmadıklarını düşünür: “Eğer
metafizik herhangi birşeyi bilirse o zaman ya Tanrı’yı
bilmek veya Tanrı fikrinin anlamsızlığını bilmek zorundadır. Tanrı hakkındaki
nötr tutum metafizik demek değildir. Bu durumda tercih, ya teistik
metafizik ya ateistik metafizik ya da hem dinin hem
de metafiziğin pozitivist bir tutumla reddedilmesi
yönünde olmalıdır”.[61]
Hartshorne elbette teizmi
seçer, fakat o, bütün yönlerden mutlak olarak düşünülen klasik Tanrı
betimlemesiyle bağlantısından dolayı bu özel terimi reddeder. Whitehead gibi, o da böyle bir betimlemenin son derece
yetersiz olduğunu düşünür.
İnsanın Tanrı Hakkındaki Görüşü (Man's Vision of God) adlı eserinde Hartshorne,
Tanrı'ya karşı takınılan çeşitli felsefî tutumları üç kategoriye ayırır:
1. Her bakımdan mutlak olan mükemmel
bir varlık vardır,
2. Bazı açılardan mutlak olan mükemmel
bir varlık vardır,
3. Herhangi bir açıdan mutlak olan
mükemmel bir varlık yoktur.[62]
Hartshorne, Whitehead'le birlikte aynı
gerekçeyi paylaşarak teizmin birinci türünü reddeder.
Çünkü bu tür bir teizm, Tanrı'yla dünya arasında
karşılıklı gerçek bir ilişkiye izin vermez. Felsefe, en azından harhangi bir açıdan zorunlu olan bir gerçekliğin varlığına
ihtiyaç duyduğu için, üçüncü imkanın da reddedilme zorunluluğu vardır. O halde
Tanrı bazı açılardan mutlak ve bazı açılardan izafi olmak durumundadır. Bununla beraber O, bazı açılardan üstün olsa da, sadece bizatihi üstündür. Tanrı'nın izafiliği
şu anlama gelir: “İşlerle ilgili herhangi bir durumda, Tanrı’da aynı durumda
olduğu için herhangi bir şekilde Tanrı’ya üstün olan bir şey bulunamaz.”[63]
Hartshorne bu ikinci tür teizmi
sürrelativizm
olarak adlandırır olacak.[64]
Tanrı'nın
bizatihi üstün olduğu başlıca yönlerden biri, O’nun gelecekle ilgili bilgisine
ilişkindir. Hartshorne ilâhî bilginin, “'zaman-üstü'
bir bilgiyi belirtmediğine inanır. Her şeyi bilen bir varlık için dahi bir
gelecek olabilir. Gelecekle ilgili bir olay meydana gelmeye başladığı zaman
böyle bir zihin o şey hakkında, olmadan önceki durumundan daha fazla şey
bilecek, fakat ikinci durumda bilinecek yeni bir olay (var) olacaksa da, her
iki durumda O, olan her şeyi bilecektir”.[65]
Bir anlamda insanın, Tanrı'nın yaratıcısı olduğu söylenebilir, çünkü Tanrı’nın
bilmesi için şeyleri ortaya koyan odur. Bununla beraber bu durum Tanrı'nın
insana ve dünyaya karşı olan üstünlüğünden bir şey eksiltmez. Hartshorne Tanrı'nın dünyayla olan ilişkisini insan
zihninin bedenle olan ilişkisine benzetir: “Zihinli bir beden öyle bir şeydir
ki dünyanın büyük bir kısmını doğrudan
doğruya bilen, kontrol eden ve ondan dolayı acı çeken bunun zihin kısmıdır...
Tanrı öyle bir zihindir ki bütün şeylerle tam bir dostluk kurmaktan zevk alır
ve bundan dolayı saf anlamda beden için bütün dünyaya sahiptir.”[66]
Bu Tanrı doktrinini görünüşte benzediği panteizmden ve geleneksel teizmden ayırtedebilmek için, Hartshorne 'panenteizm' terimini
kullanılır. O bu terimi “Tanrı'nın, herhangi bir gerçek yönden, bütün izafi
materyallerden ve bunların herhangi
birinden bağımsız ve ayırtedilebilir olduğunu ve
böylece bütün izafi materyalleri de içeren aktüel (actual)
bir bütün olarak alındığını savunan bir görüş” olarak tanımlar.[67]
Bundan
dolayı, Hartshorne'a göre eğer bir Tanrı varsa bazı
açılardan izafî olmak zorundadır. O, Tanrı'nın varolduğunu göstermek için ilahî varlık için en önemli delillerden
biri olan ontolojik delile başvurur ve onu şöyle özetler: “Tanrı, devamlı bir
şekilde fakat sadece varlık olarak kavranabilir”.[68]
Başka bir deyişle, eğer Tanrı kavranabiliyorsa var olmak zorundadır. Tanrı'nın
varlığına yegane alternatif, Tanrı ya
da ilâh (divinity)
teriminin uygun bir anlamının olmayışıdır. Hartshorne'un
bu terime yüklediği anlam şu sözcüklerle ifade edilebilir... “bu, insan
zihninin dinî ve seküler fonksiyonları arasında, ve
bu fonksiyonlarda gösterildiği gibi, bu zihinle dünya arasında mantıksal
ifadeye elverişli aslî bir harmonidir...”.[69]
Tanrı inancına tek alternatif varlığa verilen anlamın reddedilmesidir; bu
noktada Hartshorne, her ikisi de Tanrı'yı evrendeki
anlam ve değerin prensibi olarak betimleyen Peirce ve
Whitehead'i takibeder.
Böylece Hartshorne ontolojik delilin Tanrı'nın
varlığı hususunda kesin bir kanıt sağladığını düşünür, ancak bu delilin, (Conterbury'li Anselm'in
ispatlamaya çalıştığı gibi mutlak bir kavram için değil de[70])
sadece sürrelativ Tanrı kavramı için geçerli olduğunu
işaret etmede dikkatli davranır.
Hartshorne'un Tanrı'nın dışındaki dinî konuları ele alış
tarzı nispeten ihtiyatlıdır. İlâhî vahyin geçerliği konusunda o, bu tür vahyî
tecrübelerin onu yaşamayanlar için bağlayıcı olmadığını düşünse de metafiziğin
bazı kişilerin, bazı şeyleri ortak olmayan (uncomman)
tecrübelerle bilebileceği şeklindeki teolojik bir iddiaya temelde açık olduğunu
ifade etmekle yetinir. Genelde o, dinî inancın felsefî olarak haklılığının
savunulabilir olduğunu düşünür:
Hayatında bütün iyilik ve hakikati (actuality)
kucaklayan, kendisine uygun bir şekilde hitabedilebilen
Bİr' e, topyekün
kapsamlı bir bağlılığın sözkonusu olduğu bir dinin
rasyonel yönden haklı çıkarılmasının bir derecesini ayırıyorum.
Sözkonusu Bir’in
acılarımızı dahi kabul eden şefkati, incillerde
tasvir edilen insan hayatında en yüce şekilde sembolize edilir.[71]
Kendi din
felsefesinde Hartshorne, Whitehead'in
Tanrı dahil hakikatin tamamının süreçte olduğu anlayışının bütün implikasyonlarını geliştirmeye çalışır. Hartshorne'un
öğrencileri Whiteheadçi süreç felsefesi ve
teolojisinin Kuzey Amerika'da yayılmasında lider rolü oynamışlardır ve onun
etkisi altında pragmatist Amerikan din felsefesi geleneğinin başlıca unsurları
günümüze gelebilmiştir. Bununla beraber süreççi din felsefesinin mevcut
durumunu ele almadan önce, Hartshorne ile sık sık farklı düşünen, fakat bir felsefeci ve teolog olarak
onun son derece saygı duyduğu Paul Tillich'in
Amerikan geleneğine yapmiş olduğu katkıyı
betimlememiz gerekmektedir.
Paul TILLICH (1886-1965)
Whitehead gibi Tillich de doğma
büyüme Amerikalı değildir. O, Nazi Almanya'sından, Frankfurt Üniversitesi'ndeki
profesörlük görevinden Hitler tarafından kovulan bir mülteci olarak, 1933
yılında Birleşik Devletler'e geldiğinde 47
yaşındaydı. Bu zamana kadar o, Alman aydın çevresinin önemli bir parçası
durumundaydı ve akademik meslektaşlarının, felsefe ve teoloji alanında başka
bir yerde olan hiçbir şeyin önemli olmadığı şeklindeki yaygın görüşlerini
paylaşıyordu.[72] Fakat o, zamanla bu
fikrinden vazgeçmiş ve daha sonraki yıllarda Amerikan kültürünün kendi düşüncesindeki
önemli etkisini kabul etmiştir:
İngilizcenin espirisi, klasik felsefî Almancanın mistik belirsizliğiyle örtülü düşüncemin
muğlaklığını bertaraf etmeyi gerektirmiştir; Anglo-Sakson kültüründe, dinî ve dünyevî arasında olduğu gibi,
teori ve pratik arasındaki karşılıklı bağımlılık (interdependence)
beni, sistemi sırf sistem hatırına seven, bu tür soyut bir idealizmin
cazibesinden kurtarmıştır; Kolombiya Üniversitesi, Birleşik Teoloji Fakültesi (Union Theological Seminary)'nun öğrencileri ve
meslektaşları arasındaki işbirliği ile
öteki üniversite ve kolejler, kıta Avrupasındakinden
farklılık gösteren Protestan din ve kültürü hakkında bir tip tecrübe edinme
imkanı sağlamıştır...[73].
Başka bir yerde Tillich,
Amerikan toplumunda otoriteciliğin eksik olmasını övdüğü gibi, “ilerleme,
çabalama, başarısızlıkları göze alma, mağlubiyetten sonra tekrar başlama, hem
bilgide hem de aksiyonda tecrübi bir hayata yönelme,
geleceğe açık olma, tarihin ve tabiatın yaratıcı sürecine katılma konularında
varolan Amerikan girişimciliğini de över”.[74]
Gerçi Tillich’in Amerikan din felsefesindeki seleflerini -Peirce, James, Dewey ve Whitehead'i- ismen zikretmesi ender görülse de, yukarıdaki
ifadelerden Amerikan pragmatik geleneği olarak
betimlediğimiz şeyin temel özelliklerinin onun için özel bir başvuru kaynağı
olduğu açıktır. O, spesifik olarak, teori ile uygulamanın ahenginden, bilgide
ve aksiyonda tecrübî hayata olan eğilimden, ve tarih
ile tabiatın yaratıcı sürecine katılmadaki ısrardan sözeder.
Bununla beraber, Tillich'in ontolojik ve
epistemolojik realizmi onu, baştan sona emprisizmle
ilgisinden dolayı pragmatizmi tam olarak benimsemekten alıkoyar: “Pragmatizm
tecrübeden bahsettiği zaman doğru ve iyinin ölçütlerini, vitalistik
felsefeden daha az olmamak kaydıyla teslim eder. Tecrübenin dinamik süreci
üzerinde, yani tecrübî hayatın dinamik sürecinde onun
lehine olan hiçbir bir norm yoktur”[75].
Bu durumda Tillich'in pragmatizme yaklaşımı Hartshorne'unkine benzer; her ikisi de bu geleneğin, baştan
sona emprisizmini istisna tutmakla beraber, başlıca
özelliklerini kabul ederler.
