Yayınlandığı Yer: “İslam’da Ölüm Anlayışı”. J. Bowker, The Meanings of Death (Cambridge Univ. Press, pp.102-128, 1993). D.E.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı:9, ss. 363-390, 1995. (B. Baloğlu ile birlikte).
İSLAM'DA
ÖLÜM
ANLAYIŞI *
Tarihsel olarak İslâm, bir gencin,
--Muhammed'in-- Allah'ın doğasıyla yüz yüze geldiği bir çok zıt inancın
ortasında, mutlak Allah gerçeğini bulmak için yaptığı araştırmasıyla başladı.
Mekke'de (M.S. 570 yılında doğduğu yer) ve çevre bölgelerde (ki o, buraları
ticaret kervanlarında bulunduğu sıralarda tanımaya başlamıştı) bir çok inançlar
mevcuttu: Hıristiyanlar (çeşitli türlerde), Yahudiler, çok-Tanrıcılar, Ruhçular
(animists). Elbette, şayet bu inançlar Allah'a
ibadet ettiklerini iddia ediyorlardıysa, O (her ne kadar yetersizce tasvir
edilmişse de) onların ibadet etmekte oldukları Allah olmalıydı. O halde nasıl
oluyor da bu farklı inançlar birbirleriyle kavga ve zıtlık içinde
olabiliyorlardı?
Muhammed, gittikçe
artan tecrid devrelerine giriyordu. Bu tecrid devreleri esnasında, o temel ve aslî Allah
gerçeğini, Hakkı, bulmak için ibadetlerinde çaba sarfediyordu.
Ona, o gerçekliğin aşkın anlamı, Hira dağının
yamacında bir mağarada gelmişti. Bu gerçeklik ona baskı yapıyor, ve ondan kendi
kurduğu kelimeleri değil, ancak Allah tarafından ona bildirilen kelimeleri
telaffuz etmesini istiyordu: İkra',
"Rabb'ının adıyla oku..." (s.96/1). Bir
süre sonra, mağaradaki varlığın elçi Cebrail olduğunu teşhis etmişti. Fakat bu
teşhis, Cebrail vasıtasıyla söylenen başlangıç emrinin (ikra', "oku") Allah'tan gelen
kelimeler olduğu hissini onda değiştirmemişti.
Kur'an,
ikra' kelimesi ile aynı
Arapça kökten gelir. Kur'an, açıkça, Muhammed'in
günlük kelime ve konuşmalarının tersine, doğrudan Allah'tan geldiğine inanılan
bütün müteakip ifadelerin bir araya getirilmiş şeklidir. Çoğu kimse,
başlangıçta bunun böyle olduğunu düşünmüyordu. Hatta ilk zamanlar, Muhammed
bile, kendisinin delirmekte olduğunu hissetmişti. Fakat hem o, hem de
diğerleri, Kur'an'ın lâfızları Muhammed'in ağzından
çıktığında, Kur'anî ifadenin tamamen farklı bir
tabiata sahip olduğunu anlamaya
başlamışlardı. Öyle ki, Muhammed, Kur'an'ın
kelimelerini telaffuz ettiği zaman açık bir şekilde bir başka görünüyordu.
Muhammed ve onun ilk takipçileri , Allah'a götüren doğru yolu (sırâtu'l-mustâkîm) aşikâr
kılan Kur'an ifadelerinin doğrudan doğruya Allah'tan
geldiğine dair hiç bir şüphe taşımıyorlardı.
Muhammed'in
tecrübesinin veya bu tecrübenin güçlü neticesinin rahatsız edici ve zorlayıcı
tabiatı hakkında bir şüphe ihtimali olamazdı. Onun sahip olduğu Allah inancı şu
idi: O, bir Tanrı'da olması gereken vasıflara haiz yegâne Allah'dı. Şayet Allah gerçekten Allah idiyse, o zaman
yalnızca Allah'ın olması gereken, bütün mahlukatın kaynağı olan, bütün herşeyin üretilmemiş Üreticisi olan bir Allah olabilirdi.
Bu takdirde, Muhammed'in hayatı ve Kur'an'ın mesajı,
o temel vizyonun testi ve uygulaması olur. Bütün insanlar (günümüzde
birbirlerinden ayrılmış olan) tek bir ümmet --topluluk-- haline gelmeli; her hareket ve
her hayat mefhumu "Allah'tan başka Tanrının olmadığı" nın bir şehadet fiili olmalıdır.
Bundan, Kur'an'da yüksek bir mevkiye
sahip olan Musa ve İsa gibi geçmiş peygamberlerin sözlerinin --her ne kadar bu
sözler farklı durum ve şartlarla ilgili ve başka kavimlere hitap ediyorsa da-- muhtevada
Kur'an'la özdeş olmaları gerektiği sonucu çıkar.
Bununla birlikte, Yahudilerle Hıristiyanların kutsal metinleri muhtevada
birbirlerinden farklılık arzetse, ve ilaveten,
Yahudiler ve Hıristiyanlar Muhammed'e (veya bu mesele için birbirlerine) karşı
çıksalar veya reddedseler bile, bu, sadece onlara
emanet edilen vahyi (Kur'an'ı) tahrif etmiş
olmalarından dolayıdır. Çünkü Allah Birdir, O'nun vahyettiği
şey de bir olmalıdır. Kendisinden "Ümmü'l-Kitab" [Kitapların Anası] olarak bahsedilen Kur'an, semada Allah'ın yanındadır. Yahudi ve Hıristiyan
kutsal metinleri henüz birbirleriyle veya Arapça Kur'an'la
açık bir şekilde ittifak halinde değildirler. Özellikle, onlar, her bir
peygamber vasıtasıyla iletilen vahyi (Allah'tan gelen kelam) Arapça'da ehâdîs olarak veya İngilizce'de topluca Hadis (Hadith) olarak bilinen peygamber hakkındaki
hikayelerle karıştırmışlardır. Sadece Muhammed'in durumunda Hadis (Muhammed'in
ve arkadaşlarının yaptıkları ve söyledikleri hakkındaki rivayetler) Kur'an'dan ayrı olarak kaydedilmiş ve ayrı tutulmuştur. Şüphesiz Hadis, İslâm'da gerçek
bir otoritedir; çünkü Muhammed, Kur'an'ın ne olduğu
hususundaki ilk canlı yorumdu. Fakat Hadis, en güçlü, gerçek ve hatasız anlamda
olan Allah'ın kelamı Kur'an'ın önüne geçemez veya
onunla zıt duruma düşemez; ve sadece İslâm'da (Müslüman inancına göre), Kur'an tahrif olmadan kaydedilmiş ve muhafaza edilmiştir.
Bu kısa girişten,
İslâm'daki ölüm anlayışının Kur'an ve Kur'an'ın tatbîkî yorumu olan Hadisle belirlendiği sonucu
çıkmaktadır1. Hem Kur'an hem de
Hadis örf ve tefsirle desteklenebilir, fakat bu hiçbir surette, Kur'an'ın nihaî ve mutlak otoritesini yıpratmaz. O halde Kur'an, ölüm hakkında ne söylemektedir? Yaratılmış
düzendeki bütün diğer herşey gibi ölüm de, Allah'ın
iradesine aittir ve O'nun izni olmadan gerçekleşemez: "Allah'ın izni
olmadan hiçbir ruhun [nefs] ölmesi mümkün
değildir. [Ölüm] belirli bir süreye göre yazılmıştır "(3:145)2. Kur'an daha önceki
vahiyleri kapsadığından (ve İslâm bakış açısına göre onları düzelttiğinden)
dolayı, ölümün kaynağını şeytan / iblis (Satan / the
diabolos / devil)
in ayartıcı fısıltısına mağlup olan Adem ve Havva'nın işlemiş olduğu suça kadar
götürür. Şeytanın ayartması, Arapça'da tam olarak "o fısıldadı"
anlamında olan vesvese kelimesi ile ifade edilir3. Netice olarak Allah şöyle demiştir:
"Yeryüzünde yaşayacaksınız, ve orada öleceksiniz, ve oradan
çıkarılacaksınız" (7: 25).
Böylece ölü
bedenlerin yeniden diriltilmesi hususu daha ilk andan itibaren Tekvin (Genesis)'de mevcut olmayan bir tarzla ileri sürülmektedir
(bununla birlikte, daha sonra ki Yahudilikte yılanın ayak altında çiğnenmesiyle
ilgili bölüm, Hıristiyan anlayışına uygun olarak (messianically)
yorumlanmıştır). Aynı durum vaat ve tehditlerin genelleştirildiği Tâhâ sûresinin 123 vd. âyetleri
için de geçerlidir:
Allah dedi ki: İkinizde oradan
[Cennet] birbirinize düşman olarak inin. Fakat benden size bir hidayet
ulaştığında, hidayetimi kim takip ederse o kötü yola sapmaz veya sıkıntıya
düşmez. Fakat, kim beni anmaktan [zikr] yüz
çevirirse kesinlikle onun için sıkıntılı bir hayat olacaktır, ve kıyamet
gününde onu kör olarak dirilteceğiz.
Dolayısıyla, Adem ile Havva ve onların
nesilleri helak edilmemeli, acilen geçici cezaya gönderilmeydi. Onlara, bu
hayat süresince zikre dönmek, Allah'ı hatırlamak için bir mühlet -- ölülerin mezarlarından geri
getirilecekleri güne kadar şeytana verilen mühlette de olduğu gibi; bu esnada
şeytan insanları İslâm'dan, Allah'a olan bağlılıklarından (15:26-42; 38:71-85)
alıkoymanın ve onları ifsad etmenin yollarını
arayacaktır-- verilmiştir. Câbir şöyle rivayet
etmektedir: "Allah'ın elçisini şöyle derken işitim: 'Şeytanın tahtı,
okyanusun üstündedir ve o insanları imtihana tabi tutmak için müfrezeler
gönderir ve onun nazarında en önemli kişi ayrılık tohumunu ekmede en gayretli
olandır. (Müslim, Sahih, "Münafikûn",
66-68; Hanbel, Müsned,
III/ 314, 332, 354, 366, 384). Bu rivayet insanlar açısından incelendiğinde,
şeytanın ayartmalarına teslim olmadıkça, şeytanın insanlar üzerinde herhangi
bir güce sahip olmadığı görülmektedir.
Şüphesiz, benim kullarım söz konusunu
olduğunda, seni takip ederek kendilerini yanlış yola götürenler hariç, onlar
üzerinde bir yargıya sahip değilsin. Muhakkak, cehennem onların hepsi için söz
verilmiş bir yerdir: Onun yedi girişi vardır; onlardan herbirine
bir zümre verilmiştir (15:42-44).
Bu nedenle ölümün amacı; fertlerin, kendi
hayatlarını onları Allah'a götürecek olan doğru yola (sırâtu'l-mûstakîm) döndürmede (1:5); veya Allah'ı
reddeden ve tanımayan kafirlere (kafirûn)
katılmada hür oldukları (Allah'ın yaratıcı iradesinin belirleyeceği veya izin
vereceği çerçeve içerisinde) bu mühlet dönemine bir süre veya sınır koymaktır.
Bu hayat süresi bir deneme veya imtihan süresi olmaktadır: "Sizden önce
herhangi bir insana ["beden" beşer]
sonsuz bir hayat vermedik; böylece şayet siz ölürseniz onlar
sonsuza kadar mı yaşayacaklar? Her canlı [nefs]
ölümü tadacaktır, ve biz sizi kötü ve iyi ile imtihan ederiz ve dönüşünüz bize
olacaktır" (21:35 vd.; krş.
29:57 vd.).