Görüldüğü
gibi pragmatik Amerikan din felsefesi geleneği son
yıllarda en uygun şekilde süreç
felsefecileri ve teologları tarafından temsil edilmiştir. Sonraki
çalışmalarında Tillich kendi durumunu formüle ederken,
bu hareketi gözönüne almıştır. Tillich’in,
pragmatizmle ilgili tutumunda olduğu gibi, onun süreç düşüncesine karşı
takındığı tavır olumlu olduğu kadar olumsuz bir unsuru da içerir. Kültür
Teolojisi'nde (Theology of Culture),
onay (approval) sözcüğünü önerir:
Cesaret, Amerikan felsefî düşüncesindeki öteki önemli unsurdur. Belki
de Amerikan felsefesinde oluş, süreç, gelişme, ilerleme vb., üzerine yapılan
vurgunun, Kıta felsefesinden en çok sorumlu olan gruplarda hemen hemen hiç bulunmayan bir tarzda risk, başarısızlık,
mağlubiyet ve hayal kırıklıklarının üzerine giden bir cesaretin ifadesi olduğu
söylenebilir [76].
Bununla beraber o, bir süreç yapılanmasının (structure) yani sürecin
ontolojik olarak anlaşılabilirliğini sağlayan a priori
bir unsurun varolması gerektiğine inandığı için, sürecin varlığa sınırsız bir
şekilde uygulanmasına açıkça karşı çıkar.[77]
Bir süreç Tanrı'sı fikrine gelince Tillich, Charles Hartshorne'un şu savına karşı çıkar:
Yaratıkla ilgili olumsallık,
Tanrı'yı bir açıdan şart koşar ve O’nu mahlukatla ilişkisinde gerçekten sınırlı
bir hale sokar. Benim bu doktrine karşı olmam... klasik dinin şahitlik ettiği
ilâhî heybetin muazzam etkisinden kaynaklanır. Bu ise, Tanrı'nın olumsal bir
şeye yapısal olarak bağlı olmasını, tarafımdan kabul edilmesi imkansız bir şey
haline sokar.[78]
Şimdiye
kadar ele alınan Amerikalıların aksine Tillich, bir
din felsefecisi olmaktan çok felsefî bir kelamcı olarak daha iyi betimlenir.
Birleşik Teoloji Fakültesi’nde Felsefî Teoloji başkanlığını üstlenirken şunu
ifade etmiştir.: “Felsefî Teoloji, temsil ettiğim makamın müstesna ismidir. Bu
isim başka birinden ziyade bana daha iyi gider, çünkü felsefe ile teoloji
arasındaki sınır hattı, benim düşünce ve çalışmamın merkezidir.”[79] O, belli bir kiliseye müntesib
olmadığı ve belli bir dinî geleneğin savunmasıyla uğraşmadığı,. bilakis
“insanlığın nihaî ilgisi hakkındaki egzistansiyal
soru ve bu soruya hıristiyan mesajının verdiği egzistansiyal cevabın, daima kendi ruhsal hayatında hakim
olmuş”[80]
olmasından dolayı kendini bir teolog olarak görmüştür. Tillich ne felsefenin ne de teolojinin bizatihi bir bütün
oluşturduğuna inanır: Felsefenin insanın durumunu betimleyişi cevaplanamayan
sorular ortaya çıkarır. Teoloji ilahi vahiy sayesinde bazı cevaplara sahiptir,
ancak o, çağdaş kültürün felsefî ifadesini önemsemezse o zaman kendi cevapları
da kulakardı edilir. Tillich'in
başlıca eseri olan Sistematik Teoloji,
-felsefenin ürettiği sorular ve teolojinin buna verdiği vevaplar
arasındaki, bu korelasyon yöntemi
açısından düzenlenmiştir. Bu yaklaşımın bir özeti yukarıda sözü edilen açılış
töreni konuşmasında şu şekilde geçer:
Felsefî teoloji, akıl kavramı ve ona ait olan kategorilerle ilgilenip,
akılda imâ edilen egzistansiyal bir probleme yönelir
ki onun cevabı: Vahiydir. Felsefî teoloji varlık kavramı ve ona ait olan
kategorilerle ilgilenip, varlıkta (being) imâ edilen,
egzistansiyal bir kavramla uğraşır ki olan cevabı:
Tanrı’dır...
ve bunun gibi varoluş / Mesih, hayat / Ruh, ve Tarih /
Tanrı'nın krallığı gibi kavramlarla ilgilenir .[81]
Sistematik Teoloji adlı kitabının
girişinde Tillich, felsefeci ile teolog arasındaki üç
farklı noktaya işaret eder. Araştırmanın objelerine karşı takınılan bilgisel (kognitif)
tutum hususunda, teolog objesi olan Tanrı ile derinden ve tutkuyla
ilgilenirken, felsefeci varlık ve onun yapısına yönelik olarak farklı bir
objektifliği korumaya çalışır. İkinci ayrılık noktası onların kaynaklarıyla
ilgilidir: Felsefeci hakikatin yapısını kendi içinde bir bütün olarak keşfetmek
için hakikatin bütününe bakar, oysa teolog İsa Mesih ve Kilise gibi, hakikatin
belli bir yönünü inceler. Son olarak, felsefe ve teoloji içerikleri açısından
farklılık gösterir: Felsefeci varlıkla olduğu gibi ilgilenirken, teolog olması
gerektiği şekliyle yani insanın yeni bir
varlık araştırmasıyla ilgilenir.[82]
Bu farklara rağmen Tillich, teolojinin cevaplamak
zorunda olduğu soruları anlamak için her teoloğun
felsefeci olmak zorunda olduğu gibi, varoluşsal konularla ilgilenildiğinde her
felsefecinin de bir teolog olması gerktiğini düşünür.
Felsefe ve
teoloji arasındaki ilişkiyle ilgili bu anlayışı, inanç (faith)
ile akıl veya akıl ile vahiy arasında geçerli bir ihtilaf (çelişki) olmadığı
şeklinde bir sonuç takip eder. İnsan aklının sonlu varlığın bütün sınırlamalarına
tabi olduğu ve bundan dolayı onun en önemli varoluşsal sorularını
cevaplayamadığı kabul edildiği müddetçe, insan vahiy yoluyla bu cevapları alma
imkanına açık olacaktır. Tillich vahyi “sıradan bir
tecrübe bağlamında bulunup, ancak bunu aşan bir şeyin tezahürü” olarak
tanımlar.[83] Vahyedilen
şey akılla çelişik olmayıp bilakis onun ortaya koyduğu sorunun cevabını
oluşturur. Vahiy bizi nihaî olarak ilgilendiren şeyin bir tezahürüdür ve bu,
onu felsefeden ziyade teolojinin, ayrı (detached) bir
akıldan ziyade varoluşsal bir inancın (faith) objesi
yapar.
Tillich vahyin kaynağı olan Tanrı'yı kendi korelasyon
yöntemine uygun olarak betimler. O, işe İncil'le veya klasik teolojik Tanrı
kavramıyla başlamayıp bilakis Tanrı'yı insanın en temel varoluşsal sorunu -varlık sorunu- nun
bir cevabı olarak betimler. Sonlu olarak insan kendi varlığının ve diğer bütün
varlıkların olumsallığının (contingency) farkındadır.
Bu yüzden o, kendisi için devamlı imkan durumunda olan yok-olma (non-being) tehdidi altındadır. Fakat
sonluluğunun yanısıra insan hakikatin yapısındaki
sınırsız bir unsurun farkındadır, ve bu da onu Tanrı sorusuna yöneltir:
Herhangi bir soru sorma faaliyetinde bile sınırsız bir unsur olduğu
için Tanrı sorusu sorulabilir. Tanrı
sorusu sorulmalıdır, çünkü insanın devamlı kaygı olarak tecrübe ettiği yokluk
tehdidi onu, yokolmayı yenen varlık sorusuna ve
kaygıyı yenen bir cesaret sorusuna götürür.[84]
Tillich, Tanrı'yı bizatihi
varlık (being itself)
ve varlığın sebebi olarak betimlemeye
devam eder.[85] O, üstün bir varlık olsa
bile, bir varlık olmayıp bilakis
bütün varlığın yapısı (structure) dır. Bu sebeple,
bizatihi varlık olduğunu söylemek dışında, Tanrı'yı gerçek anlamda (literally) betimlemek mümkün değildir. Tanrı'yla ilgili
diğer bütün ifadeler semboliktir. Sistematik
Teoloji adlı eserinde Tillich, Hıristiyanların
Tanrı'yı betimlemek için kullandıkları
zât (personal), teslis (trinity)
gibi geleneksel sembolleri değerlendirir ve onları, yeniden yorumlama gereği
bulunduğunu düşünse dahi, yeterli bulur. Bununla beraber, diğer hıristiyan teologların bir hayli karşı çıkmasına rağmen o, Tanrı ismi dahil, bu sembollerin
evrensel olarak kabulünde ısrarcı değildir:
Eğer bu
sözcüğün senin için fazla bir anlamı yoksa, onu tercüme et, ve varlığının
kaynağının derinliklerinden, nihaî ilgilerinden, herhangi bir şekilde
gizlemeden önemsediğin şeylerden bahset. Böyle yapabilmek için, belki de Tanrı
hakkında öğrenmiş olduğun geleneksel her şeyi ve hatta Tanrı sözcüğünün
kendisini bile unutmak durumunda kalabilirsin.[86]
Daha önce
işaret edildiği gibi Tillich'in hıristiyan
inancını yeniden yorumlamasında bazı sınırlamalar vardır. Özelde o, Tanrı'yı
varlık açısından değil de süreç açısından yorumlayan Charles Hartshorne'u takip etmeyi kabul etmez. Oysa bu farklılığa
rağmen Tillich ve Hartshorne'un
hem öğretilerinde hem de uyumlu olan fikirlerini kabulde birçok ortak yanları
vardır. Nasıl Hartshorne'un din felsefesi
çağdaşlarından çok az bir tepki almış ve sadece kendi öğrencileri tarafından
geliştirilmiş ise, aynı şekilde Tillich'in felsefî
teolojisi, felsefeci ve teologlar tarafından ciddiye alınmak için, yirmi yıl
kadar ya da onun Amerika'ya gelmesine kadar beklemek durumunda kalmıştır. Oysa
şu anda durum değişmiştir ve bugün
Amerikan din felsefesinde en heyecan
verici iş, hem Amerikan pragmatik-süreç
geleneğine hem de Tillich'in eserine ve onun Avrupalı
selef ve çağdaşlarına aşina olan insanlar tarafından yürütülmektedir. Bu
araştırmanın kalan kısmı, mevcut Amerikan dinî düşüncesinin dört temsilcisine
tahsis edilecektir. Dikkat edilmelidir ki bu dört kişiden (sonuncusunun hariç
tutulması mümkün olmakla beraber) her biri, Tillich
gibi, felsefeci olmaktan çok teologtur. Onların
hepsi, hem Amerikan hem de kıta Avrupası felsefî
geleneklerinden (özellikle Alman fenomenolojisi ve
varoluş felsefesinden) olumlu bir tarzda etkilenmişlerdir. Fakat bunlardan
ikisi, John B. Cobb, ve Schubert
M. Ogden, Whitehead ve Hartshorne'dan büyük çapta etkilenirken, diğer ikisi, John Macquarrie ve Leslie Dewart, Tillich ve onun Avrupalı
arkadaşlarından (özellikle Heidegger'den)
etkilenmiştir.