Dolayısıyla, ölümün
bizzat kendisi bir ceza değildir4:
O sadece, yeniden dirilme ve son hüküm gününde sona eren oldukça uzun bir süreç
içindeki belirli bir devreye son verir. Mezardaki süre detaylı bir şekilde Kur'an'da değil, Hadis'de
tartışılmaktadır. Hadise göre, iki melek Münker ve Nekir, ölüleri sorgulamaya gelirler. Ölüler, "Kime
ibadet ettin? Ve Peygamberin kimdir?" diye sorulduklarında, şayet Allah
ve Muhammed cevabını verirlerse hüküm gününe kadar dinlenirler. Fakat
Allah'ı ve Muhammed'i reddenler, hemen melekler
tarafından ya fizikî olarak veya Hükümden sonra onları bekleyen işkence
şekilleri kendilerine gösterilmek suretiyle cezalandırılacaklardır. Bunun şu
andaki bir Müslümana ne anlama geldiği, Worlds of Faith'de5 oldukça sert bir şekilde ifade edilmektedir:
İslâm peygamberi ve Kur'an demiştir ki, bir kişi öldüğünde ve mezara girdiğinde
aniden iki melek ortaya çıkar ve onu uyandırırlar. Onun ruhu bedene geri döner.
Erkek olsun, kadın olsun veya çocuk olsun, büyük ya da küçük olsun kişiye
sorulan ilk soru şudur: Rabbin kim, dinin ne, peygamberin kim? Eğer kişi iyiyse
... bana söylenen şudur (çünkü hiç kimse mezarda bulunmamıştır; fakat
biz inanıyoruz ki, peygamber ne söylemişse --her kelimesi -- doğrudur, ve de,
Allah'ın kelâmı olması nedeniyle, Kur'an'ın
söylediklerinin doğru olduğuna inanıyoruz): Şayet kişi iyi bir kul olmuş ve
günde beş vakit namazını kılmış ise, mezarda gözlerini açtığında güneş batarken
ona bakıyor olacaktır (çünkü iki meleğin geldiği bu vakittir). Ve o yanıbaşında bir kişinin
beklediğini zannedecektir. Kendisinin ölü ve mezarda olduğunu
zannetmeyecektir. "Beni yalnız bırak" diyecektir. Bildiğiniz gibi,
tam güneş batarken akşam namazının vakti gelir. Dolayısıyla o, "namaz
vaktim geçmiş ve ben uyuya kalmışım, lütfen namaz kılmama izin ver"
diyecektir. Ve şayet o, bunu Allah'ın yardımıyla söylemişse zannetmiyorum ki
melekler artık onu rahatsız etsinler --çünkü o, bütün soruları cevaplamıştır.
Ve şayet o böyle yapmamış, birahane ve kulüplerde bulunmuş ve bütün dünyevi
şeyleri yapmış ve başkalarını çekiştirmeye çalışmışsa, o zaman ceza ilk andan
itibaren başlayacaktır.
Bunların hiçbirisi Kur'an'da
açıkça belirtilmemekle birlikte, Hadis'de kesinlikle
açıktır (örneğin hadis antolojisine, Mişkatu'l-Mesabih'e6 bakınız 1:340-342). Mezardaki bu iki melek, herbir kişiye hayatları boyunca eşlik eden kayıt melekleri
[Kirâmen-Kâtibin] olabilir: "Birisi sağda ve
diğeri solda oturur --insan, o sırada hazır bir gözlemci olmadan bir kelime
dahi söylemez." (50:17 vd.). Ve mezardaki cezaya
Kur'an'ın 6:93, 8:50, 9:101, 22:21, 47:27, 52:47
ayetleri imâda bulunmaktadır. Bununla birlikte, Hadis'de,
mezardaki cezaya kuvvetli bir vurgu vardır: "Bir kâfire mezarda 70 ejderha
verilir ve o ejderhalar onu Kıyamet Saati gelinceye kadar ısırırlar ve
kemirirler. Şayet bu ejderhalardan bir tanesi yeryüzünde solusaydı, yeryüzünde
herhangi yeşil bir şey bitmezdi" (Tirmizi, Sünen-i
Câmi, Kıyamet Bahsi, Bâb 26, Hd.
no. 2460).
Ancak, mezardaki
bütün bu cezalar inceden inceye ele alınmasına rağmen --her ne kadar ölümün
vuku bulması bir deneme veya imtihan olabilirse de-- ölümün bizzat kendisi
bir ceza değildir. Erken ölümün, Allah tarafından acil ve ilave bir ceza olarak
vaz'edilebileceği doğrudur. Sedum
(Sodom) halkına olduğu gibi: "Biz onların
üzerlerine [taş] yağmuru yağdırdığımızda bak yasak olan şeyleri yapanların sonu
nasıl oldu" (7:84; 16:28-31 ve 17:60 Yeniden Dirilme gününden önce).
Fakat, genelde, ölümün bizzat kendisi ceza değildir: Ceza, mezarın ötesinde ve
sürecin sonunda, hüküm gününden sonra mevcuttur. Ölüm, sadece, tecrübe dönemine
konulan tabii bir sınırdır: "Hükümranlık elinde olan Yüce Allah kutludur.
Ve O'nun bütün herşeye gücü yeter. Amelde hanginizin
daha iyi olduğunuzu test etmek için ölümü ve hayatı yarattı" (67:1-2).
Dolayısıyla,
Müslümanların tipik kelimelerle ölümü tasvir etmeleri 2:151-156'da mevcuttur:
"Muhakkak ki biz Allah'a, aidiz ve O'na döneceğiz". Allah, imtihan
bağlamında olanbu hayatla ilgili olarak şöyle
demektedir:
Muhakkak biz sizi korku açlık,
yokluk, ölüm ve nimetlerle deneyeceğiz; fakat, bir felâketle karşılaştıklarında
biz Allah'a aidiz ve dönüşümüz O'na olacaktır, diye söyleyerek sabredenlere iyi
haberleri müjdele.
Bir Müslüman, Worlds
of Faith'de
şunları ifade etmektedir:
Can olarak isimlendirdiğimiz şey
Allah'tan gelen ve O'na dönecek olan ruhtur. Birisi öldüğünde biz şöyle
deriz: "Allah'tan geldik, Allah'a döneceğiz". Ve biz döneceğiz, fakat
gelecek hayat farklı bir durumdur. Dolayısıyla biz ölüme, bir kapı, bir giriş
gibi bakarız. Bu kapıdan bir kere girdik mi, geri dönüş yoktur. Bir sonraki
safhaya geçersiniz.
Bu nedenle geri dönme ve yeniden deneme şansı
yoktur. Kâfirler (35:36-37'e göre) Cehennem (Yunanca: Gehenna)
ateşinde ebediyen yanacaklar ve oradan " 'Rabb'ımız
bizi buradan çıkar! Yapmakta olduğumuz amellerden oldukça farklı iyi ameller
yapacağız' diye feryad edeceklerdir. Bir uyarı alacak
kadar sizin hayatınızı uzatmadık mı? Ve uyarıcı size geldi. Öyleyse [azabı] tam
olarak tadın. Kötü işler yapanlar için yardımcı yoktur" (krş. 42:42-7).
Bu sebeple,
hâlihazırda Müslüman antropolojinin ana unsurları âşikârdır --her ne kadar
mevcut kelimelerin her birinin tam anlamı asırlar sonra da bir tartışma konusu
olarak kalmış olsa da: İnsan, beşer, nefs
ve ruh bileşimidir. Beşer (İbranicedeki
karşılığı beden / et anlamında olan basar'dır)
kelimesi şeytan tarafından alaylı bir şekilde kullanılan bir kelimedir. İblis,
Allah'ın çamuru bir şekle sokarak yarattığı insan önünde (Allah'ın emrettiği
üzere) niçin eğilmeyeceğini açıklarken sert bir şekilde şu karşılığı
vermektedir: "Ben kendimi beşer önünde eğmem"7. Fakat insanın bedene bürünmüş bir şekli olan beşer,
Allah'ın kendisine üflediği bir ruha sahiptir (15:29). Ruh
(etimolojik olarak İbranice eş anlamlısı ruah'dır) Tekvin'in nefesi (the
breath of Genesis)8'nden de öte birşeydir. Çünkü o, Allah tarafından kişiye bahşedilmiştir
ve ölümden sonra Yeniden Dirilme gününde bedenle yeniden birleşinceye kadar
bedenden ayrı olarak yaşamaya devam eder. Bedenin ve ruhun birleşmesi nefs (İbranice nephesh) olarak isimlendirilen manevi bir
canlılıktır ve bu da Allah'ın kontrolündedir ve O'nun (nimeti) dir. Nefs (ve çoğulları enfus ve nufûs)
dönüşlü zamirler (reflexive pronouns)'den
başka birşey olmayabilirler: "Onu kendime (linefsî) alacağım" (12:54); ve bu dönüşlü
zamirler başka yerlerde sadece "bir kişi", "birisi",
"herkes" anlamına gelebilirler (muhtemelen "her nefis
ölümü tadacaktır" cümlesinde olduğu gibi, 3:185/2, 21:35/6, 29:57). Fakat,
her ne kadar özellikle nefis zikredilmemişse de, Kur'ân'ın
56:83-87 ayetleri ölüm esnasında bedeni birşeyin terkettiğini öne sürerler (ve inanılır ki, Müslüman
askerler şayet bir düşmanı boğuyorlarsa, son gelmeden (onu öldürmeden) önce,
ruhun kaçmasını sağlamak için boğumu çok hafif bir şekilde genişletirler). İşte
(ölüm araya girmediği müddetçe) geceleyin alınan ve sabahleyin döndürülen
budur, böylece uyku ve uykudan uyanma
ölüm ve yeniden dirilmenin tabii modelleri olurlar (6:60 vd.; 25:47-49): "Allah ölüm esnasında nefsi
alır, ölmeyenlerinkini uykularında alır, ölümüne hükmettiklerini yanına alır.
Fakat, ötekilerini de belli bir süreye kadar geri gönderir. Şüphesiz ki, bunda
düşünenler için, işaretler vardır" (39:42)9. Fakat her ne kadar bir ayrılık imâ edilmekteyse de,
başlangıçta ve sonda yalnızca tek ve devamlı bir konu vardır: "sizin
yaratılmanız ve diriltilmeniz sadece tek bir nefis'in [yaratılması ve
diriltilmesi] gibidir. Şüphesiz Allah işitendir, görendir" (31:28). Kişi
ruhunu kaybetse de canlı ve hareketsiz (lafzî
anlamda) canlı kalabilir: "Onlar canlarını [enfus]
kaybedenlerdir ve uydurdukları şeyler onları kötü yola iletmiştir"
(11:21). Faaliyetin fâili olduğu kadar tecrübenin de konusu nefisdir:
"İnsanı yaratan biziz ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz,
çünkü biz ona şahdamarından daha yakınız" (50:16).