John B. COBB, Jr.
(1925- )
1962 yılı,
Hartshorne'un Mükemmellik
Mantığı (The Logic of Perfection) adlı eseri ile onun en gözde öğrencilerinden Schubert Ogden'in Mitsiz Mesih (Christ
Without Myth) ve John Cobb'un Protestan
Teolojide Yaşayan Seçenekler (Living Options in Protestant Theology) adlı
eserlerinin yayınlanmasıyla, süreççi Amerikan din felsefesinin gelişiminde
önemli bir merhaleyi gösteriyordu. Cobb'un bu kitabı
tam gelişmiş bir din felsefesi sunmasa da, o bu kitabında felsefenin Barth, Brunner, Bultmann ve Tillich gibi
teologlar tarafından kullanılması konusundaki itirazlarını ortaya koymuştur.
Daha sonraki yazılarında Cobb, önemli ayrıntılarda,
kendi felsefî konumunu büyük ölçüde Whitehead'in
fikirlerine dayalı olarak geliştirmiştir.
Tillich gibi Cobb da felsefeci
olmaktan çok bir teologdur. Onun, kendi akademik uzmanlığını betimlemek için
yeğlediği terim "doğal teoloji" veya daha kesin bir şekilde,
"Hıristiyan doğal teolojisi"dir. Bu ikinci ifade Cobb
için şu anlama gelir:
Hıristiyan teolojisi açısından önemi olan soruları, söylenebilecek şeyi
felsefî üstünlük (excellence)
ölçütlerinin belirlediği bir tarzda ele almaktır. Sunulan delilin, felsefî
faydaları açısından muhakeme edilmesi istenir, oysa konuların seçimi ve
araştırmanın odak noktası teolojik 'tutku'yla (passion)
belirlenir [87].
Böyle bir
Hıristiyan doğal teolojisini kurmak için, teolog Hıristiyan inancını rasyonel
terimlerle ifade edebilmelidir. Bu ise felsefenin kullanılmasını gerektirir. Bu
durumda teolog ya kendi felsefesini oluşturmak -ki bu imkansız olmasa bile
güçtür- ya da zaten varolan bir felsefeyi benimseyip kendi amaçlarına uyarlamak
zorundadır. Bu ikinci alternatif için Cobb'un
önerdiği iki ölçüt, felsefenin iç mükemmelliği -basitliği, tutarlılığı vb.- ve
Hıristiyan inancına uygunluğudur. Cobb her iki ölçüt
açısından da, Whitehead'in felsefesinin -gerçi Hıristiyan doğal teolojisine bir temel sağlamaktan daha öteye gidemeyecek
olsa da mevcutlar içinde en uygunu
olduğunu düşünür.[88]
Cobb'un Hıristiyan doğal teolojisi için mantıklı başlangıç
noktası Tanrı doktrini olup, özellikle Hartshorne
tarafından geliştirildiği şekliyle[89]
Whitehead'in felsefesi bunun için münhasıran
uygundur:
Neo-klasik teizmin en büyük
avantajı Tanrı hakkında tamamıyle uygun bir görüş
imkanını göstermiş olmasıdır ve bu da aynı zamanda dinî vukuf için gerekli
görünen bir görüştür.[90]
Whitehead'in evren için bir amaç sağlayıcı olarak ifade
ettiği Tanrı betimlemesine uygun olarak Cobb,
Tanrı'dan “bizi daha büyük bir sevgiye, hayata ve özgürlüğe çağıran”, “evrende
yeniliği, hayatı, duygu yoğunluğunu, bilinci, özgürlüğü ve insanda başkalarına
karşı sıcak ilgi duymayı yaratan ve bütün bunları destekleyen düzeni meydana
getiren bir faktör” olarak bahseder.[91]
Hartshorne'un Tanrı'nın dünyayla ilişkisini beşerî
zihin ve beden ilişkisi açısından anlamasına karşın Cobb,
bu ilişkinin insan hafızasıyla kıyaslanması durumunda en iyi bir şekilde
anlaşılacağını düşünür. Biz geçmişte meydana gelen bir olayı hatırladığımızda,
onu şimdi olarak değil de geçmiş olarak tecrübe ederiz, ve bu hatırlama unsuru
duyusal değildir. Eğer bu şekilde duyusal olmayan tecrübeler insanlar için
mümkünse, o zaman bunların Tanrı için mümkün olması tasavvur edilemez değildir.
Bu durumda Tanrı, insanın tek amaçlılığının (singlemindedness)
sınırlamaları ve hafıza zayıflığı olmaksızın, bütün beşerî tecrübeye iştirak
edebilir.[92]
Cobb, spesifik olarak Hıristiyan
doğal teolojisini şekillendirmeye çalıştığı için, Tanrı'yı evrende amaç
sağlayan şeklinde sadece fonksiyonu açısından betimlemeye ve O’nun dünyayla
ilişkisini açıklamaya razı değildir; buna ilave olarak İsa Mesih’in Whiteheadçi terimlerle nasıl açıklanabileceğini göstermek
ister. Whitehead'in varlık (presence) kavramı, Tanrı'nın her varoluşta (entity) mevcut olmasını
gerektirir. Bununla beraber bu varoluşun (presence), özel durumdaki her varlık
için Tanrı'nın maksadına ve bu varlığın Tanrı'ya gösterdiği mukabeleye bağlı
olan farklı tarzları vardır. Cobb Tanrı'nın, herhangi
diğer bir insan gibi tamamen beşer olan, İsa'daki mevcudiyetinin eşsiz (unique) olduğunu düşünür, çünkü bu durum Tanrı’nın İsa'da
eşsiz olarak varolma kararlılığından ve İsa'nın da bu amacı topyekün
kabul etmesinden kaynaklanır.[93]
Hatta İsa'nın eşsizliği O'nun dünyada ortaya koymuş olduğu, nihaî olan ve
üstünlük bakımından geçilemeyen, beşerî varoluş
yapısını da kapsar[94].
Tanrı'yı ele alış tarzında olduğu gibi beşerî varoluşu ele alış tarzında da Cobb, Hıristiyan doğal teolojisini mümkün olduğu ölçüde Whitehead'in eserleriyle temellendirmeye
çalışır. Felsefî kaynaklara daha fazla eklektik yaklaşım, çağdaş Amerikan
süreççi teolojinin ikinci önemli temsilcisi Schubert Ogden'de açık olarak görülür.
Schubert M. OGDEN (1928- )
Ogden'in ilk yayınlanan eserleri, Kitab-ı
Mukaddes'le ilgili bilgiler çerçevesinde ortaya çıkmış teolojik problemlerle,
özellikle de Rudolf Bultman'ın
yazılarında merkezî konuma sahip olan, mitolojiden
arındırma (demythologization) tartışmasıyla
ilgilidir.[95] O, bu tartışmanın
teolojik yöntemin daha geniş tutulması ve özellikle felsefenin ve teoloji
arasındaki ilişkiyle ilgili olduğunu farketmekte
gecikmemiş ve Bultmann'ın -esasen Heidegger'in
ilk dönemiyle ilgili olan- felsefî
varsayımlarına aşina olmak için özel dikkat sarfetmiştir.
Bununla beraber onun temel kanaati şudur ki bu felsefî kaynaklar, teolojik
vazife (task) nin sadece
bir kısmı için yeterlidir ve bunlara Whitehead ve Hartshorne'un süreç felsefesinden ilaveler yapmak gerekir.
Ogden bir teologtur, fakat o
teolojinin felsefeden bağımsız olamayacağı konusunda ısrarlıdır. Bu her iki
faaliyet arasında farklılık vardır, fakat bu fark, inanç ve akıl arasındaki bir
farka tekabül etmez. İnanç ve akıl hem felsefenin hem de teolojinin
unsurlarıdır: “Kişi (self) olarak varolmak yalnızca
inanç temelinde mümkündür, dolayısıyle, inanmadıkça anlayamazsın şeklindeki
ifade sadece Hıristiyanla ya da inananla ilgili
olduğu anlamda değil, bilâkis bu durumdaki her insanla ilgili olarak doğrudur”[96].
Bundan dolayı Ogden felsefeyi, “beşerî varoluşun
kurucusu olan temel varoluşsal inançla ilgili tamamen düşünsel (reflective) bir anlayış” olarak tanımlar.[97]
Öte yandan teolojinin (yani Hıristiyan teolojisinin), Hıristiyan inancıyla
ilgili tamamen düşünsel bir anlayış geliştirme görevi vardır. Teolojinin
felsefeden ayrıldığı nokta, onun inancı ya da aklı hariç tutması değil, bilâkis
hernasılsa farklı bir objeye -bütün insanlarda ortak olan inançtan ziyade,
Hıristiyan inancına- sahip olmasıdır.
Felsefe ve teolojinin buluşma yeri felsefî teoloji olup bunun görevi de “Tanrı'nın
hakikati ile ilgili temel soruyu cevaplama konusunda ortak olan inancımızı
anlamaya çalışmaktır”.[98]
Ogden teolojinin felsefeden bağımsız bir şekilde fonksiyon
icra edemeyeceği konusunda Tillich ve Cobb'la aynı fikirdedir:
Nasıl tek başına Hıristiyan inancının teolojinin iddiaları için yeterli
bir zemin oluşturmayacağı açıksa, aynı şekilde bu tür iddiaların -spesifik olarak Hıristiyan inancından
bağımsız bir doğruluğu olan teistik bir metafizik
oluşturmadıkça- anlamlı olarak
kurulamayacağı açıktır.[99]
Bir teoloğun ilgilenmek
zorunda olduğu başlıca problem, üzerine kendi felsefî teolojisini inşa edeceği doğru felsefeyi nasıl bulacağıyla
ilgilidir. Ogden, farklı felsefelerin
değerlendirilmesinde sadece felsefî ölçütlerin kullanılması gerektiğini düşününr, ve M. Heidegger ile C. Hartshorne'un felsefî konumları arasında yapılacak bir
sentezin Hıristiyan teolojisi için doğru
felsefeyi sağlayacağı görüşündedir.
Bultmann gibi Ogden’e göre de Heidegger'in teolojiye yaptığı başlıca katkı, Varlık ve Zaman'da ortaya konduğu gibi,
beşerî varoluşu betimlemesidir.[100]
Bununla beraber Ogden, Bultmann'ın
Heidegger düşüncesinin bu yönüne fazla bağlı olduğunu
ve dolayısıyle beşerî varoluş konusunda yaptığı
yeterli açıklamayı ilâhî varoluş konusunda ortaya koyamadığını düşünür. Gerçi Varlık ve Zaman'da bile Heidegger ilâhî ezelîliğin, mutlak zamanîlik
(infinite temporality)
şeklinde yeniden yorumlanmasıyla ilgili değerli bir teklifte bulunsa da -ki
bunu Ogden, Hartshorne'un
süreç şeklindeki Tanrı betimlemesine uygun olarak geliştirmeye çalışır-[101]
ayrıntılı bir Tanrı betimlemesi ortaya koymaz. Dolayısıyle
Ogden doğru
felsefenin eksik kısımlarını temin etmek için Hartshorne'un
felsefesine başvurur.
Ogden'e göre Hartshorne ilâhî
varoluşla ilgili bir analiz yapar, öyle ki bu analiz Heidegger'in
beşerî varoluşla ilgili analizi hakkında Bultmann'ın
söylediği şeylere büyük paralellik arzeder ve onları
tamamlar:
Nasıl ki Bultmann ‘(beşerî) varoluştan, onu
dünyevî bir varlık olarak objektifleştirmeden, bahseden bir bilim’ in varolması
gerektiğini ileri sürerse, aynı şekilde Hartshorne da
ilâhî varoluşla ilgili tam olarak aynı sonucu ileri sürer. Buradaki akıl
yürütme kesinlikle benzerdir: Tanrı, herhangi bir tarzda dünyevî bir varlık
olarak objektifleştirilmeksizin, felsefî açıklamanın objesi olabilir, çünkü
felsefenin açıklamaya çalıştığı şey, somut bir şekilde gerçek (actual) olan Tanrı değil, bilakis Tanrı'nın soyut özüdür.
Bu tıpkı varoluşsal analizin objesinin, somut varoluş (Existenz)
şeklindeki insan değil bilakis sözkonusu varoluşun
soyut formu veya prensibi (Existentialitat) olması
gibidir.[102]
Hartshorne ve Ogden için Tanrı
mutlak değil izafî olup ... “dünyada hayatımızla halis bir şekilde ilişki kuran
bir gerçekliktir. Bundan dolayı hem kendimiz, hem de O’na yönelik çeşitli
faaliyetlerimizin hepsi onun gerçek varlığını farkeder”.[103]
Ogden Hartshorne'un
Tanrı'nın bedeni şeklinde sunduğu evrenle ilgili analojisini benimser, ancak
bu, Tanrı'nın evrendeki varlıklarla ilşkisinde O'nun
üstünlüğünden birşey eksiltmek için tasarlanmış
değildir.[104] Ogden
bu Tanrı kavramının, "Tanrı sevgidir" şeklindeki İncil ifadesinin ve
Tanrı’nın İsa Mesih’in şahsında üstün bir şekilde tezahür ettiği inancının en
uygun yorumu olduğunu düşünür.[105]
Ogden Tanrı kavramı konusunda Harshorne
ile o kadar hemfikirdir ki, geleneksel Hıristiyan teizmininkine
çok benzediğini düşündüğü, Paul Tillich tarafından
ileri sürülen Tanrı betimlemesine genelde karşı çıkar.[106]
Bununla beraber Ogden, felsefe ve teolojinin ortak
ihmalinin aşılması konusunda Tillich'in çabaların
ortaya koyduğu önemini kabul eder. Hatta Ogden'in
Amerikan felsefî teolojisinin gelişmesinde Tillich'in
meşru varisi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Tillich’e
çok yakın ve tam tersine her nasılsa Whitehead-Hartshorne süreç geleneğine uzak olsa bile çağdaş Amerikan
felsefesinin burada ele alınacak üçüncü temsilcisi John Macquarrie’dır.
John MACQUARRIE (1919- )
Amerikan
din felsefesinin gelişimine iştirak etmek için Birleşik Devletler'de
doğma gibi bir zorunluluğun olmadığı şu anda açıklanmalıdır. John Macquarrie İskoçya'da doğdu ve eğitim gördü. 1962 yılında
New York Birleşik Teoloji Fakültesi'ne Profesör olarak atanıncaya kadar Glasgow Üniversitesi'nde teoloji okuttu. Muhacir
arkadaşları Whitehead ve Tillich'in
aksine Macquarrie daha sonra doğduğu adaya geri döndü
ve şimdi Oxford Üniversitesi'nde öğretmenlik
yapmaktadır. Fakat Kuzey Amerika'da geçirdiği sekiz yıl boyunca o, felsefî
teolojinin en önde gelen temsilcilerinden biri olarak başarılı oldu ve Heidegger felsefesinin teolojiyle ilgisini göstermek için
Amerika'da başkalarından daha fazla gayret gösterdi.
Gerçi Macquarrie hemen hemen yalnızca Heidegger felsefesine güveniyorsa da, süreç felsefesinin
aynı zamanda Hıristiyan teolojisi için değerli 'olanaklar' (resources)
temin ettiğinin farkına varmıyor değildir. “Tanrı ve Dünya: Gerçeklik Bir mi
yoksa iki mi?”[107] başlığını taşıyan son zamanlarda yazdığı bir
makalesinde, “panenteizm”den ve onun Tanrı-dünya
ilişkisiyle ilgili organik modelinden
beğenerek bahseder. Macquarrie, Whitehead’in
çift kutupluluk doktirinini ya da Tanrı’nın ikili
tabiatı konusundaki görüşünü sınırlı olarak destekler ve bunları “aşkınlık ve içkinlik, ezelilik ve zamanîlik
(ya da tarihsellik), hissizlik ve hassasiyet ve bunun gibi kutupların
birleştirilmesine -ki bunlar bence de birleştirilmelidir- yönelik ciddi bir
çaba” olarak görür.[108]
Bununla beraber Whitehead’in temelde Heidegger felsefesini tercih ettiği, Schubert
Ogden'in Bultmann üzerine
yazdığı Mitsiz İsa (Christ Without Myth) adlı esere yaptığı eleştiride açık olarak görülür:
Ben, Bultmann'ın Heidegger'den
ayrıldığı noktadan daha öteye yine Heidegger'le devam
edebilecek olmama ve Heidegger'in eski-stil
metafiziğin tuzaklarından kaçınan egzistansiyal
temele sahip bir ontoloji sağlayacağına inanmama rağmen, Ogden
daha ziyade Hartshorne ve grubunun metafiziğine
yönelir.[109]
Macquarrie kendi özel gayreti olan felsefî teolojiyi, din
felsefesinden ayırır. Bunlardan ilki “dinî bir
inancın felsefî implikasyonlarını inceleme ve
açıklamayla ilgilenen bir teoloji branşı” iken, ikincisi “dini değerlendirme ve
yorumlama işiyle uğraşan bir felsefe branşıdır.”[110]
Dinle ilgili felsefî bir çalışma dinden belli bir ayrılma derecesini gerekli
kılar ve bu, teolog için meşru olmayabilir. Ayrıca din felsefecisi bütün
dinlerin doğru iddialarına açık olmak zorunda iken, teolog spesifik bir inanç
toplumundan bahseder.[111] Felsefî teolojinin spesifik görevi,
“betimleme ve yorumlama yoluyla, her ne olursa olsun bir dinî inancın imkanının
şartlarını göstermektir”[112].
Eğer teolojinin herhangi bir zihnî (intellectual)
geçerliliği olacaksa bu görev yerine getirilmelidir, fakat bu kendisinde belli
bir dinî geleneğin sembolik dilinin ifade edildiği egzistansiyel-ontolojik
bir dil ortaya koymaktan daha fazla bir şey yapamaz[113].
Bu yüzden teoloji, muhtevası için değil, ifade edilebilmesi için, belli bir
dereceye kadar felsefeye bağlıdır.
Macquarrie'in felsefî teolojisinin başlangıç noktası beşerî
varoluştur. O, beşerî varoluşla ilgili bir analizin, varlığın, kendisi ve bizim
için ne anlama geldiğiyle ilgili olarak bazı önemli sorular ortaya çıkaracağına
ve bu soruların Hıristiyan inancıyla ilgili kaynaklara başvurmakla en uygun
tarzda cevaplandırılabileceğine inanır. Fakat bu sorular ortaya konana kadar
inanç (faith) konudışıdır.
Bu açıdan Macquarrie'ın metodu Tillich'in
'korelasyon' metodundan farklı değildir. Bu iki teolog, egzistansiyalist
felsefenin çağdaş beşerî varoluşla ilgili en iyi analizi ortaya koyacağı
inancını paylaşırlar.
Egzistansiyalist Bir Teoloji (An Existentialist Theology) adlı
kitabında Macquarrie Heidegger'in
Var olan (Daisen)
la ilgili yaptığı analizin beşerî varlığın kaynağı olarak insanın ötesinde bir
gerçekliğe nasıl işaret ediyor göründüğünü
ortaya koyar, fakat bir felsefeci olarak kendi kendine empoze ettiği
sınırlamalar nedeniyle Heidegger'in bu gerçekliği Tanrı’yla
özdeşleştiremeyeceğini belirtir.[114]
Macquarrie beşerî varoluşla ilgili bu analiz
doğrultusunda düşünmesine rağmen, onun Hıristiyan inancıyla tamamlanabileceği
ve tamamlanması gerektiğine kânidir. Tillich gibi Macquarrie da Tanrı'yı betimlemede en uygun tarzın varlık (being)
açısından olduğunu düşünür: “Tanrı'yı diğer bir varlık olarak değil de Varlık olarak anlamamız gerektiğini
belirtmekle Tillich, bana göre, geleneksel teizmdeki en çetin güçlüklerden bazılarının üstesinden
gelmiş veya en azından üstesinden gelme yolunu göstermiştir”.[115]
Çağdaş felsefede varlıkla ilgili en bütüncül yorum, tekrar belirtmek gerekirse,
Heidegger'in yorumudur. Yukarıda gösterildiği gibi Macquarrie varlık kavramının, bazı değişikliklerle
Hıristiyan Tanrı kavramını en iyi şekilde ifade edebileceğini düşünür.
Macquarrie'ın Tanrı'yı ele alış tarzının başka bir yönü,
yani Tanrı'nın evrendeki anlamın
kaynağı olduğu şeklindeki görüşü, onu Peirce'den Ogden'e kadar tüm Amerikan din felsefesi geleneğiyle
bağlantı kurmaya götürür:
Tanrı'ya inanmak, beşerî varoluşun daha geniş bir anlam bağlamı içinde
kurulduğuna inanmaktır. Başka bir deyişle, anlam olarak dünyaya ilişkin olan
Tanrı'nın bir süreç veya olaylar serisine... ilişkin olduğu söylenebilir. Ben
zihnimde, dünya-sürecine bir düzen veren ve bütünü meydana getiren unsurlara
anlam veren bir birliğe ve aynı zamanda bu sürecin bir yönü olup bir hedefe
doğru hareket ettiği fikrine sahibim.[116]
Başka bir yerde o Tanrı'ya olan bu inancı varlığa olan inanç ile eşit görür,
ve bunun Schubert
Ogden'in 'varoluşumuzun nihaî değerine güvenme’
şeklinde kastettiği şeye pratikte eşit olduğunu düşünür.[117]
Anlam bakımından ele alınan bu Tanrı betimlemesi, çağdaş Amerikan din
felsefesiyle ilgili son temsilcimiz, Leslie Dewart tarafından, daha kapsamlı bir şekilde geliştirilir.