Büyük İslâm rönesansında, Yunan filozofları (özellikle Eflâtun ve
Aristo) muhtemel ilgisizlikten kurtarıldıkları zaman, bu kavramlar benimsenmiş
felsefî bir tasarı üzerine kaydediliyorlardı. Ruh, gerçekliğin --felsefî
kavramlarda, manevî öz-- esasını oluşturan temiz olan (the
pure)la bir tutulur hale gelmişti. Böylece, Allah
tarafından bahşedilen ve geçici olarak bu bedende yerleşen ruh, ölümsüzdür. Her
ne kadar ruh ölüm esnasında bedenden ayrılabilirse de, Yeniden Dirilme Günü'nde
(Yevmü'l-Kıyame) bedenle
yeniden birleşecek ve böylece Allah'ın melîk veya hükümran olduğu son ve
tamamıyle ilâhî olan Hüküm Günü'nde (Yevmü'd-Din) Allah'ın huzuruna çıkacaktır. (Bir Hadise
göre) O zamana kadar ruh bir kuş şeklini alabilir ve gökyüzündeki bir ağaca
asılır (diğer bir tâbirle muallaktadır); veya daha genel olarak, hemen melekler
tarafından sorgulanmak ve geçici akıbetini, henüz karara bağlanmamış son hükmü
görmek üzere geçici bir bedene yüksetilir (Müslim, İmaret,
121; Tirmizi, Tefsir 3/19 (3011); İbn Mâce, Cihâd,
16/2801, Cenâiz, 4/1449; A.b.Hanbel, Müsned, VI, 386).10
Yeniden
Dirilme ve Hüküm Günleri Kur'ân'da sık sık tasvir edilirler: 54:7 ayeti bedenlerin çekirgeler gibi
mezarlardan topluca ayrılmalarını tasvir eder; 70:43 ise, bedenlerin, bir
hedefe varmak için acele eden koşucular gibi koşmalarını tasvir eder; ve 18:99
ayeti de bedenleri, birbirine zıt dalgaların dalgalanması gibi canlandırır. O
halde, ayetin söylediği gibi, sûr ötecek (ayrıca bkz.
20:102; 23:101; 27:87; 36:51; 39:68; 78:18); semâlar yarılacak (25:26); ve
dağlar düzlenecek (18:47); bulutlar tamamıyla sürüklenecek (27:88); veya kum
elenecek ve savrulacak (73:14); veya serab
kaybolacaktır (78:20). O günde melekler görülecektir:
Böylece, sûra bir nefha üflendiği ve yeryüzü ve dağlar hareket ettirilip
birbirlerine tek vuruşla çarptırılıp toz haline getirildikleri zaman, işte o
gün olacaklar olacaktır. Ve gök de yarılacaktır ve o gün o, güçsüz olacaktır ve
meleklerin sekiz tanesi o gün Rabbının arşını
yükleneceklerdir. O gün siz hesaba çekileceksiniz; sakladığınız amellerin hiç
biri gizli kalmayacaktır (69:13-18; krş. 78:18-20).
Asla bir melek
görmediklerini söyleyerek daha önce alay edenler, tasalı bir şekilde onları
göreceklerdir (25:21 vd.):
Hayır, fakat dünya toz halinde
döküldüğünde ve Rabbın geldiğinde ve melekler saf saf dizildiğinde ve o gün cehennem getirildiğinde, insan
yaptıklarını hatırlayacaktır. Fakat, o zaman bu hatırlama ona nasıl fayda
verecektir? (89:21).
Hüküm Gününde, içinde
her bir kelime ve fiilin yazılı olduğu kitaplar ortaya çıkarılacak ve
açılacaktır:
Kıyamet gününde yazılmış bir kitap
getireceğiz: Herkes onu açılmış olarak görecektir:"Kitabını oku!: Bugün
sana karşı hesap sorucu olarak kendi nefsin yeterlidir (17:13 vd.).
Suç işleyenlerin
tepkisi 18:49'da şöyle tasvir
edilmektedir.
Kitap ortaya konacak ve içinde
olanlardan dolayı suç işleyenlerin ürperdiğini göreceksin. Ve onlar şöyle
diyeceklerdir: "Ah, yazık bize! Ne biçim kitap bu? Büyük veya küçük hiçbir
şeyi ihmal etmeksizin hepsini sayıp dökmüş". Ve onlar yaptıklarını ortaya
konmuş olarak bulacaklardır ve Rabbın onların hiç
birine hatalı muamelede de bulunmayacaktır (krş.
23:64).
Netice olarak, Hüküm
Gününde herkes tam ve kesin bir hesaba göre karşılık alacaktır. Bu, Kur'an'da üzerinde en çok durulan konulardan birisidir.
Özet bir ifade 2:281' de yer almaktadır: (Ve Allah'a döndürüleceğiniz günden
korkun; o gün her bir nefse kazandığı ödenecektir ve onlar haksızlığa
uğramayacaklardır), ancak, bu ifadeler sık sık
tekrarlanmaktadır (örneğin, bkz. 2:286; 3:155, 182;
7:38 vd.; 10:54; 11:18; 14:51; 22:10; 23:62; 36:54;
40:16 vd.)
O gün her bir ferdin
amelleri terazide eksiksiz olarak tartılacaktır:
Gürültülü gün! Nedir o gürültülü
gün? Ve gürültülü günün ne olduğunu sen nasıl bileceksin? İnsanların rüzgarda
savrulmuş pervaneler gibi ve dağların atılmış renkli yün gibi olacağı gündür o.
O zaman kimin tartısı ağır gelirse, o memnuniyet ve hoşnudluk
içerisinde olacaktır; fakat kimin tartısı hafif gelirse, onun yoldaşı cehennem
olacaktır.Cehennemin ne olduğunu sen ne bileceksin? O şiddetle parlayan bir
ateştir. [el-Kâria Sûresi] (el-Mîzân, yani terazi, şu ayetlerde de
zikredilmektedir: 42:17; 55:7; 57:25 [bu son ayette] insan adaletine atıf
vardır).
Dolayısıyla, terazi
oldukça hassastır: "bir iğne ipliği kadar bile haksızlığa uğramıyacaksınız"(4:77,124):
O günde, insanlar amellerini görmek
için gruplar halinde gelirler.Kim bir karınca ağırlığı
iyilik yapmışsa onu görecek ve kim de bir karınca ağırlığı kötülük yapmışsa onu
görecektir [Zilzâl sûresi].
Bütün bunlardan
görünen odur ki, İslam, ameller vasıtasıyla bir kurtuluş dinidir. Ancak, Ebu Hureyre, peygamberden şu
hadisi nakletmektedir: "Sizden hiçbiriniz yalnızca amelleriyle kurtuluşa eremiyecektir". Birisi ona sordu: "Ey Allah'ın
elçisi sen de dahil misin?" O şöyle cevap verdi: "Evet, ben bile;
fakat Allah beni rahmetiyle kuşatır"(Buhari, Rikâk, 18, Merza,
19; Müslim, Münafikûn, 71-73; İbn Mâce, Zühd,
20). Dolayısıyla, şayet İslâm, amellerle bir kurtuluş dini ise, kurtuluş Allah
tarafından mümkün kılınan ve O'nun rahmet, lütûf ve kudretiyle işbirliği
içerisinde yapılan amellerledir. İslâm'da hatırlanması gereken önemli bir şey
de, amelin kendisiyle yapıldığı niyetin, o amelin değerinin önemli bir
parçasını oluşturmasıdır. El-Buhari büyük bir saygı
gören kendi Hadis külliyatının en başında şu Hadise yer verir:
Ömer b. Hattab
şöyle demiştir: Allah'ın elçisini şöyle derken işittim: "Ameller niyetlere
göredir. Kimseye niyet ettiğinden başkası yoktur. Dolayısıyla, kim hicreti [mevcut ülkesinden uzaklaşmak ve güvenlik
için yaptığı hareket] Allah ve O'nun elçisine yaparsa onun hicreti,
Allah'a ve O'nun Elçisinedir. Fakat, kim de hicreti bu dünyaya ve onun
menfaatlerine veya evlenmeyi ümit ettiği bir kadına yaparsa, onun hicreti
de o niyet ettiği şeyleredir"(Buhari, Sahih,
"Bed'ü'l- Vahy,"
1).
Fakat niyetin
önemine ek olarak, "amellerin" kabataslak herhangi bir
değerlendirmeye tabi tutulması, Kur'an'da daima
merhametli, ve herşeyi affedici olarak tasvir edilen
Allah'a tevbe ile dönmenin devamlı bir surette mümkün
olması ile derin bir şekilde değişmektedir. Ebu Hureyre, ailesi ne hiç bir faydası dokunmamış olan bir
adamla ilgili olarak peygamberden bir hikaye rivayet eder. Adamın birisi
ölmeden önce, Allah'ın onu bulup da hakettiği cezayı
vermek amacıyla bedenini bir araya getirmesini imkansız kılmak için vücudunu
yakmalarını ve küllerinin bir kısmını denize, bir kısmını da karaya
serpmelerini ailesine tembihler. Fakat Allah, denize ve karaya, külleri bir
araya toplamaları için emreder ve daha sonra bunu niçin yaptın diye adama
sorar: Adam şöyle cevap verir: "Senin korkundan ey Rabbim; herşeyi en iyi sen bilirsin". Ve Allah onu hemen
affeder.
Bununla birlikte,
gerçek şu ki, rahmet bağlamında (ki, Kur'an'da
verilen hidayet eşsiz bir örnektir) iyi olsun kötü olsun (2:110; 21:94) hiçbir
şey kaybolmayacaktır ve herkes tam bir ölçüye göre karşılık görecektir. Sadece
marjinal istisnalar vardır ve bunlar iyi ve kötünün aşırılıklarındadır: 46:15 vd. kişinin ana-babasına iyilikle muamele etmesi emrini,
kırk yaşına ulaşanların Allah'a şükür ve İslâm'a bağlılık duası yapmalarını
zikreder ve şöyle devam eder: "Kendilerinden amellerinin en faziletlisini
kabul edeceğimiz ve kötü amellerini görmezlikten geleceğimiz bu kişiler cennet
--onlara va'dedilen gerçek va'd--
yoldaşlarının arasındadırlar (krş.16:97' de hem
erkeklere hem de kadınlara vurgu vardır). Bunun tersine, 16:25, ayeti ise,
başkalarını yanlış yola saptıranların o saptırdıkları kimselerin yüklerini
[günahlarını] yükleneceklerini ve bu bağlamda, kendi yükleriymiş gibi bu
yüklendikleri şeylerden Yeniden Dirilme Gününde hesaba çekilecekleri uyarısını
yapmaktadır.
Fakat, genelde, erkek
olsun kadın olsun herkes kendi hesabını vermeye gelecektir. Bu, hiç kimsenin
başkalarının hatalarından dolayı sorumlu tutulamayacağı anlamına gelmektedir.
Şayet onlar sorumlu olmak isteseler (yani başkalarının borcunun bir kısmını
kendi hesapları üzerine almayı arzu etseler) bile: "Onların kazandıkları
onlara ve sizin kazandıklarınız sizedir; ve onların yaptıklarından sorguya
çekilmeyeceksiniz" (2:123,134 'geçmiş kavimlere' atıfta bulunulmaktadır);
veya aynı şekilde tipik bir ifadede "her nefis sadece kendinden
dolayı hesaba çekilecektir, ve hiç kimse bir başkasının yükünü taşımayacaktır
(6:164; krş. 34:42; 39:7; 53:38; 82:19). Yeremya (Jeremiah) ve Hezekial (Ezekiel)'in11 çok önce reddettikleri (babalarımızın yediği ekşi
üzümler sebebiyle dişlerimiz kamaşır) deyimi hâlâ (bir davranış olarak),
reddedilmeli ve en azından 'şöyle söylemelisin, "bizden önce babalarımız
sahte Tanrılara tapmış olabilirler, fakat biz onların takipçileriyiz. O halde
bizi, hatalı insanların yaptıklarından dolayı mı yok edeceksin ?" '
(7:173).
Bundan dolayı, o
günde bir babanın çocuğuna, bir çocuğun da babasına yardım edemeyeceği (31:33);
hatta resmî koruyucu rolünü üstlenmiş olan insanın, bu mesuliyetini sorumlu
olduğu kişilere karşı yerine getiremeyeceği sonucu çıkmaktadır:
Şüphesiz, yevmü'l
Fasl onlar için tayin edilmiş bir vakittir. O gün
koruma altında olan hiç bir kimseye koruyucusundan bir fayda yoktur --onlara
yardım edilmeyecektir (44:40 vd., 4:109-112).