Leslie DEWART (1922- )
Amerikan
yaklaşımı olarak bu bölümde belirtilenden farklı olarak, Kanadalı bir din
felsefesi geleneğinin varlığıyla ilgili bir durum sözkonusu
olabilir. Bununla beraber amacımız için, Amerikan din felsefesinin başlıca
temsilcileri arasına İspanya doğumlu Kanada vatandaşı olan Leslie
Dewart'ı dahil etmek mümkündür. Toronto, St.Michael Koleji'nde ilk
yıllarda felsefe profesörü ve daha sonraki yıllarda da teoloji profesörü olarak
Dewart, Tanrı kavramı ve onunla ilgili konular
üzerine yaptığı çalışmalarıyla, felsefenin teolojiyle ilişkisi üzerinde
duranlar arasında önemli bir ilgi uyandırmıştır.[118]
Gerçi bu çalışmalar Amerikan din felsefesinin gelişimindeki (Tillich hariç) başlıca temsilcilerle açıkça ilgili olmasa
da, Dewart'ın kendi fikirleriyle Amerikan
seleflerinin fikirleri arasında sıkı bir yakınlık olduğunu gösterir.
Dewart bir (Roman) katolik olup,
münhasıran olmasa da, aslında Katolik felsefe ve teoloji geleneğiyle
ilgilenmiştir. Genelde Katolik düşünürlerde olduğu gibi Dewart
felsefe ve dinin birbiriyle içten(intimately) bir
bağlantısı olduğunu düşünür. Bunun yanında o, dinle ilgili felsefî çalışmayı
ifade etmek için başkalarının kullandığı, -din felsefesi, felsefî teoloji,
doğal teoloji ve (katolik bir başlık olan) temel
teoloji gibi- çeşitli başlıklardan memnun değildir; ve bunların yerine
'teolojik felsefe' adlı yeni bir başlık önerir. Bu terimin önemli
avantajlarından biri, "onun, Hıristiyan aydını tarafından uygulandığı
zaman felsefenin normalde ve doğal olarak üzerine alması gereken teolojik
vazifeyi rahatlıkla yerine getirmeye yatkın olmasıdır.[119]
Böylece öteki Amerikan din felsefecilerinin eserleri için benimsedikleri
başlıklardan hoşnut olmamasına rağmen Dewart, dinle
ilgili felsefî bir çalışmanın hem meşru hem de gerekli olduğu konusunda onlarla
hemfikirdir.
Dewart'ın dini ele alış tarzının temelinde, geleneksel
Hıristiyan teolojisinin, bugün için yetersiz olduğu, çünkü beşerî bilincin
genel evrimi konusunda aşama kaydedemediği görüşü vardır. Geleneksel Hıristiyan
doktrinlerinin şekillendirilmesi, Grek metafizik felsefesinin kavramsal /
dilsel çerçevesinin kullanılmasını sağlamıştır. Gerçi hakikatle ilgili bu
yorum, diğer felsefe tipleri lehine bugün genelde kabul edilmiyor ise de,
Hıristiyan düşünürleri Hıristiyan inancının geleneksel ifadesinin artık
yetersiz olduğu şeklindeki görüşü kabul etmeye pek yanaşmazlar. Oysa Dewart’a göre, eğer Hıristiyan inancı bundan böyle ciddi
bir düşünce değeri kazanmak istiyorsa, Hıristiyanlığın Eski Yunan etkilerinden arındırılması (dehellenization)
muhakkak surette gereklidir.
Hıristiyanlığın geleneksel ifadesinin en temel özelliği onun mutlaklığı'dır:
Helenleştirme (Hellenization), doğal ve
mantıkî olarak, Hıristiyanlığa daha ileri derecede gelişmemesi gerektiği veya
sahip olduğu helenik
formu aşmaması gerktiği şeklindeki bir inanç
aşılamıştır. Çünkü Helenleştirme Hıristiyanlığa, değişmezlik, istikrar (stability) ve aşılamazlık
gibi idealleri mükemmellik olarak sokmuştur; öyle ki bütün Hıristiyanlar ve
Hıristiyanlık bir bütün olarak, bu sıfatlar bizatihî Tanrı'nın tipik ve merkezî
mükemmellikleri olduğu için, bunların lehinde çaba sarfetmek
durumundadır[120].
Hıristiyan dogmasıyla ilgili bu görüşün üstesinden
gelmek için, Yunan metafizik temelinin radikal bir eleştirisinin yapılması
gerekir, ve Dewart bu temel yerine, bizim ileri (post) -veya “üst (meta)- metafizik” bir felsefe tipi kurmamız gerektiğini
savunur. Geleneksel metafiziğin bu şekilde aşılması özelde üç kavramla -doğruluk, gerçeklik ve varlıkla- ilgilidir. Dewart eserlerinin en iyi kısmını bu kavramlarla ilgili
geleneksel anlayışın eleştirisine ve bunların yeniden şekillendirilmesiyle
ilgili önerisine tahsis eder.
Dewart'a göre zihnin gerçekliğe uygunluğu olarak kabul
edilen geleneksel metafizik hakikat kavramı yetersizdir, çünkü asıl bilinç
verisi olarak, yanlışlıkla, bilen süje ile bilinen
obje ayrımını öne süren bir bilgi teorisine dayanır: “Bilgi, obje ile süje arasındaki dikotomiyi
aşamaz, çünkü bu dikotomi bilgi zarfında ortaya
çıkar... Zihin dünyayı kendisine sunmaz; aksine, kendini dünyaya sunar.”[121]
Diğer bütün kavramlar gibi hakikat kavramının da “empirik bir temeli vardır ve
...hakikatle ilgili felsefî bir teori işe empirik
olarak başlayıp devam etmek zorundadır, yani... o empirik
olgularla devamlı bağlantılı kalabilir.”[122]
Hakikat kavramında olduğu gibi geleneksel metafizik varlık ve gerçeklik
kavramları da yetersiz olup yeniden şekillendirilmek zorundadır. Geleneksel
metafizik için varlık ve gerçeklik
eşanlamlıdır; her ikisi de bilginin objesine işaret eder. Bununla beraber Dewart'a göre “Gerçeklik, kişinin (self)
gerçek ilişkiler çerçevesinde sahip olabildiği şeylerin bütünüdür. Diğer
yönden, varlık düşüncenin objesidir; empirik olarak
verildiği şekliyle neyse odur”.[123]
Böylece bir meta-metafizik felsefe, varlığın ötesinde bir gerçeklik düşünebilir
ve bu durumda Tanrı'nın çağdaş insan için, uygun bir şekilde betimlenmesi
yolunda en önemli engellerden birinin üstesinden gelmiş olur.
Geleneksel
metafizikte Tanrı en yüce varlıktır. Dewart Marx, Freud ve Sartre gibi
ateistlerle, bu Tanrı kavramının inanmaya değer olmadığı konusunda hemfikirdir.[124]
Bununla beraber varlığın ötesinde bir gerçeklik olabildiği için modern ateistin
Tanrı'yı reddedişi kesin bir sonuç (conclusive)
değildir. Gerçekte Dewart Tanrı'ya olan inancın,
çağdaş felsefe tarafından çürütülemez olmasının yanında, aynı zamanda bu
inancın dinî tecrübeyle gerçekten garanti altına alındığına inanır. O dinî
tecrübeyi basitçe "dinî inancın kaynağı olan sıradan, günlük tecrübenin
bir yönü" olarak tanımlar.[125]
Sıradan tecrübenin temel bir gerçeği, varoluşumuzun olumsal (contingent) olmasıdır. Yani asla varolmamış olabileceğimiz
mümkündür. Bu gerçek, varoluşumuzun anlamını
şüpheli hale getirir. En azından çok önemli bir açıdan yani varolma durumumuzda
kendi kaderimizi kendimiz belirlemeyiz. Dolayısıyle
bu noktada kendi hayatımızın saçma, anlamsız olduğunu ilan edebilir veya dine
dönebiliriz:
Gerçekte
dinî tecrübenin gösterdiği şey, varoluşun bizatîhi varoluşta değil, onun
ötesinde bulunmasıdır. Beşerî tecrübe bunu gösterdiği zaman, bu tecrübe dinî inanç haline gelir.[126]
Varlığın
ötesinde bir gerçeklik vardır ki bunun fonksiyonu varlığı, özellikle insan
hayatını anlamlı kılmaktır. Bu, Tanrı diye isimlendirdiğimiz gerçekliktir. Dewart'ın deyişiyle “Tanrı, O'nsuz
insanın kendi varlığında bir anlam bulamadığı birşeydir”.[127]
Bu tarzda anlaşılan Tanrı, sadece insanı aşmakla kalmaz, buna ilaveten, beşerî
tecrübe dışında bir gerçekliğe de sahip olmaz. Din böylece, “bizim Tanrı'yla
ilgili tekâmül eden bilincimizin, tekâmül eden ifadesidir... Zaman geçtikçe de insanın, Tanrı’nın huzurundaki kendi kendini
yaratan varoluşunda, gerçeklik hakkında sahip olduğu anlam değişip
gelişecektir.”[128]
Dinî
tecrübe (yani inanç) ile sıradan bir tecrübe arasında bir zıtlık olmamasına rağmen
bu ikisi özdeş değildir:
Kesinlikle tecrübe insan varlığında içkin olduğundan dolayı, tecrübenin
aşkın bir boyutu, yani inanç (boyutu) vardır. Fakat inanç, sadece tecrübenin aşkınlığı olduğu için,
tecrübeyi aşar. İnanç, tecrübe olarak durmakla tecrübeyi aşmaz. İnanç sanki, zaten mevcut olan şeyin, yani beşerî
tecrübenin, gerçek, nihaî anlamıdır.[129]
İnanç ve tecrübe (ve dolayısıyle
inanç ve akıl) arasındaki dikotomiyi reddetmekle Dewart, Amerikan din felsefesi geleneğinin diğer
temsilcileriyle hemfikir olmaktadır. Aynı durum Dewart’ın
geleneksel (metafizik) felsefe ve teolojiye, özellikle bunların klasik Tanrı
kavramına yönelik tutumu ve Tanrı-insan ilişkisinde insan tarafının vurgulaması
açısından da geçerlidir. Peirce, James ve Dewey pragmatizminin pekçok
yönleri vardır ki Dewart onları kabul etmez. Hatta
onun kabul etmediği noktalar Cobb, Ogden ve Macquarrie'inkilerden
daha fazladır. Bununla beraber çağdaş Amerikan din felsefesinin bu dört
temsilcisi, açıkça, pragmatistlerce başlatılıp Whitehead,
Hartshorne ve Tillich
tarafından geliştirilen geleneğin içinde yeralır. Bu
geleneğin varlığının devamı ve canlılığı büyük ölçüde bu dört isme ve onların
etkilediği kişilere bağlı olacaktır.
II. Amerikan Din Felsefesinin
Değerlendirilmesi
Yukarıda
bahsedilen Amerikan felsefecileri ve felsefî teologlarıyla ilgili araştırmanın
amacı sadece onların kendi disiplinlerine yapmış olduğu bireysel katkıları
betimlemek değil, aynı zamanda Amerikan din felsefesinin gelişmesine onların
hepsinin nasıl iştirak ettiklerini göstermektir. Şimdi bize düşen şey, din
felsefesindeki bu Amerikan yaklaşımıyla neyi kastettiğimizi kesin olarak
belirtmek -yani onun ayırtedici özelliklerini teşhis
etmek- ve aynı zamanda onun din felsefesindeki öteki yaklaşımlardan nasıl
farklılık gösterdiğini ortaya koymaktır. Ancak bu şekilde Heidegger
felsefesinin dinî anlamını değerlendirmede Amerikan yaklaşımının uygunluğunu
ortaya koyabiliriz.