O gün tevbe ve rahmet ricaları için vakit çok geç olacaktır.
Hâlihazırda gördüğümüz gibi, Allah'ın (Kur'ân'ın sık sık söylediği gibi) Rahman, Rahîm (merhametli
ve affedici) olması sebebiyle ölümden önce tevbe
mümkündür; fakat ölümden sonra tevbe için vakit çok
geçtir.
Allah, bilmeden kötülük yapıp da
hemen o kötülükden dönenlerin tevbesini
kabul eder. Allah onlara dönecektir, çünkü, Allah herşeyi
bilendir ve hikmet sahibidir. Ölüm haline kadar kötülüğe devam edip de, ölüm
kendilerine gelince "şimdi gerçekten tevbe
ediyorum" diyenler ve kafir olarak ölenler için tevbenin
etkisi yoktur. Onlar için acı bir ceza hazırladık (4:17 vd.; 4:21 vd.)
Ölümden sonra ölü
kişinin arkasından bir duvar inşa edilir ve böylece o, sorgulama anından
kurtulmak için bu dünyaya geri dönemez.
[Kötülük yapmış olanlardan] birine
ölüm geldiği zaman o şöyle der:"Rabbım, ihmal
ettiğim iyi şeyleri yapabilmem için beni geri gönder." Asla! Onun
söylediği bir sözden ibarettir. Onların arkasında kendisi için gönderildikleri
güne kadar bir engel vardır (23:99 vd.; krş. 2:162-7; 35:34-37; 42:42-44).
Bu hususu daha da
belirgin hale getirmek gerekirse, kişinin faziletlerinin başkalarının
ayıplarına mukayese edilebileceği herhangi bir muamele olamaz. İsa'nın ölümünün
kefareti (atonement)12 nasıl etkilediği hususundaki Hıristiyan anlayışının
tamamında bir kurtarma veya fidye anlamı yoktur. Halbuki karşıt aşırı uçta
Müslümanlar İsa'nın ölmediğine, tam tersine, inançlı bir peygamber olarak
Tanrı'nın onu ölümden hariç tutmak
(Yahudi kutsal metninde ki Hanok (Enoch) ve İlya (Elijah) gibi)13
ve onu doğruca Cennete almak suretiyle ödüllendirdiğine inanırlar. Yahudiler,
İsa'yı çarmıha gerdiklerini zannetmişler, ancak Allah İsa'nın yerine
onun benzerini yaratmıştır.
İsa'nın ölümünün (ve
dolayısıyla onun ölümünün kurtarıcı sonuçlarının) bu reddi, Ehl-i
Kitab'a karşı yapılan suçlamalar --suçlama da dahil
olmak üzere-- listesi bağlamında olan 4:157 ayetine14 dayanmaktadır(lafzî olarak
tercüme edilmiştir):
"Şüphesiz biz Allah'ın elçisi, Meryem'in oğlu İsa'yı, Mesih'i
öldürdük". derler. Ve onlar onu öldürmediler, ve çarmıha da germediler,
fakat İsa'nın [veya 'onun'] suretiydi onlara gösterilen; ve şüphesiz, İsa'nın
[veya 'onun'] hakkında ihtilafa düşenler İsa hakkında şüphe doludurlar. Onlar
İsa hakkında bir bilgiye sahip değildirler, fakat sadece zannı takip ederler.
Ve onlar şüphesiz onu öldürmediler.
Görülebileceği gibi,
Arapça hu zamiri hem erkek hem de
nötür olabileceğinden dolayı müphemdir. Şayet nötür ise, o zaman Hıristiyan inancını inkar o kadar güçlü
değildir; zira pasaj, açıkça teyit etmektedir ki, Yahudiler İsa'yı çarmıha
gerdiklerini zannetmişlerdir, ancak
(yeniden dirilme nedeniyle) yanılgıya düşmüşlerdir. Fakat, ehl-i sünnet
Müslümanları pasajı böyle algılamamaktadırlar. Onlara göre pasaj,
İsa'nın çarmıha gerilmediğini, çarmıha gerilen şeyin sadece onun sureti
olduğunu ifade etmektedir. Dosetisizm15 ("suret" anlamında olan Yunanca kelimeden)
daha önceki asırlarda bunu teyit etmiştir. Ancak oldukça farklı bir sebeple Dosetikler,
Allah'ın (İsa'nın) ölümünde yer aldığını tasavvur edememektedirler. Ahmediyye hareketı (ki ehl-i sünnet Müslümanları, onları İslâm dahilinde
görmemektedirler) gibi ehl-i sünnet dışındaki
Müslümanlar dahi, İsa'nın ölmediğine fakat tabii bir ölümle ölünceye kadar bir
müddet daha öğretilerini yaymak ve şifa vermek için Kuzey Hindistan'a gittiğine
inanırlar. Ve hatta Ahmedîler sizi, onun mezarına
dahi götürebilirler.
Hatta bundan başka
İslâm'da, Allah'ın İsa'ya, --insan kurtarması için-- yaptığı şey hakkındaki,
Hıristiyan anlayışını katı bir şekilde inkâr da mevcuttur. Müslümanlar için
İsa, Muhammed gibi, verecekleri hesap hususunda insanları uyarmak için Allah
tarafından gönderilen birisidir. Birisinin bir başkası --ne de kişinin
kendisi-- için herhangi bir fidyesi söz konusu değildir; hatta kişi kurtulmak
için bütün yeryüzünü peşin bir [fidye] olarak getirse de, bu kabul
edilmeyecektir.
Şüphesiz, Allah'ı inkâr edenler [keferû] ve inkâr üzere ölenlerden bir dünya dolusu altını
fidye olarak getirseler bile bu kabul edilmeyecektir. Onlar için acıklı bir
ceza vardır ve onların yardımcıları da yoktur (3:91; krş.:10:54;
39:47).
Kur'an,
en azından Yeniden Dirilme Günü'nde bile
diğerleri için şefaatin etkisini nerdeyse reddetmektedir:
Haydi! Mevcut dünyada onların yerine
mücadele eden sizlerdiniz. Fakat, kıyamet gününde onların yerine Allah'la kim
mücadele edecek, veya onların yerine kim koruyucu olacak? Kim kötülük yapar
veya nefsine zulmeder ve sonra da Allah'ın affına sığınırsa, o Allah'ı
affedici ve merhametli bulacaktır. Ve kim bir günah kazanırsa, onu kendi
nefsinin aleyhine kazanır; ve Allah bilendir, hikmet sahibidir. Ve kim bir hata
veya günah kazanır ve onu masum birinin üzerine atarsa, o kendisini bir
yanlışlık ve açık bir günahla yüklemiştir (4:109-12).
Kur'ân
açıkça, Hüküm Günü'nde bir başkasının şefaatine güvenmeye karşı uyarıda
bulunmaktadır: 6:51 (krş.: 6:69-70 ; 40:33; 9:80) Kur'ân açıkça şöyle demektedir: "Rablerinin karşısına
getirilmekten korkanları [onlara vahy olunan şeyle]
uyar: Ondan başka bir koruyucu ve
şefaatçileri yoktur". Bununla birlikte Kur'ân,
İbrahim'e, meleklere ve açıkça Muhammed'e bazı istisnalar yapar. Şüphesiz,
şefaatin etkisi sınırlıdır, fakat Arapça'daki, bir müphemlik sebebiyle bu
sınırlılığın tamamıyla ne kadar olduğu açık değildir:
"Lâm" edatı ya -e (to) veya için (for)
anlamında olabilir. Bundan dolayı Kur'ân şöyle
demektedir: "O gün şefaat, Rahman'ın şefaata
izin verdiği kimse(ye/için) hariç, başka hiç kimseye fayda
sağlamayacaktır"; "şefaat Allah'ın izin verdiği kimse (ye/için) hariç fayda sağlamayacaktır" (20:109;
34:23; krş.21:28; 53:26). Kısıtlama, ya bir takım
muayyen şefaatçilere veya şefaatin etkili olacağı kişilerin bulunduğu
kategoriyedir (örneğin, tevbe edenler içindir ki,
böylece onlar delâlete düşmekten korunabilirler, 40:7 vd.;
4:146 vd.). Sonuncu durumda, kefeler eşitken dengenin
meylettirilmesi olarak anlaşılmaktadır
(ve geleneksel olarak şefaat inananlara
hasredilmiştir). Birinci durumda ise, İslâm'da bir şefaatçi olarak fonksiyon
icra eden Muhammed anlaşılmaktadır. Oldukça yaygın ve popüler bir şekilde,
şefaatçilik, peygamber ve şehitler gibi diğer kategorilere de uzatılmaktadır.
Gerçekten de Hadis toplayıcısı Müslim'in kaydettiği bir hadise göre, şayet müşrikûn (Allah'la herhangi bir şeyi eş tutarak
birleştirenler)'dan olmayan kırk kişi bir Müslüman tabutu yanında dikilirlerse,
Allah onları o kişi için şefaatçiler olarak kabul edecektir (Ayşe'ye göre bu
sayı 100 kişi olmalıdır). Böyle bir şefaat, Hüküm Günü'nde Cennet'i cezadan
sonra elde etmiş inananlar için etkilidir; ve yine böyle bir şefaat
Cehennem'deki inananların cezasını kısaltmada etkilidir. Dolayısıyla, Ebu Hureyre için, ölü bir insan
üzerine yaptığı kendi duasını şu şekilde tasvir etmek mümkündü:
Tabutu evden itibaren takip
ediyorum, mezara konduğu zaman tekbir getiriyorum, ve Allah'a dua
ediyorum, ve Allah'ın elçisine salâtu selâm
gönderiyorum, ve şöyle diyorum: "Ey Rabb'ım
Senin yaratığın, Senin yaratığının oğlu ve Senin kulunun oğlu, Senden başka
gerçek Tanrı'nın olmadığına ve Muhammed'in gerçekte Senin kulun ve elçin
olduğuna şehadet ederdi. Sen onun durumunu iyi
bilirsin. Şayet o, faziletli ise, onun mükafatını arttır; ve şayet günahkâr
ise, günahlarını affet. Ey Rabb'ım! bizi Senin
mükafatından mahrum etme ve onun ardından bizi imtihan etme" (Malik, Muvatta, Cenâiz, Bâb:6, Hds. No:17).
Ölümden sonraki
periyoda kadar uzanan iyi bir netice meydana getirmenin mümkün olduğu bir diğer
yol mevcuttur: Erkek olsun dişi olsun, berzah ("engel",
mezardaki sürenin ötesinde veya içinde duran)'a giden ölü kişiye yardımı
dokunabilecek yeni ameller yapmak için vakit çok geç olsa da, ölümden önce
yapılan bazı iyi amellerin iyi yönde tesir icra etmeye devam etmeleri
mümkündür. Hadis'de bunlar devam eden bir sadaka (bir caminin, bir sulama kanalının inşası,
bir ağacın dikilmesi gibi) olarak belirtilmişlerdir. Yine, bilginin yayılmasını
temin etmek (örneğin, okullar vakfetmek veya Kur'an'ın
dağıtılmasını sağlamak), ve yeryüzünde (kişinin ölümünden sonra) kişinin affı
için dua eden, Allah'tan korkan ve O'na ibadet eden çocuklar bırakmak da
öldükten sonra devam eden birer sadaka [sadaka-i câriye] dırlar (Müslim,
Vasiyyet, 14; Ebu
Davud, Vasayya,
14; Tirmizi, Ahkâm, 36; Nesâi,
Vasayya, 8; İbn
Mâce, Mukaddime, 20).
Fakat, devamlı
amellerin ve şefaatin bu marjinal istisnalarına rağmen, Kur'an'ın
sık sık üzerinde durduğu konu, mükafat Bahçesine
girenlerle, Cehennem Ateşine girenler arasında, ve daha da öncesinde,
kendilerini bu dünyada müslüman olarak Allah'a
yöneltenlerle, yöneltmeyenler arasında yapılan nihaî ayrımdır. Nihai ayrım,
canlı bir şekilde, Cennet'in ve Ateş'in sakinlerinin birbirlerine
çağırabilecekleri, fakat birbirlerine ulaşamayacakları bir durumu belirten
7:38-50'de tasvir edilmektedir (Dives ve Lazarus'un [Lazar] hikayesinde
olduğu gibi, Luka 16:20 vd.)16. Rahman sûresinde, (55:35-78), cennet ve cehennem
tasvirleri, ayet ayet, birbirlerine zıt bir şekilde
inşa olunmaktadırlar. Kur'an, iki nihai durum
arasındaki zıtlığı tekrar tekrar tasvir eder
(örneğin, 2:22 vd.; 3:195-8; 4:55 vd.,
120 vd.; 5:85-6; 9:68 vd.;
15:43 vd.; 16:28 vd.; 18:99
vd.; 21:97 vd.; 25:10 vd., 24 vd.). Yine Kur'an, bu durumların [cennet ve cehennemin] nihaî
olduklarını, en azından Cehennem Ateşinin paklayıcı ve temizleyici bir Ateş olmadığını;
bir diğer tabirle, onun geçici bir şey olmadığını
devamlı surette vurgular. (Muhtemelen) Hıristiyanlar tarafından yapılan iddia
(o Hıristiyanlar "sayılı günler haricinde Ateş bize dokunmayacaktır"
demektedir), kendi dinlerinin bir tahrifi olarak reddedilmektedir. (3:23-24) ve
yine 2:80-2'de şöyle denmektedir:
Onlar, 'sayılı bir kaç günün dışında
ateş bize dokunmayacak' derler. De ki: Allah'la bir ahid
mi yaptınız --zira Allah ahdini asla bozmaz? Veya Allah hakkında bilmediğininz bir şey mi söylüyorsunuz? Hayır, kötülük
yapıp, günahlarıyla kuşatılanlar cehennemin yoldaşlarıdır, orada ikâmet edecek
olanlar onlardır. Ve inanıp iyilik yapanlar cennetin yoldaşlarıdır...
Diğer taraftan
Cennet'teki veya Cehennem'deki insanların durumu hâlâ Allah'ın iradesi
sınırları dahilindedir. Aşağıdaki ayetler, Allah'ın, temelde tayin ettiği
durumu değiştirebileceğini imâ edebilir:
Bedbaht olanlara gelince, onlar
ateşte olacaklar (orada onların iniltileri ve nefes alış-verişleri olacaktır),
gökler ve yerler durdukça Rabbının dilemesi hariç
orada ebediyyen ikâmet edicidirler. Şüphesiz, rabbın dilediğini yapandır. Bahtiyar olanlara gelince,
onlar da cennette olacaklar, gökler ve yerler durdukça Rabbının
dilemesi hariç orada ebediyyen kalıcıdırlar
--kesintisiz bir nimettir bu-- (11:106-8).
Bu ayetin manâsı
üzerinde hararetli bir şekilde tartışılmıştır. Bir taraftada,
semaların ve bu yeryüzünün ebedî olmadıkları, dolayısıyla cezanın ebedî
olamayacağı tartışması yapılmıştır. Bu, bir Müslüman tarafından Worlds of Faith (s.
300) de benimsenen görüştü. O, şöyle demektedir:
"Allah'ın
arzusu, benim nerede olmamı istiyorsa oraya gitmekten memnun olacağım. Şayet
O'nun arzusu Ateşe gitmem ise, Ateşten hoşnud
olacağım.Şayet onun arzusu cennete [bahçe] gitmem yolunda ise, o zaman
cennetten hoşnud olacağım". Bunun üzerine ona
sordum: "Farzet ki, Ateşe gittin, orada ebediyyen mi kalacaksın?" O şöyle cevap verdi:
"Böyle olması gerekmez. İyiliğin kötülüğe olan üstünlüğüne göre ceza
sadece geçicidir; ve bu herkes için
geçerlidir... O bizi cezalandırmak için yaratmadı, sevmek için yarattı."
Her ne kadar müracaat
edilen Kur'an ayetleri bu görüşü desteklemiyorsa da,
bu kesinlikle bir ehl-i sünnet görüşüdür. Nitekim,
M.A. Quasem (Salvation
of The Soul, s.25)17, Hüküm Günü'nde amel defterleri sol elden verilecek
olanlarla ilgili olarak (s. 109 vd., 120), bu amel
defterlerinin "geçici olsa bile lânetlenecekler" e ait olduğunu
söylemektedir. Bir dip not, 84:7, 10; 69:19, 25; 45:28; 37:13 vd. ayetlere atıfta bulunur; fakat bu ayetlerin hiçbirisi
cezanın geçici olacağı hususunda açık bir şey söylememektedir.
Bu sebeple, diğer
taraftaki münakaşa, semaların ve yeryüzünün yeni ve ebedî yaratıklara işaret
ettiği ve Allah'ın iradesi hakkındaki ifadenin sadece bu iradenin gerçekte
sınırsız olduğunu hatırlatır mahiyetde olduğu, fakat
Tanrı'nın cezaları ve mükafatları ebedî
olarak dilemiş olabileceği yönündedir. Bu görüş, kendi tarzında,
Hıristiyanlıktaki evrenselci (üniversalist)
[nihayette herkesin ilâhî affa uğrayacağına inanan kimse veya mezhep.
Özellikle, Protestan mezhebinin mensupları bu görüşü savunmaktadır.(Çev. notu)] tartışmaya bir karşılıktır. Bu ilk dönem
kelâmında Kur'an ve Hadis'in değerlendirilmesinde
aklı ön plana çıkaran Mutezililerle, bunu vahyin akla
nispetle ikinci dereceye indirgenmesi olarak kabul eden ve buna karşı çıkan Eş'ariler arasındaki münakaşa mevzularından bir tanesiydi.
Neticede üstün çıkan ve görüşünü tesis eden Eş'arilerdir.
Onlara göre, Müminler için, günahları iyi fiillerini geçtiğinde
ancak bu günahlardan dolayı cezalandırıldıktan sonra, Cehennem'den kurtuluş
olabilir. Ebedî olarak cezalandırılacaklar ise, kafirler ve müşrikler
(Allah'ın mutlak birliği ve hakimiyetinden taviz verenler) dir.
Ancak, ister devamlı
isterse kısa bir süre için olsun, devam ettiği sürece cezalar --cennet
nimetlerinde olduğu gibi-- canlı bir şekilde tasvir edilmişlerdir: Cehennem söz
konusu olduğunda cezalar çok şiddetlidir:
Şüphesiz zakkum ağacı [37:62-68]
haddi aşanların yemeği olacaktır. O erimiş metal gibi karınlarında kaynayacak;
haşlanmış suyun kaynaması gibi olacaktır. Tutun onu, ateşin ortasına
sürükleyin, ceza olarak başından aşağı kaynar su boşaltın: Tadın! Şüphesiz, sen
bir zamanlar güçlü ve şerefliydin. Şüphesiz, bu senin şüphe edip durduğun
şeydir (44:43-50).
Diğer taraftan sûre,
Cennet nimetlerinin tasviriyle devam eder:
Muhakkak ki, itaat edenler bahçeler
ve pınarlar arasında güvenilir bir yerde olacaklardır. İpekler ve süslü
elbiseler giyinmiş olarak, birbirlerine arkadaşlık edeceklerdir. Ve biz onları
iri gözlüler [Huri]in dostluklarıyla birleştireceğiz. Her bir meyveyi
emin bir şekilde isteyeceklerdir. Orada, ilk ölüm hariç, ölümü tatmayacaklar ve
Allah onları cehennem ateşinin cezasından muhafaza edecektir (44:51-6).
Bu tasvirler, Kur'an-ı Kerim'in pek çok ayetinde tekrar edilmiş ve bazı
ayetlerde ise daha geniş bir şekilde verilmiştir. Onların sürekli tekrar
edilmesi çok güçlü etki yapmaktadır. Hatırlanması gereken önemli nokta,
Müslümanların büyük çoğunluğu için, bütün bu tasvirlerin mecaz olmamasıdır:
Onlar, [Kur'an-ı Kerim'in, Allah tarafından doğrudan
indirilen kelâm olmasından dolayı] O'nun yarattığı şeylerin bir bölümünü lafzî olarak tasvir ederler. Şayet biz yeterince
derinlemesine araştıracak olursak, bu Cennetleri ve Ateşi bulabiliriz; (her ne
kadar bazı Müslümanlar, Cennet ve Cehennemin sadece Kıyamet Günü'nde
yaratılacaklarına inanmıyorsalar da) onları yaratılmış düzende keşfedebiliriz.
Bir Müslüman için Cennet, bir Hıristiyanın Worlds of Faith'de anladığı şekilde "Allah
ile beraber olmak, O'nunla birlikte yaşamak..
hayattan uzak olmak ve Allah'la birlikte var olmak" değildir. Bir
Müslüman, gelecekte olacağı gibi, şu anda da Allah ile beraber mevcuttur.
İslâm'ın Cennet ve Cehennem hakkında sunduğu tasvirlerin mecazi veya mitik (efsanevî) olmadığı görüşü İslâm'da aşırı bir
tutkudur. Son zamanlara ait bir örnek vermek gerekirse, Abdulkâdî
es-Sûfî şu ifadelerdeki, gerçek dışı bütün yorumları
reddetmiştir:
Ölüm sonrası hallerin tasviriyle
ilgili ifadeleri efsane / mit alanına indirgemek vahiy açısından kabul
edilemez. Çünkü, alanına bütün antropolojik yaklaşımların inşa edildiği, din
adını verdikleri şey, coğrafî ve tarihî olarak mitin kaynağının
"izafiliğinin" üstündeki üstün bir bakış açısından inceleyen
-tamamıyla metafizik- bir iddiadır. Daha baştan incelediği alana üstünlüğünü
iddia eden bu büyüsel bakış açısı, aynı zamanda dinin ibadet boyutunun
incelenmesi ve tahliliyle ortaya çıkacak sonucun, bir zamanlar alanına giren
her şeyi ilkelliğin ve bilim öncesi karanlığın bir tozu derecesine indirgeyen
bilimsel metodun açık büyüsel ışığı olarak görülen efsanevî materyalin
geçersizliğini ortaya koyacaktır. Kafirlerin zeki bilgi arayıcılarını
İslâm'daki büyük hikmet külliyatından faydalanmaktan engellemeyen, fakat
milyonlarca "eğitimli" Müslümanı engelleyen
tamamıyla sahte, fakat göz alıcı entrika hayal sistemi budur. (A.R.b.A. el-Kâdî, The Islamic Book of The Dead,
Wood Dalling, Diwan Press, 1977, ss. 9 vd.).
Sonuçta, bir Müslüman
için Cennet'te veya Ateş'te olmak, yalnızca Allah'ın kâinatının bir başka
bölümünde olmaktır. Ve Allah, Cennet ve Cehennem'in devamı için gerekli
vasıtaları yaratmaya devam eder Nitekim, Ateş'te deriler hızlı bir şekilde
yanacaklar, fakat yanan derilerin yerlerini almak üzere yenileri
yaratılacaktır:
Hiç şüphe yok ki, işaretlerimizi
reddedenleri yakında ateşte kızartacağız. Derileri yandıkça, derileri başka
derilerle değiştereceğiz ki, cezayı tadabilsinler.