Amerikan
din felsefesinin en açık özelliği, gerçekte varolmasıdır. Başka bir deyişle
burada ele alınan bütün Amerikalılar arasında, dinin felsefî araştırmanın meşru
bir objesi olduğu yolunda genel bir fikir birliği vardır. Gerçi felsefecilerin
hepsi dine aynı ilgiyi göstermeseler de, onlardan herbiri
basılı eserlerinin belli bir kısmını, bu konunun müzakeresine ve onun, genel
olarak, felsefeyle ilişkisine tahsis etmiştir. Bu durumda, onların hepsinin bir
din felsefesinin olduğu söylenebilir. Teologlar, teolog olmaları nedeniyle
teklif edecek bir şeye sahip olduklarını ve bunu bizzat felsefenin
sağlayamayacağını düşünseler de, onlar arasında, felsefecilerin dinle meşgul
olmalarını tasvip etme konusunda genel bir isteklilik vardır. Bununla beraber
teologların hepsi, teolojinin felsefenin yardımı olmadan işlev göremeyeceğini,
ve Hıristiyan teolojisinde kullanmak için hangi felsefenin uygun olduğunu
belirlemeyle özel olarak ilgilendiklerini ifade ederler.
Dinî
konularla ilgili araştırmasında Amerikan din felsefesi basitçe betimleme ve
analiz yapmakla kalmaz, aynı zamanda konuyu değerlendirmek için kendini
nitelikli görür. Gördüğümüz gibi Amerikalılar kendi felsefî prensiplerine zıt
olduğunu düşündükleri dinin tezahürlerini eleştirme konusunda bir tereddüt
göstermemişlerdir. Bu tutumun temeli, onların dinî tecrübenin bir tecrübe
olarak, beşerî tecrübenin herhangi diğer bir türü gibi, betimleme ve
değerlendirmede aynı ölçütlere tabî olduğu şeklindeki inançlarıdır.
Amerikalılar dine ayrıcalıklı epistemolojik bir statü teslim etmeyi kabul
etmezler ve -inancı mantıkî (pragmatik) eleştiriye kapalı bırakan- inanç ve akıl arasındaki radikal ayrıma karşı
çıkarlar.
Amerikan
din felsefesi için eleştirinin başlıca hedefi, Yunan metafizik felsefesinin
geleneksel Hıristiyan dininde kullanılmasıdır. Bu felsefe, felsefe olarak
yetersiz olduğu için, sırf bu sebepten dolayı din tarafından kullanılması uygun
değildir. Kendi belirgin felsefelerini şekillendirmede Amerikalılar, geleneksel
Yunan metafizik felsefesi ve onun modern empirisizm
ve rasyonalizmdeki kalıntılarına devamlı reaksiyon gösterirler. Bilen suje ve bilinen obje arasındaki orijinal ayrımın aşılması
şeklindeki bilgi kavramı, zihnin
gerçekliğe uygunluğu olan korelatif hakikat
kavramı, ve değişmezliğin Tanrı'nın uygun bir sıfatı olarak değerlendirilmesi,
işte bütün bunlar Yunan felsefesinin mirası olup, gerçeklikle ilgili empirik bir araştırmanın ortaya koyduğu şeylere terstir.
Bunlar ve Yunan felsefesinin öteki birçok özelliği, inançlarını ifade etmek
için Hıristiyanlık tarafından o derece benimsenmiştir ki sonunda, Hıristiyanlık
Amerikan din felsefesi için meşru bir eleştiri objesi olmuştur. Gerçi teolog
olmayanlar eleştirilerinde özellikle şiddetli olmuşlarsa da onlar dinin, Yunan
felsefesinin ‘etkisinden’ (contamination)
arındırılabilme ve daha uygun felsefî kavramlarla ifade edilebilme kapasitesine
sahip olduğu konusunda teologlarla hemfikir olmuşlardır.
Amerikan
din felsefesinin ortaya koymaya çalıştığı din şekli başlıca üç özelliğe
sahiptir: Bunlar empirik
olma, pragmatist olma ve süreci vurgulamadır. Tecrübe kavramı,
genelde Amerikan felsefesi için son derece önemlidir. Bu kavram ilk olarak
insanın, bedensel beş duyu yoluyla, çevresiyle karşılıklı ilişkisine işaret
eder, fakat bu, bedensel faaliyetten kaynaklanan bilgiyi de ihtiva eder.
Amerikalılar için insan bir bütün (unity) dür; beden
ve zihin arasında bir bölünme sözkonusu değildir.
Geleneksel İngiliz empirisizmindeki daha sınırlı
tecrübe kavramının aksine, Amerikan tecrübe kavramı, objeleri arasında sadece
bireysel şeyleri değil aynı zamanda bunlar arasındaki ilişkileri de içerir.
Bütün beşerî bilgi tecrübe açısından açıklanabilir ve bilgimizin bazı
unsurlarını açıklamak için empirik olmayan herhangi
bir şeye, a priori prensiplere ihtiyacımız yoktur.
Bilgi kavramının kendisi ve korelatif hakikat kavramı
bile tecrübe bakımından açıklanabilir, ve bu her iki kavram bir dilin
anlaşılması için temel öneme sahip olduğundan, Amerikan empirisizmi
için tecrübe ve dil dikotomisinin bulunmaması
şaşırtıcı değildir. Bilakis her tecrübe temelde dilsel (linguistic) olup, tecrübeden ayrı
bir dil varolamaz. Böylece Amerikan felsefesi, Tanrı'yla ilgili bilgi de dahil
olmak üzere, bütün beşerî bilginin empirik
karakterini farkedemeyen diğer felsefe şekillerine
büyük bir eleştiri getirmiştir. Yukarıda ele alınan Amerikalılardan
bazılarının, özellikle Hartshorne ve Tillich'in, bir dereceye kadar a priori
bilgiyi tutmak istedikleri doğrudur, fakat onlar bile bunun, eğer gerçek bir anlamı olacaksa, empirik
bilgiyle ilave edilmesi gerektiğini farketmişlerdir.
Empirik karakterinden dolayı Amerikan din felsefesi dinî
tecrübeye, dinî bilginin kaynağı olarak büyük bir önem verir. Fakat bu
tecrübenin geçerli olarak düşünülmesi için bazı kesin aksiyonlarda ortaya
çıkması gerekir, ve buraya kadar Amerikan din felsefesi pragmatiktir.
Gerçi Peirce, James ve Dewey'in
orijinal pragmatizmi halefleri tarafından oldukça değiştirilmiş olsa da,
onların hepsi "onların ürünleriyle sen onları tanırsın" şeklindeki
İncil prensibine çok büyük önem atfetmişlerdir. Dinî tecrübenin kendisi insanı
tam bir dindar yapmak için yeterli değildir, buna ilave olarak kişi dindar
olarak davranış göstermeli, insanlık için yararlı hizmetler yapmalıdır.
Amerikan
din felsefesinin üçüncü önemli özelliği süreç ve oluşu vurgulamasıdır. Bu
gerçeklik görüşünün başlıca savunucuları A.N. Whitehead
ve onun takipçileri olsa da, gerçekliğin nitelikleri olarak sabit olma (stability)
ve değişmezlik (immutability)
fikrinin reddedilmesi Peirce'e kadar geri gider ve
baştan sona Amerikan geleneğini kapsamına alır. Tillich
ve Masquarrie'ın, varlığı
oluşa üstün tuttukları doğrudur.,
fakat onlar spesifik olarak, varlık kavramının oluşa zıt olmadığını bilakis onu
da içerdiğini özellikle belirtmişlerdir. Amerikalıların süreci sabit olmaya
tercih etmesi, daima değişme durumunda olan dinî tecrübeye atfettikleri önemin
ve aynı zamanda gelecekte dinin daha iyi şekillerini ortaya koyabileceklerine
olan güvenlerinin sebebini büyük ölçüde açıklar, çünkü onlara göre din herhangi
başka bir şey kadar değişme ve gelişmeye tabidir.
Amerikan
din felsefesinin başlıca özelliklerinin hepsi Tanrı'yı ele alış tarzında bir
araya getirilmiştir. Kabul edilmelidir ki Tanrı'nın gerçek (exact)
mahiyeti hakkında önemli bir anlaşmazlık vardır, fakat Amerikalılar geleneksel
Hıristiyanlığın Tanrı kavramının, büyük ölçüde, Yunan felsefe kategorileriyle
belirlenmiş olduğu ve bundan dolayı, önemli ölçüde, yeniden yorumlanması gerktiği görüşünde mutabıktırlar. Felsefecilerle teologlar
arasında felsefenin Tanrı’sının, İncil'in Tanrı’sından veya teolojinin Tanrı’sı ndan
farklı olamayacağı yolunda genel bir uzlaşma vardır. Aynı şekilde tam bir
anlaşmanın olduğu başka bir nokta şudur ki, Tanrı’yla ilgili hem felsefî hem de
teolojik betimlemenin esas unsuru, evrendeki anlam ve değerin kaynağı
şeklindeki (Tanrı’nın) fonksiyonudur. Oysa Tanrı'nın dünyayla ilişkisi
konusunda tam bir uzlaşma olduğu söylenemez. Tanrı’nın bir niteliği olarak
değişmezliğin rededdilmesi, W. James için Tanrı'nın
sınırlı (finite) olduğu, Whitehead
için Tanrı'nın iki tabiatlı olduğu, Hartshorne için
Tanrı'nın daima daha mükemmel (e doğru) bir oluşta (becoming
ever more perfect) olduğu
vb. anlamına gelir. Tillich ve Macquarrie
Tanrı'nın dünyayla ilişkisini Varlık’ın,
varlıklarla ilişkisi açısından betimlerken Dewart bu
yoruma karşı çıkar ve Tanrı'dan dünyadaki varlığı
(presence) açısından bahseder. Amerikan felsefesinin temel prensiplerinin açık
bir şekilde Tanrı kavramına uygulanması kesin şeklini almış değildir. Fakat
Tanrı'nın felsefî araştırmanın meşru bir objesi olduğu ve Tanrı'nın uygun bir
şekilde yeniden kavramlaştırılmasının, Amerikan felsefesinin geleneksel Hıristiyan
Tanrı kavramı hakkında yaptığı eleştiriden kaynaklanması gerektiği üzerinde
genel bir uzlaşma vardır.
Amerikan
din felsefesinin başlıca özellikleriyle ilgili bu kısa özeti tamamladıktan
sonra, şimdi de Amerikan yaklaşımını, önceki bölümde sözkonusu
edilen diğer yaklaşımlarla karşılaştırma durumundayız. Bizim buradaki amacımız
Amerikan din felsefesinin tam bir değerlendirmesini yapmak değil, sadece sözkonusu felsefedeki felsefe ve din ilişkisiyle ilgili
anlayışın, Heidegger felsefesinin dinî anlamını değerlendirecek
yararlı bir bakış açısı sağlayıp sağlayamadığını göstermektir. Amerikan din
felsefesiyle ilgili daha ayrıntılı bir değerlendirme dördüncü bölümde
verilecektir.
Din
felsefesini, ya ilgili olmadığından veya dinî konularda felsefenin yeterli olmadığını
düşündüğünden dolayı çalışmayan felsefecilerin aksine burada ele alınan
Amerikalılar din felsefesinin hem mümkün
hem de gerekli olduğunu düşünürler.