Şüphesiz, Allah güçlü, hikmet sahibidir. Ve inananlar ve iyi amel işleyenleri
ise altından nehirler akan cennetlere girmelerini, orada ebediyyen
kalmalarını sağlayacağız. Kirletilmemiş arkadaşlara sahip olacaklar ve onları
gölgelerin gölgesine getireceğiz (4:56-7).
Böylece, Hüküm Günü (Yevmu'd-Din), (faziletli kimse için) bu
dünyanın hastalıklarının gelecek dünyanın iyilikleri (64:9) ile değiştirileceği
aynı zamanda bir Ayrım günü yevmu'l-fasl, (37:20 vd.; 44:40 vd.; 77:13 vd.; 78:17) dır. Ayrım
gününde, neticesi bağlanmamış olarak görünen bütün anlaşmazlıklar hem genelde
(6:164) ve hem de özelde --örneğin Yahudilerle, Hıristiyanlar arasındaki
anlaşmazlıklar (2:109 vd.; 16:124, Sabat gününü18 yerine getirmede); Hıristiyanlarla kafirler
arasındaki anlaşmazlıklar (3:55); İsrailoğulları
arasındaki anlaşmazlıklar (10:93; 45:17); Müslümanlar arasındaki anlaşmazlıklar
(16:92 vd.) ve kulları arasındaki anlaşmazlıklar
(39:46) hakkında karar verilecektir. Bu konular hakkında daha önce karar
verilebilirdi, fakat imtihan ve deneme süresini muhafaza etmek için
karar son güne kadar ertelenmiştir:
İnsanlık
tek bir ümmetten başka bir şey değildi. Daha sonra anlaşmazlıklara düştüler.
Eğer Rabbından bir kelime geçmemiş
olsaydı, ayrılığa düştükleri konu neticelendirirdi. Ve onlar şöyle diyorlar:
"Niçin Rabbından ona bir işaret (ayet)
gönderilmedi?" Sonuçta de ki: "Gizlenmiş ancak Allah içindir.
Dolayısıyla bekleyin, Şüphesiz ben sizinleyim (10:19 vd.;
42:21 ayetinde Kelime Kelimetu'l-Fasl olarak tasvir edilmektedir).
Ayrım gününde iki grup birbirinden
ayrılacaklardır: Yazılı amelleri sağ ellerine verilenler Cennet'e gidecekler,
fakat sol ellerine verilenler ise şöyle diyeceklerdir: "Keşke, ölüm tam
bir son olsaydı... Kontrolüm benden yok olup gitti" (69:18-37). Yine, bu mutlak
iki gruba bölünmeyle ilgili olarak, hepsi şüpheli, sadece marjinal istisnalar
vardır: Birinci grup, 56:10 ayetteki üçüncü parti olan (sağda ve solda olanlara
ilaveten) "en önde gelen" veya seçkinlerdir (es-Sâbıgûn); bunlar bir orta durumunda değil fakat,
"Allah'a en yakın" olanlardır (56:11). İkinci grup, bazı müfessirler
tarafından bir orta durumunda (7:46) kabul edilen "doruktaki
(mazgallardaki) insanlar" dırlar. Üçüncüler, "ne ondan ne de
bundan" olanlar ise, dinleri bir gösteriden ibaret olan münafıklardır
(4:142): "Onlar cehennemin en alçak derinliklerindedirler: Onlar için bir
yardımcı asla bulamayacaksın --Ancak tevbe eden,
düzeltmeler yapan ve Allah'a yapışan ve Allah için din [hayat tarzı] lerini temizleyenler istisna. Bunlar inananlarla beraberdirler
ve Allah gerçekten inananlara büyük bir mükâfat verecektir" (4:145-6).
Fakat, her ne kadar onlar şu anda denge noktasında iseler de, onların böyle
kalacakları tasavvur edilmemektedir.
Bu sebeple Kur'an'ın gücü, onun bütün insanlara önlerinde duran
hususları tanımaları ve hayatlarındaki her bir fiilden bizzat kendilerinin
sorumlu olduklarını bilmeleri için yaptığı çağrının basitliğinde yatmaktadır.
Olay, (el-Vakı'a), Yeniden Dirilme Günü,
kesinlikle vuku bulacaktır (56:1). Kur'an'da bu
hususa yapılan vurgu, Muhammed'in mücadele ettiği insanların çoğunun, açıkça
inanmamış oldukları gerçeğine uygunluk arzetmektedir.
Kur'an, Muhammed'in çağdaşlarının çoğunun, yeniden
dirilme fikrini gülünç bulduklarını açıkça ifade eder, zira Yeniden Dirilme
fikri insanlar öldüğü zaman ne vuku bulduğunun açık gözlemlemesiyle
çelişmektedir. Bu şüphecilik sık sık Kur'an'da yeterince kaydedilmektedir (örneğin, 13:5; 17:99;
19:66 vd.; 34:7 vd.; 36:78;
37:16). Kur'an bunu, şüpheciliğin soyutlanmış bir
görüş olmadığını açıkça ortaya koymak için yapar. Hiç şüphe yok ki, Muhammed,
bu hayatın ötesinde hiçbir şeyin olmadığına inanan insanlarla çarpışmıştır
(6:29 vd.; 22:5 vd.). Diğer
taraftan, 23:23-44 ayetleri, bunun Muhammed'den önceki peygamberler için de
merkezî bir husus olduğunu açıkça ifade eder. Muhammed'le ilgili yerde,
şüpheciler, şayet bedenler bir araya toplansalar bile, bunun yalnızca
bir tür sihir yoluyla olabileceğini (11:7; cevabı krş.
52:11-16) iddia ederler. Ve onlar, Muhammed'e kendi atalarını tekrar diriltmesi
için meydan okurlar.
Ve onlar derler ki: "Bizim
hayatımız ancak bu dünyada olandır? Ölürüz ve yaşarız ve bizi yok eden şey
zamandır." Ve bunda onların bilgi namına bildikleri bir şey olmayıp sadece
bir tahmindir. Ve bizim açık işaretlerimiz [âyât]
onlara gösterildiği zaman onların delilleri ancak şunu söylemekten başka bir
şey değildir: "Eğer güvenilir iseniz, babalarınızı getirin". De ki:
Size hayat veren, sonra size ölüm veren, daha sonra da Kıyamet günü için sizi
bir araya toplayan Allah'tır. Bunda şüphe yoktur. Fakat insanların çoğu
bilmezler. [45:24-27; krş. Kıyame,
(Yeniden Dirilme) isimli sûrenin (75. sûre) başlangıç ayetleri].
Fakat, yeniden
dirilmeyle ilgili şüphe ve sorular yalnızca bunlardan ibaret değildir. Kur'an aynı zamanda müminler tarafından sorulan sorulara da
göğüs germek durumunda kalmıştır. Örneğin, Allah yolunda öldürülenlerin durumu
nedir?
Allah yolunda öldürülenlere
"onlar ölülerdir" demeyin. Hayır, onlar yaşıyorlar, fakat siz
anlamazsınız. Şüphesiz biz sizi korku, açlıkla ve mal-mülk, hayat ve ürün kaybı
ile imtihan ederiz; fakat sabırlı olanlara, bir belâya uğradıklarında
"şüphesiz, biz Allah'a aidiz ve dönüşümüz O'nadır" diyenlere iyi
haberler ver (2:154-156).
Bundan, ve şehitliğin
tavsiye edildiği bir çok ayetten, Müslümanlar, Allah'ın ve O'nun Elçisinin
gerçekliğine bu nihai tanıklığı yapanlara Cennet'te özellikle imtiyazlı,
Allah'ın Arş'ına en yakın bir yerin verileceği; ve mezarda bu insanların Münker ve Nekir'in
sorgulanmasından muaf tutulacakları (bkz. s. 4)
sonuçlarını çıkarmışlardır. Bu müslümanlar
günahlarının ağırlığından kurtarılmışlardır ve dolayısıyla Muhammed'in
şefaatine (gerçekte, daha sonraki inanca göre, bizzat bu Müslümanların
kendileri şefaatçiler haline gelirler) ihtiyaçları yoktur; ve halihazırda
paklandıkları için gömülmeden önce bedenlerinin yıkanmasına ihtiyaç yoktur;
şehit düştükleri elbiselerle gömülmelidirler. Müslümanların önüne böyle
mükâfatların sürülmesiyle, onların Allah
yolunda ve özellikle cihadda ölümü, şehidlik mertebesini hararetle istemeleri (talebu'ş-Şehâde),
şaşırtıcı değildir. Problems of Sufferring'de19 (ss.130-3) işaret ettiğim
ve tasvir ettiğim gibi, bu şehitliği arama, Muhammed'in ilk üç meşru halefi
(Şia bakış açısından) olan Ali ve onun iki oğlunun öldürülmesi nedeniyle Şia
İslâm'ın da daha da ileri götürülmüştür. İslâm'ı savunma uğruna kan dökme ve
ölümün kabulü son yıllarda daha da belirgin hale gelmiştir.
Bir çok Hadis,
şehit kavramını, Allah'ın arzusunu sabırla kabul etme ve yerine
getirmenin mümkün olduğu diğer hususlara da yaymaktadır (örneğin, üç oğlan
evladın ölümünü sabırla karşılama şehitlik makamına ulaşmak için yeterlidir;
hatta Muhammed, ihtiyaç halinde ikisinin ölümünün bile yeterli olacağını
söylemiştir)20. Nitekim, toplumda veba hastalığının niçin
yayıldığına dair bir soruya Buhari, peygamberin şöyle
cevap verdiğini kaydetmektedir:
Allah
onu dilediğine bir ceza, müminler için ise, bir lütuf kılmıştır. Zira vebanın
bulunduğu yerde kalan ve Allah ne yazmışsa yalnızca onun başına geleceğine
sabır gösteren herhangi bir yerdeki [Allah'ın] herhangi bir kulu, Allah ne
yazmışsa [ölüm dahil olmak üzere] ancak onun gerçekleşeceğine inanmışsa,
şehidin aldığı aynı makamı alacaktır.
Bir başka yerde şehit kategorisi daha da
genişletilmektedir:
Allah'ın
elçisi şöyle demiştir: Allah yolunda öldürülenlerden başka yedi şehit daha
vardır; bunlar, vebadan ölenler, boğulanlar, akciğer veya mide hastalıklarından
ölenler, yanarak ölenler, herhangi bir şey altında kalanlar ve çocuk doğururken
[veya hamileyken] ölen kadınlardır (Malik, Muvatta,
Cenâiz, Bâb: 12, Hadis no:
36. Bu hadis sayfa 21'deki hadisin devamıdır ).
Fakat,
şehadetlerinde olağanüstü bir şekilde
imanlı olanların durumu nedir? Muhtemelen, onlar ölümden tamamıyla hariç
tutulabilirler mi? Bu bizzat Muhammed'in kendisinin üzerine odaklandığı zor bir
meseleydi. Ne de olsa, İsa'ya olan şeyin bu olduğunu Kur'an
belirtmektedir (bkz. s.10):
Allah dedi ki: İsa seni kabul
edeceğim, kendime yükselteceğim ve inkârcılardan [keferû]
seni arındıracağım. Seni takip edenleri kıyamete kadar inkârcılara üstün
kılacağım. İşte o zaman hepiniz bana döndürüleceksiniz ve ihtilafa düştüğünüz
meseleler hakkında aranızda karar vereceğim (3:55).
Şayet bu İsa için
geçerliyse, o halde, daha ziyade (a fortiori)
Muhammed için de geçerli olmaz mı? Açıkça bu, Muhammed hala yaşıyorken
sorulabilecek bir soruydu. Fakat, İbn İshak'ın Siret'inin son
sayfalarından görülebildiği kadarıyla, ilk Müslümanlar için bu ciddi bir
soruydu. Zira, Muhammed'in ölmüş
olması en azından onun yakın takipçileri için rahatsız edici bir gerçekti.
Kur'an
hâlihazırda bu soruyla karşılaşmıştır (Kur'an,
İsa'nın ölümden hariç tutulması gibi, bazı müslümanların
da, Muhammed'in böylece ölümden hariç tutulmasına ciddi bir şekilde
inandıklarını ortaya koymaktadır):
Muhammed sadece bir elçidir. Ondan
önceki elçiler gelip geçmiştir. Şayet o ölür veya öldürülürse, geriye mi
döneceksiniz? Kim geriye dönerse Allah'a hiç bir surette zarar vermez, fakat
Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır. Ve yazılmış bir sürede Allah'ın izni
olmadan bir nefis ölmez (3:144-5).
Neticede mesele, Aişe'den nakledilen bir rivayetle çözülmektedir. Buna göre,
Allah'ın hiçbir peygamberi veya Elçisi seçenek verilmeden ölmez; bu
nedenle Muhammed "yüce sahabiler" e katılacağı anı seçmiştir.
Gerek ümmet
içerisinden gerekse dışardan gelen bütün bu sorulara, Kur'an
devamlı surette büyük yaratma temasını tekrar eder: Zira bütün herşey Allah'tan gelmiş ve yalnızca O'nun iradesinin bir
neticesi olarak varolacaktır; hayatın tasarrufu ve ölüm tamamıyla O'na aittir
(22:5-7, 66). Yeniden dirilme ve hüküm için ruh ile bedenin yeniden birleşmesi
hususunda şüpheye düşenlere, ilk yaratmanın mucizelerini ve harikalarını
göz önüne almaları tavsiye olunmaktadır (56:57-62). İlk yaratmada olduğu gibi
şayet Allah bunu yapabiliyorsa, o halde ölümden sonra da bireyleri bir
araya toplama işine devam etmesi gerçekte dikkat çekici değil midir? 22:5 vd. ayetlerinde ifade edildiği üzere silsile devamlıdır:
Biz insanı balçıktan yarattık, sonra
onu emin bir yere bir meni damlası olarak yerleştirdik; sonra pıhtıyı bir et
parçasına dönüştürdük ve et parçasını da kemiklere dönüştürdük; ve kemikleri
etle giydirdik; sonra onu farklı bir yaratık olarak geliştirdik...
Ve şayet, insanın
doğumu hadisesi mucize olarak yeterli değilse, Kur'an,
yeryüzünün devamlı yenilenmesi veya yağmurun yağışı ile cansız tohumların
devamlı çıkışı hadiselerini düşünmeyi insana önermektedir; ve yine bu, Kur'an'da oldukça yaygın bir konudur:
Rüzgarları gönderen ve bulutları
yükselten Allah'tır; ve biz onları ölü bir bölgeye süreriz ve orada ölümünden
sonra yeryüzüne hayat veririz. Kıyamet günü de böyledir (35:9).
Kur'an'da,
hayattan başlayarak kabir yoluyla yeniden dirilme ve hükme kadar olan süreçle
ilgili detayların çoğu açık olmakla birlikte bu hususlar Hadis'de
daha açıktır. Kur'an'daki kısa bahisler, Hadis'de dikkate değer bir şekilde genişletilmişlerdir.
Nitekim, Kur'an'da ölmek üzere olanları bir araya
toplamaya gelen ölüm meleği tasvir edilmeksizin 32:11 de yalnızca bir kez
zikredilmektedir. Hadis'de ise, hem onun görünümü,
hem de rolü inceden inceye tasvir edilmektedir. Bunlar ve diğer Hadisler
referans zikredilmeksizin Islamic Book of the Dead
'de, ve daha geniş bir şekilde de, yine tam referansları verilmeksizin K. M. Islam'ın The
Spectacle of Death21 isimli eserinde biraraya getirilmişlerdir.
Fakat, Kur'an'ın bir diğer yorumu, yas tutma ve gömme âdetinin
pratik bir yorumu, mevcuttur. Arapça bir kelime olan cenaze veya cinaze, hem cesede ve hem tabuta ve hem de gömme
usûllerine işaret eder. Bütün Hadis külliyatı bu husustaki temel uygulamaları
ve duaları kaydeder (Müslim ve Buhari külliyatları
İngilizce'ye tercüme edilmiştir. Yine İmam-ı Mâlik'in Muvatta'sı
ve seçilmiş Hadislerden oluşan ve daha sonraki döneme ait olan Mişkâtu'l-Mesâbîh
de İngilizce'ye tercüme edilmişlerdir). Her ne kadar bir takım uygulamalar
farklı toplumlarda değişiklik arzediyorsa da, gömme
ve yas tutma âdetleri (yine K. M. Islam'ın The Spectacle of
Death adlı eserinde oldukça geniş bir şekilde
tasvir edilmişlerdir) Kur'an ve Hadis'e dayandırılmış
olmalıdırlar. Kesinlikle önemli olan şey, ceset, mümkün olduğunca çabuk bir
şekilde yıkanmalı ve gömülmelidir. Gömülmenin aynı günde olması tercih edilir,
fakat Worlds of Faith'
de bir müslümanın açıkça belirttiği gibi, ölü sekiz
saatten daha geç gömülmemelidir:
Erkek veya kadın bir Müslüman
öldüğünde onu acilen saklamalıyız. Onu saklamalıyız: Yani mümkün olduğu kadar
çabuk bir şekilde onu mezara göndermeliyiz. Dolayısıyla ruh, bedenden
ayrıldığında cesedi eve getiririz. Ülkemizde kişi öldüğünde onu yıkamak ve son
ibadet olan cenaze namazına almak için gerekli düzenlemeleri acilen yapmaya
çalışırız; ve toplanabildiği kadar Müslüman bir araya gelir; Müslümanlar onun
cenazesi için bir araya gelmeye çalışırlar. Ve daha sonra ölünün son duasını
yapar ve yüzü Mekke'ye gelecek şekilde mezara gömeriz. Cenaze dualarını
(namazını) idare edecek kişi imam olmalıdır. Fakat, o esnada imam mevcut
değilse, herhangi bir kişi, onun yerini alabilir (s.247).
Cesede saygı duyulmalıdır; zira, Kıyamet
Günü o eski haline iade edilecektir. Aişe, bir
Müslüman cesedinin bir kemiğini kırmanın, hâlâ canlı durumda olan birisinin
kemiğini kırmak kadar kötü olduğunu söylemiştir (Malik, Muvatta,
Cenâiz, Bâb, 15, Hds no. 45). Gömmeye kadar tabuta eşlik etmek büyük bir
faziletli davranış olduğundan buna saygı gösterilmelidir. Aynı zamanda, hastayı
ziyaret etmek de faziletli bir davranıştır. Ölüye dualar okunmalı ve özellikle
de dört tekbir (Allah'ın büyüklüğünün ilânları) getirilmeli ve şayet mümkünse, Kur'an'ın tamamı okunmalı veya en azından Muhammed'in bir
ölü üzerine okumuş olduğu (Avf b. Mâlik tarafından
rivayet edilen) dua okunmalıdır:
Allah'ın elçisi, bir cenazede dua
etti ve ben onun bu yakarışının bir kısmını ezberledim. O şöyle diyordu:
"Ey Allahım! Onu affet, ona rahmet göster, onu emin
kıl, onu bağışla; ona izzet ve geniş bir mekan ver; onu su, kar ve buzla yıka.
Beyaz elbiseyi kirden arındırdığın gibi onu da günahlardan arındır. Ona mevcut
mekanından daha iyi bir mekan, mevcut ailesinden daha iyi bir aile ve mevcut
eşinden daha iyi bir eş ver. Onun cennete girmesine sebep ol, ve onu mezardaki
imtihandan ve cehennemdeki cezadan muhafaza buyur". Bir diğer rivayette de
şöyledir: "Ve onu mezardaki imtihandan ve cehennemdeki cezadan koru".
O [Avf b. Mâlik], o ölü adam olmayı arzuladığını
sözlerini ekledi (Müslim, Kitâbu'l Cenâiz, Bâb, 26, Hds No. 85).
Yas tutma, aşırı olmamalıdır. Câbir b. Atik'e göre, Muhammed, ölüm anına kadar yas
tutmaya izin vermiştir. Muhammed, Abdullah b. Sabit'i ciddi bir şekilde hasta
iken ziyaret etti ve Abdullah ona hiç bir karşılık vermediği zaman şöyle
söyledi: "Muhakkak ki biz, Allah'a aidiz ve mutlak surette dönüşümüz
O'nadır" (2:156). Kadınlar ağlamaya başladığı zaman Câbir,
onları susturmaya çalışmış, fakat, Muhammed şöyle demiştir: "Bırak, şimdi
ağlasınlar, zamanı gelince hiçbiri ağlamayacak". Câbir,
"zamanı gelince" den ne kastettiğini sorduğu zaman, Muhammed şöyle
cevap verdi: "Ölüm vuku bulunca" Müslim, Cenâiz,
Bâb 12, Hds. no. 36).
İslâm'da ağlamanın ölüleri mezarda rahatsız edeceğine dair köklü bir gelenek
vardır22 --ki, "mezardaki müddet" hakkında
söz konusu Müslüman inançları mevcut olunca, bunun böyle olması açıkça
mümkündür. Worlds of Faith'de bu durum, bir Müslüman
tarafından mahirane bir şekilde şöyle ifade
edilmiştir:
Müslümanlar
ölünce ağlamamalıyız. İnsanlar, ağlamaktan kendilerini alamazlar, zira bu
kontrol edemeyeceğimiz bir şeydir. Fakat
ağlamamalıyız, zira, şayet ağlarsak --şu anda bize ölü olan kişi
Allah'a ölü değildir--. Dolayısıyla kişiyi hemen
gömmeye çalışırız, çünkü ağlamak ona eza verir: O, insanların kendisi için
ağladığını işitebilir. Bu sebeple biz, onun kendi iyiliği için onu acele olarak
gömmeye çalışırız (s.248).
Gerçekte yasak olan şey aşırı ağlamadır. Zira
bu, yaratmada Allah'ın tarzının ve iradesinin kabulüne tezat teşkil eder.
Nitekim, Muhammed'in şöyle dediği rivayet edilir: "Cahiliyye
[İslâm'ın gelişinden önceki cahillik dönemi]'de insanların yaptığı gibi
yanaklarına vuran, elbiselerinin önünü yırtan ve yas tutan bizden
değildir" (Buhari, Cenâiz, 35, 38,
39, Menâkıb, 8; Müslim, İman, 175; Tirmizi, Cenâiz, 22; Nesâi, Cenâiz, 17, 19, 21;
İbn Mâce, Cenâiz, 52). Yas tutma (niyâha) yı yasaklayan Hadis ile, peygamberin ağzından kasden yalan hadis uyduranı cehenneme koyan Hadis, İslâm'da
mütevâtir hadislerdir (Buhari, İlim,
38, Cenâiz, 33, Enbiyâ, 50, Edeb, 109; Müslim, Zühd,
72; Ebu Davud, İlim,
4; Tirmîzî, Fiten,
70, İlim, 8, Menâkıb, 19; İbn Mâce, Mukaddime, 4). Çok saygı gören bu Hadisler hakkında, Juynboll23
şöyle demektedir: "Hemen hemen bir kutsallık
ruhundan (an aura of holiness)
bahsedilebilir". Ancak paradoks / çelişki tamamıyla Juynboll'un
gözlemlediği gibidir: "Her ne kadar bu âdet [niyâha]
şu veya bu şekilde, pratikte bütün İslâm dünyasında mevcutsa da, bunun resmen
yasaklandığına dair peygambere ve muhtelif önemli çağdaşlarına atfedilen bir
çok rivayetler vardır" (Juynboll, Muslim Tradition,
s.96). Bu, İslâm'ın tezahürü olan bir yerel örf kaplaması veya renklemesidir, Granqvist'in24
Ürdün'ün bir köyünde şahit olduğu bir Müslümanın
ölümü ve gömülmesinin tasviri, tamamıyla gerçekte yapılanla resmî dinin müsaade
ettiği şey arasındaki gerginliği kaydeder.