Mümkündür, çünkü din beşerî bir faaliyettir, bundan dolayı felsefî araştırmaya
tâbidir. İki sebepten dolayı gereklidir, çünkü, 1)din bir olgudur, dolayısıyle beşerî
varoluşla ilgili tam bir betimleme yapmak için bu olgu gözöününe
alınmak zorundadır; 2) felsefî
spekülasyonun sınırlarını belirlemeye yönelik her teşebbüs, aynı zamanda mutlak
bir dinî kavram olan Tanrı fikriyle istisnasız bağlantı kurmak durumundadır. Hartshorne'un dediği gibi, Tanrı sorusuyla ilgilenen bir
felsefeye karşı tek alternatif hem metafiziğin (ve aslında, meta-metafiziğin),
hem de Tanrı'nın pozitivist bir şekilde
reddedilmesidir.
Amerikan
din felsefecileri aynı zamanda, dini, sadece kiliselerde veya geleneksel
teolojide karşılaştıkları şekliyle ele almak isteyen felsefecilerden de
farklılık gösterirler. Amerikalılar için felsefe sadece betimleyici değil aynı
zamanda yaratıcıdır. Onlar belli bir dinî tecrübe şeklini daima kesin kabul
etmek için hiçbir sebep görmezler, çünkü din tıpkı herhangi başka bir beşerî
aktivite gibi değişmeye ve gelişmeye tâbidir. Şüphesiz bazı tarihî olaylar
belli dinî geleneklerin oluşmasında etkin olmuştur, fakat tarihin bu olayların olduğu zamanda sona
ermediği, ve hatta sözkonusu olayların anlamının, bu
olayların meydana gelmesinden bu yana pekçok farklı
yoruma tabi tutulduğu açıktır. Amerikan felsefecileri, şimdi olduğu gibi,
geçmişteki bazı olayların dinî anlamıyla ilgili olarak bir kişinin sahip olduğu
anlayışın büyük ölçüde onun felsefî varsayımlarıyla (presuppositions)
belirlendiğini kabul ederler. Oysa geçmişte bu varsayımlar eleştirel gözle ele
alınıp kabul edilmiş değildir, ve bundan dolayı onlar varsayımlar olarak kabul
edilemezdi. Bugün ise, farklı
varsayımlar arasını daha iyi bir şekilde ayırabilir
ve bu şekilde, dinî gelişmenin geleceği üzerinde belli bir kontrol ölçüsü
kullanabiliriz.
Önceki
bölümde Amerikan din felsefesinin, dinin felsefî olarak çalışılmasıyla ilgili
yaratıcı yaklaşımın yegane örneği olmadığından bahsedilmişti. Bununla beraber
uzun ömürlü olması ve günümüzdeki gücü hesaba katıldığında Amerikan din
felsefesi, bu yaklaşımın bir temsilcisi olarak hizmet etmek için oldukça kaliteli
görünmektedir. Bu bölümde cevaplanması gereken son soru şudur: Amerikan din
felsefesi, Heidegger felsefesinin dinî anlamını
değerlendirmek için ne dereceye kadar uygundur?
Bu soruyu
tam olarak cevaplayabilmek için gelecek bölümde Heidegger
felsefesinin incelenmesinin sonucunu beklemek gerekecektir. Bununla beraber
burada, din felsefesiyle ilgili Amerikan yaklaşımının diğer genel yaklaşımlarla
önceden yapılan karşılaştırılmasının bir sonucu olarak genel bir cevap
verilebilir. Eğer Heidegger'in dinî anlamıyla ilgili
felsefî bir analiz yapılacaksa, hem din felsefesiyle ilgili pozitivist
ihmalin, hem de felsefenin dinle ilgilenme konusunda yetersiz olduğu
şeklindeki, Heidegger'in kendi konumunun reddedilmesi
gerektiği açıktır. Hatta Heidegger felsefesini dinle
ilgili geleneksel formülasyonlarla uzlaştırma
yolundaki her teşebbüs, Heidegger hakkında önceden
yapılmış teolojik değerlendirmelerle ilgili son çalışmamda bolca va açıkça görüldüğü gibi, hiçbir kesin sonuç vermeyecektir.
Böylece din felsefesindeki yaratıcı yaklaşım, Heidegger
tarafından reddedilmesine rağmen, aslında Heidegger’in
din felsefesi açısından arzettiği önemi belirlemede
tek mümkün yoldur. Onun din felsefesine, dinin belli bir tezahürünün doğruluğu
hakkındaki teolojik varsayımlardan arınmış olarak yaklaşım göstermeliyiz; Tanrı
veya (O'nun) karşılığı için Heidegger’in felsefesine
bakmalıyız; onun beşerî varoluşla ilgili betimlemesinin ne ölçüde dinî
tecrübeyi dikkate aldığını görmeliyiz; vb. Amerikan din felsefesiyle ilgili
çalışmamız bizi, din felsefesi diye bir şeyin var olduğuna ve Heidegger felsefesinde, eğer din felsefesi varsa, bunu ne
dereceye kadar bulabileceğimizi belirlemek için araştırmada haklı olduğumuza
inandırmıştır.
* Burada Türkçesini sunduğumuz makale, John Williams’ın,
Martin Heidegger’s
Philosophy of Religion,
(Canadian Corporation for Studies in Religion, Canada, 1977) adlı
eserinin ikinci bölümünü oluşturmaktadır.
[1] Edward C. Moore, American Pragmatism, New York (Columbia University
Press: 1961), s.vii.
[2] Uluslararası dinî çalışmaları
inceleyen bir Amerikalı şunu ifade etmiştir: “Almanlar Almanları okur,
İngilizler İngilizleri ve (bazen) Almanları okur, Amerikalılar ise,
Almanları, İngilizleri ve Amerikalıları okur -- ve bunun sebepleri ilmin
niteliğiyle pek ilgili değildir. Sonuç olarak Amerikan ilmi, eşsiz bir şekilde,
‘ekümenik’ bir konumdadır ve uygulamada mevcut Avrupa
ilminden daha zengin gelenekler kompleksi geliştirme eğilimindedir.” Claude Welch, “Theology” in Religion (Humanistic Scholarship in America: The Princeton Studies), neşir;
Paul Ramsey, Englewood Cliffs, N.J. (Prentice-Hall: 1965), 284.
[3] Bu ifade, Charles Frankel’ındır, neşir, The Golden Age of American
Philosophy, New York (George Brazilller:
1960). Frankel’a göre altın çağ 1870 ten 1930 a kadar
uzanır. Bu döneme , aynı zamanda Amerikan felsefesinin “klasik dönemi”
denmiştir. Krş. Max H. Fisch, neşir, Classic American Philosophers, New York (Appleton-Crofts: 1951).
[4] Collected Papers of Charles Sanders
Peirce, neşir, Charles Hartshorne
and Paul Weiss, Cambridge, Mass. (Harvard University Press: 1931-35), c.5, parağraf
no: 12. Bu ciltler, 7 ve 8. ciltlerin eklenmesiyle ilave yapılmış olup, 1958 de
Arthur Walter Burks tarafından neşredilmiştir. Bu nedenle cilt ve parağraf numaraları zikredilecektir.
[5] Peirce daha
sonra, terimle ilgili kendi kullanımını başkalarından ayırmak için ‘pragmatisizm’
sözcüğünü türetmiştir (krş. 5.414).
[6] Joseph P. De Marco, “God, Religion,
and Community in the Philosophy of C.S. Peirce,” The Modern Schoolman, XLIX (1972), s.344.
[7] John E. Smith, “Philosophy of Religion” in Religion, neşir, Paul Ramsey,
s.384: “Pragmatizmin din felsefesi üzerindeki etkisini tam olarak tahmin etmek
güçtür. Bu etki William James’in orijinal eserinden ve dinî tecrübe kavramının
kullanılmasından daha öteye gider. Pragmatistin konumunu niteleyen, aksiyonun
vurgulanması ve inancın davranışa çevrilmesi
ihtiyacı, dini tamamen pratik terimlerde düşünmek için Amerikan
manzarasında zaten varolan eğilimle son derece uyumlu olmuştur. Pragmatizm,
dinin esas itibariyle bir yaşam tarzı olduğu şeklindeki kanaate zihnî bir
haklılık kazandırmıştır; pek çok kimse için bu, akidelerin ve teolojik
düsturların ikincil bir öneme sahip olduğu şeklindeki fikri desteklemeye
yaramıştır.”
[8] Krş. Ralph Barton Perry, The Thought and Character of William James (briefer version), New York (George Braziller: 1954), s. 282: “Doktiriner benzerlikler ve felsefî işbirliği üzerinde durmaktan hoşlanan James benzerliği vurgularken, görüşlerinin genel fizyonomisinden ziyade onların kesinliğiyle ilgilenen Peirce farklılığı vurgulamıştır”. Bu onların birbirinin pragmatizmine yönelik tutumları için özellikle doğrudur.
[9] James, The Writings of William James, neşir, John J. McDermott, New York (Random House: 1967), s.238.
[10] James, Pragmatism: A New Name for Some Old Ways
of Thinking (1907), The Writings of
William James, s. 380.
[11] A.g.e., s.430.
[12] A.g.e., s.438 vd.
[13] James, The Meaning of Truth (1909), The Writings of William James,
s.314.
[14] Krş.
David Hume’un görüşü şudur:
“Bütün farklı algılarımız, farklı varoluşlardır, ve zihin farklı varoluşlar
arasındaki gerçek bağlantıyı asla idrak edemez.” Hume,
A Treatise of Human Nature, neşir, Ernest
C. Mossner, Harmondsworth, Middlesex (Penguin: 1969), s.677.
James, Hume’u birleşik (conjuctive)
ilişkileri reddedip ayrı ilişkileri kabul ettiği için eleştirir.
[15] James, Essays in Radical Empiricism (1912), The Writings of William James, s.196:
“Radikal empirisizm, anladığım kadarıyla, birleşik
ilişkilere tam değerini verir ve bunu rasyonalizmin daima onları ele alma
eğilimindeki gibi yapmaz. Nitekim rasyonalizm bu ilişkileri, doğruluğu semavî
bir tarzda olur gibi, sanki şeylerin birliği ve çeşitliliği hepsi beraber
doğruluk ve canlılıkla ilgili farklı türlere aitmiş gibi ele alır.”
[16] James, The Varieties of Religious Experience (1902), London (Fontana: 1971), s.364.
[17] A.g.e., s.407.
[18] A.g.e., s.419.
[19] A.g.e., s.491.
[20] Krş.
James, The Will to Believe (1897), New York (Dover: 1956).
[21] James, Pragmatism..., The Writings of William James, s.399.
[22] James, The Varieties of Religious Experience, s.429.
[23] James, A Pluralistic Universe (1909), The Writings of William James, s.803.
[24] On Kierkegaard, krş. Essays in Radical Empiricism. The Writings of William James, s.231; on Nietzsche, krş. The Varieties of Religious Experience, s.361.
[25] Krş.
Sidney Hook, John Dewey: An Intellectual Portrait, Westport, Conn. (Greenwood Press:1971), s.4.
[26] Dewey,
“From Absolutism to Experimentalism” (1930), The Golden Age of American Philosophy, neşir,
Charles Frankel, s.389.
[27] A.g.e., s.391.
28 Sidney Hook,
a.g.e., s.12: “Kendi farklı
fikirlerini geliştirdikten yıllar sonra Dewey,
deneyci (experimentalism) felsefesine bağımsız bir
dayanak bulmak için Peirce’in eserlerine dönmek
durumunda kaldı.”
[29] Dewey,
“From Absolutism to Experimentalism”, a.g.y., ss.393
vd.
[30] Dewey,
Experience and Nature, New York (W.W.Norton
& Co.:19292), s.239.
[31] A.g.e., ss.267 vd.
[32] Dewey, Reconstruction in Philosophy (Beacon Press: 19672), s.121.
[33] A.g.e., s.156.
[34] Dewey, “From Absolutism to Experimentalism”, a.g.y., s.390.
[35] Dewey, “What I Believe” (1930), Pragmatism and American Culture, neşir, Gail Kennedy, Boston (D.C. Health & Co.: 1950), s.24.
[36] Dewey, A Common Faith (1934), New Haven (Yale University Press:1960), s.2.
[37] A.g.e., s.7.
[38] A.g.e., s.27.
[39] A.g.e., s.17.
[40] A.g.e., s.26.
[41] Dewey, Reconstruction in Philosophy, s.178.
[42] Dewey, A Common Faith, s.42.
[43] Whitehead eserlerinde C. Peirce’ten nadiren sözeder, ve J. Dewey’le ciddi bir felsefî diyaloğa girdiği söylenemez; sadece W. James’in eserlerini çok beğenip takdir ettiğini gösterir.
[44] Krş. Whitehead, Process and Reality (1929), New York (The Free Press: 1969), s.210.
[45] Whitehead, Modes of Thought (1938), Cambridge (Cambridge Unv. Press: 1956), ss.144 vd.
[46] Krş. Whitehead, Adventures of Ideas (1933), New York (MacMillan: 1933), s.228:”...Bütün bilgi doğrudan sezgisel gözlemden çıkar, ve onunla doğrulanır. Ben, bu genel formda ifade edildiği şekliyle empirisizmin bu aksiyonunu kabul ederim.”
[47] A.g.e., ss.281 vd.
[48] Whitehead, Science and the Modern World (1925), New York (The Free Press: 1967), s.51. Krş. Whitehead, Process and Reality, s.397: “Felsefedeki en önemli tehlikelerden biri, kanıtın seçilmesindeki darlıktır.”
[49] Whitehead, Process and Reality, s..96.
[50] Whitehead, Science and the Modern World, s.151.
[51] Whitehead, Process and Reality, s.V.
[52] A.g.e., s.405.
[53] Whitehead, Modes of Thought, s.112: “Nihai sonuç şöyle olmuştur; felsefe ve teoloji, değişikliğin tarihî dünyasının, nihai gerçekliğin değişmeyen dünyasından çıkarılması problemiyle yüklenmiştir. Bütün bilgi kavramımız zayıflamıştır. Nihai hikmet, değişmez gerçekliğin değişmez tefekkürü olarak tanımlanmıştır. Aksiyondan soyutlanan bilgi yüceltilmiştir. Dolayısıyle aksiyonun gölgeler dünyasıyla ilgili olduğu düşünülmüştür.”
[54] Whitehead, Process and Reality, s.334.
[55] Whitehead, Science and the Modern World, s.178.
[56] Whitehead, Modes of Thought, s.128.
[57] Whitehead, Process and Reality, s.39.
[58] A.g.e., s.19.
[59] Hartshorne, Creative Synthesis and Philosophical Method, London (S.C.M. Press:1970), s.xvi.
[60] A.g.e., s. xiv.
[61] Hartshorne, Reality as Social Process: Studies in Metaphysics and Religion (1953). New York (Hafner Publishing Co.: 1971), s. 176. In a later book, The Logic of Perfection and Other Essays in Neoclassical Metaphysics, Lasalle, III. (Open Court: 1962), o bu üç alternatifi ateist metafiziği elemek suretiyle ikiye indirir.
[62] Hartshorne, Man’s Vision of God, and the Logic of Theism (1941), Hamden, Conn. (Anchor Books: 1964), ss.11 vd.
[63] A.g.e., s.48.
[64] Hartshorne, The Divine Relativity: A Social Conception of God (1948), New Haven and London (Yale Univ. Press: 1967), s.21.
[65] Hartshorne, Man’s Vision of God, s.104.
[66] A.g.e., s.200.
[67] Hartshorne, The Divine Relativity, s.89. O şunu ilave eder: “Ben, sürrelativizm ile panenteizmin mantıksal olarak aynı doktrin olduğunu, aralarında sadece bir vurgu farklılığı bulunduğunu söylemeye ihtiyaç bile duymuyorum.”
[68] Hartshorne, Creative Synthesis and Philosophical Method, s.290.
[69] Hartshorne, Man’s Vision of God, ss.78 vd.
[70] Krş. Hartshorne, The Logic of Perfection, ss.28-117, “Introduction” to Saint Anselm: Basic Writings, çev., S.N. Deane, 2 nd edition, LaSalle, III. (Open Court:1965).
[71] Hartshorne, “A Philosopher’s Assessment of Christianity,” in Religion and Culture: Essays in Honnor of Paul Tillich, neşir, Walter Leibrecht, New York (Harper & Bros.:1959), s.180.
[72] Tillich bu görüşü şu makalesinde eleştirir, “The Conquest of Intellectual Provincialism: Europe and America”, Theology of Culture (neşir, Robert C. Kimball), New York (Oxford Unv. Press: 1959), ss.159-176.
[73] Tillich, The Protestant Era (neşir, James Luther Adams), Chicago (Unv. of Chicago Press: 1948), s. x.
[74] Tillich, “Autobiographical Reflections of Paul Tillich”, in The Theology of Paul Tillich, neşir, Charles W. Bretall, New York (Macmillan: 1952), s.20.
[75] Tillich, The Protestant Era, ss.152 vd. Krş. also Tillich, Systematic Theology, Chicago (Unv. of Chicago Press: c.1:1951; c.2:1957; c.3:1963), c.3, ss.28 vd.
[76] Tillich, a.g.e., s.172.
[77] Tillich, Systematic Theology, c.1, s.167.
[78] Tillich, “Reply”, in The Theology of Paul Tillich, s.340.
[79] Tillich, The Protestant Era, s.83.
[80] Tillich, “Autobiographical Reflections...” , a.g.y., s.10.
[81] Tillich, The Protestant Era, ss. 92 vd. Sistematik Teoloji’nin beş temel bölümü bu beş başlığa tıpatıp uyar.
[82] Tillich, Systematic Theology, c.1, ss.22-24.
[83] A.g.e., c.1, s.109.
[84] A.g.e., c.1, s.208.
[85] A.g.e., c.1, ss.235,238.
[86] Tillich, The Shaking of the Foundations (1941), Harmondsworth, Middlesex (Penguin: 1966), ss.63 vd.
[87] Cobb, A Christian Natural Theology, Philadelphia (Westminster Press: 1965), s.17.
[88] A.g.e., s.269: Whitehead “asla eserini, büyük ölçüde insan doktirini ya da Tanrı doktirini etrafında düzenlememiştir. Bu yüzden bir teolog Whitehead’in eserine, cevapları kolayca verilemeyecek sorular sorarak yaklaşır. O, parçaları şuradan buradan toplayarak biraraya getirmek zorundadır. Hatta bazı noktalarda Whitehead’ten ziyade teolog için daha önemlisi, bu sorular basitçe cevaplandırılamaz ya da dikkat yoğunlaştırıldığında felsefî açıdan tatmin edici görünmeyen tarzlarda cevaplandırılabilir.”
[89] A.g.e., s.20: “Whitehead’in Tanrı doktirinini geliştirmeye yönelik tekliflerimde felsefî olarak geçerli ve değerli olan şeyler, büyük ölçüde Hartshorne’dan kaynaklanır.”
[90] Cobb, “Perfection Exists: A Critique of Charles Hartshorne”, Religion in Life 32 (1963), s.301.
[91] Cobb, God and the World, Philadelphia (Westminster Press: 1969), ss.65, 96.
[92] A.g.e., ss.73-76.
[93] Cobb, “A Whiteheadian Christology”, Process Philosophy and Christian Thought, neşir, Delwin Brown, Ralph E. Jones, Jr., and Gene Reeves, Indianapolis, Ind. (Bobbs-Merril: 1971), ss.388-394.
[94] A.g.e., s.398. Krş, also Cobb, The Structure of Christian Existence, Philadelphia (Westminster Press: 1967).
[95] Krş. özellikle şu kitabı, Christ Without Myth, London (Collins: 1962).
[96] Ogden,
“The Task of Philosophical Theology”, in The Future of Philosophical Theology,
neşir, Robert A. Evans, Philadelphia
(Westminster Press: 1971),
s.56. Ogden bütün pasajı italikle yazar.
[97] A.g.e., s.59.
[98] A.g.e., s.65.
[99] A.g.e., s.80.
[100] Ogden, “Bultmann’s Demythologizing and Hartshorne’s Dipolar Theism”, in Process and Divinity, neşir, William L. Reese ve Eugene Freeman, LaSalle, III. (Open Court: 1964), s.512.
[101] Ogden, The Reality of God, New York (Harper& Row: 1966), ss.144-163.
[102] Ogden, “Bultmann’s Demythologizing and Hartshorne’s Dipolar Theism”, a.g.y., ss.506 vd. The quotation from Bultmann is taken from Kerygma und Mythos 2, s.187.
[103] Ogden, The Reality of God, s.47.
[104] A.g.e., ss.59 vd. ve 178.
[105] A.g.e., ss.68-70.
[106] A.g.e., s.124.
[107] In Theology 75 (1972), ss.394-403.
[108] A.g.e., s.396.
[109] Macquarrie, Studies in Christian Existentialism, Montreal (McGill Unv. Press: 1965), s.165.
[110] Macquarrie, Twentieth Century Religious Thought, London (S.C.M. Press: 19712), s.15.
[111] Macquarrie, Principles of Christian Theology, New York (Charle’s Scribners Sons: 1966), s.2.
[112] A.g.e., s.137.
[113] A.g.e., s.168.
[114] Macquarrie, An Existentialist Theology, London (S.C.M. Press: 1955), s.149.
[115] Macquarrie, God and Secularity, (New Directions in Theology Today III), London (Lutterworth Press: 1968), s.32. Süreç felsefesinin, oluşu başlıca metafizik kategori olarak benimsemesine karşı çıkmada Macquarrie Tillich’le hemfikirdir: “oluş, varlık’a dahildir, başka bir şeye değil.” Principles of Christian Theology, s.190.
[116] Macquarrie, “God and the World: One Reality or Two?”, a.g.y., s.400.
[117] Macquarrie, God and Secularity, s.150.
[118] Krş. özellikle The Future of Belief, New York (Herder&Herder: 1966) ve The Foundations of Belief, New York (Herder&Herder: 1969).
[119] Dewart, The Foundations of Belief, s.12.
[120] Dewart, The Future of Belief, s.134.
[121] Dewart, The Foundations of Belief, ss.317 vd.
[122] A.g.e., s.302.
[123] A.g.e., s.399.
[124] A.g.e., s.362.
[125] A.g.e., s.426.
[126] A.g.e., s.442.
[127] A.g.e., s.470.
[128] A.g.e., ss.470 vd.
[129] A.g.e., s.457.