Genelde bu sebeple, Müslüman ölüm anlayışı,
daha önce bu kitapta keşif için ortaya konmuş olan bir çok ölüm açıklamalarına
zıtlık arzeder. Bu sebeple, İslâm, kesinlikle liminality'25nin önemini temsil ediyor olmalıdır. Bütün büyük dinler
arasında İslâm, geçici bir merhale olan mezardaki süreyi tasvir etmede en
belirgin ve lâfzî olandır. Ancak, İslâm, geçiş
döneminde olanların son hallerine geçişlerine
yardımcı olacak usûlleri kesinlikle temin etmemektedir. Gerçekte tamamıyla
zıddı mevcuttur; herhangi bir "müdahale" kaderi veya Allah'ın
son belirlemesini engelleyecektir. Bu, bizzat kendi kaynaklarından ve kendi
konusuna verdiği dikkatten, teolojinin, değişmekte olan geleneksel
davranışlarda gayet iyi tesis edildiği görülen zıtlıkları inşa edebileceğine
bir işarettir; diğer taraftan, halk dini (folk-religion)
açıkça resmî dinin uygun görmediği davranışları muhafaza eder.
İslâm, başlangıçta
ileri sürülen bir temel noktaya da zıtlık arzediyor
görünmektedir: Bu noktaya göre, önceki tarihlerinde dinler, ölümün anlam ve
önemini, hayat ve ölüm hakkındaki spekülasyonlardan ziyade kurban vasıtasıyla
keşfeder. Fakat, açıkça Kur'an, cennet ve cehennem
haritasının ve ikincinin değil, birincinin kesin bir şekilde nasıl elde
edilebileceği hususunda olağanüstü bir şekilde belirgin ve lâfzîdir.
Fakat bu, İslâm'ın ilk değil, son bir dinî gelenek (Musevî-Hıristiyan / the Judaeo-Christian)
şekli olmasından dolayı şaşırtıcı değildir. Netice olarak, önceleri tecrübî ve farklı olan (ölümün ötesinde Allah'la hayatın
devamlılığının nasıl olacağının detayını çalışmak suretiyle) şu anda âşikâr
hâle gelmiştir. Bu, şu demektir: Yahudiler ve Hıristiyanlar (bazıları hariç)
bir takım belirli cennet ve cehennem tasvirlerini yükseliş ve düşüşü takip
edilebilen kavramsal olaylar olarak görebilirlerken, Müslümanlar böyle
görmemektedirler: Onlar için, cennet ve cehennem tasvirleri, kavramsal olaylar
değildirler, hatta onlar kavram bile olmayıp gerçekliği eskatolojik
olarak doğrulanacak yerler ve durumlardır. Kur'an,
her ne kadar o dili kullanmasa da sık sık bizi
uyarmaktadır:
Aksine kurban konusu
zayıflamış, veya muhtemelen daha doğru
bir deyişle şeklîleştirilmiştir. Cömertlik açısından zekâtın çok ötesinde olan,
kişinin bizzat kendi hayatını sunması, içinde "canlı kurban"
konusunun gündemde tutulabileceği bir açık tarzdır. "Allah'a ulaşan
onların ne etleri ne de kanlarıdır, fakat ona ulaşan sizin takvanızdır"
(22:37). İslâm, kurbanı hakiki bir dinî görev olarak muhafaza eder. Ancak, bu
dinî görev belirli ve sınırlı durum ve şartlara --özellikle, Mekke'ye hac
esnasında ve Kurban Bayramı'nda-- hasredilmiştir (bir kişi ve bir ev halkı
için, bir keçi veya koyun; yedi kişiye kadar için ise bir inek veya bir deve).
Fakat, böyle bir kurban, ölüm anlayışına uygulanmamaktadır. Kurban, bir müslümanın yerine getirdiğinde korkusuzca ölüme
yaklaşmasına imkan veren vazifeler içerisinde kabul edilir.
Bunun içindir
ki, Batı dini, tarihi ve geleneğinde,
İslâm'ın ölüm anlayışı en aşırı şeklîleşmeyi temsil eder. Yahudilik ve
Hıristiyanlıktaki (ve Hıristiyanlıktan türeyen ayrılıkçı gruplarda) daha
sonraki gelişmeler detaylarının formalitesinde ve cennet-cehennem tesirlerinin lafzîliğinde İslâm'a rakip olmuşlardır. Fakat, Yahudilikte
ve Hıristiyanlıkta bir araya toplanan detayların çoğunun, resimsel ve hayali
bir egzersiz olduğu ve (en azından kendi görüşlerinde) inancı terk etmeden,
terk edilebilecek hayali bir alıştırma olduğunu kabullenmek bireyler için
mümkün olmuştur. Hâlâ devam eden bir süreç olan bir gelenek harmanlanması
mevcuttur. Bu süreç, İslâm'da, vahiy olarak Kur'an'ın
statüsü nedeniyle daha problemli --ve kesinlikle daha şüpheli-- dir.
Bu sebeple, biz bu
birbirine bağlı üç Batı dininde Marx, Freud ve diğer
bir çoklarının, ölümün dinî keşifleri hakkında yapmış oldukları noktalara doğru
bir tarihi hareket görebiliyoruz: İnançlar daha lâfzî
hale geldikçe, kişinin akıllı nedenler için tavırlarını değiştirmeye olan
çabası da daha aşikâr hale gelmektedir. Nitekim, açık bir örnek olarak
(hâlihazırda kendisine atıfta bulunulan) K. M. Islam'ın
Spectacle of Death
isimli kitabı şöyle başlar:
R a h m a n v e R
a h i m o l a n A l l a h ' ı
n a d ı y l a.
DİKKAT
Ölümü, en büyük zalimlerin
ve en güçlü insanların tepesine indiren ve onların boyunlarını buran; ve büyük
kralların bel kemiklerinin kıran; dev sürülerin ve hazinelerin sahiplerinin
hayatlarına bir son vermek suretiyle ümitlerini ve arzularını söndüren Allah,
ancak bütün Övgüye mazhardır. Fakat, Yüce Allah'ın
vaadi (ölüm anı) gerçekleştiğinde onlar bir çukura atılırlar ve yüksek
saraylarından yeryüzünün derinliklerine devrilirler. Elektrik ışıklarının
parıltısı ve göz kamaştırılıcığı altında, yumuşak
yataklarından kaldırılırlar ve mezarın karanlığına fırlatılırlar. Onlar,
solucanlara ve böceklere verildiklerinde köleleri ve hizmetçileriyle
oynaştaydılar; yeme ve içmenin zevklerini alma yerine tozda yuvarlanıyorlardı
ve onlar arkadaşlarının cünbüş alemlerinde eğlenme
yerine vahşilik içerisinde yalnız mahkumlar haline geldiler (s.III).
Bunun bir neticesi olarak,
İslâm, Kur'an'ın dilini iğreti / geçici, yaklaşık
veya tashih edilebilir bir şekilde olan her hangi bir yorumlama teşebbüsünü
zorunlu olarak reddetmelidir --her ne kadar Kur'an'daki
dilin çoğunluğunun kıyasî veya mecazî olarak
yorumlandığı gerçeğini ilk dönemlerindeki büyük karmaşalardan sonra kabul etmek
gerekse de (Bir Müslüman için bile, Allah bir taht üzerinde uzaysal olarak
oturmaktadır). Bununla beraber, diğer büyük dinlerin tersine, İslâm, ölümün
ötesinde insan canlarının nihai neticesinin lâfzî ve
hatasız bir tasviri üzerine dayanmaktadır. Hinduizm'in dinî tasavvuru ise çok
farklıdır.
ÇEVİRENLERİN NOTLARI
* Tercüme ve tenkidini sunduğumuz bu çalışma, John Bowker'in The Meaning of Death (Cambridge,
1993) isimli eserinin "Islam" (ss.102-128) adlı bölümünden alınmıştır. Kitaptaki başlık Islam olmasına rağmen biz kitabın başlığıyla
uygunluk arzetmesi için kendi başlığımızı İslâm'da
Ölüm Anlayışı olarak isimlendirdik.
1- Yazar Bowker,
İslâm'da ölüm anlayışını ortaya koymak için kaleme aldığı bu bölümde, temelde
ölümle ilgili olarak Kur'ân âyetlerini ve Hz. Peygamber'den rivayet edilen hadisleri bie incelemeye tabi tutmaktadır. Bunun sebebi de İslâm'daki
ölüm anlayışının, öncelikle Kur'ân âyetlerinin ve
sonra da hadislerin yorumlanmasıyla oluşmasıdır. Örf de zaman zaman işe karışmıştır. Özellikle ölümün mezara konulması
ile ilgili işlemlerde belirgin bir şekilde özgün etkilerini bulmak mümkündür.
İslâm ülkelerinde bu bağlamda farklı anlayışlar ve uygulamalar mevcuttur.
2- Bir hususu belirtmekte fayda
görüyoruz. Yazarın makalede vermiş olduğu Kur'ân'ı
Kerim ayet numaralarının neredeyse tamamına yakını, elimizdeki standart Kur'ân-ı Kerim ayetleri ile uyuşmamaktadır. Biz bütün bu
ayetleri tek tek kontrol ederek düzelttik. Ancak,
yazının orjinalliğini korumak amacıyla yazarın
âyetlere vermiş olduğu manâları olduğu gibi tercüme etmeye gayret gösterdik.
Bunu yaparken, yazarın âyetleri nasıl anladığını ve yorumladığını olduğu gibi
okuyucuya göstermek istedik. Bir diğer husus ise; yazarın kullanmış olduğu
hadisleri kaynaklarına giderek bulduk. Dolayısıyla hadislerle ilgili kaynaklar
tarafımızdan konulmuştur. Yazarın bu yazıda hiç dipnot kullanmadığını; yazı
içindeki dipnotların bize ait olduğunu da belirtmek isteriz.
3-
Bowker'in ölümün kaynağını şeytanın
"vesvese"si ile ayartılıp yasak meyveyi yiyen Âdem ile Havvâ'nın bu
suçuna götürmüş olması ilginçtir. Şurası bir gerçektir ki, Allah'ın insanlar
için ölümü bu suçun neticesinde bir ceza olarak takdir edip etmediği kesin
olmayan bir şeydir. Ancak, insanoğlu için ölümü ezelde takdir etmiştir. Buna
göre, bu suç işlenmeden önce de ölüm insanoğlu için mukadderdi. İnsanoğlunun
tam bir imtihandan geçirilebilmesi için ölüm gerekli idi: "O (öyle Yüce
Allah) ki, hanginizin daha güzel davranışınızı sınamak için ölümü ve hayatı
yaratmıştır. O mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır" (67/Mülk:2).
Dolayısıyla, ölüm de hayatla birlikte yaratılmıştır. Kanaatimizce, ölümün
kaynağı işlenen bu suç değildir. Ancak Allah, bu suçun ardından ilk defa olarak
kullarına ölümden bahsetmiştir, bu doğrudur: "Orada yaşayacaksınız, orada
öleceksiniz ve oradan (diriltilip) çıkarılacaksınız" (7/Â'râf:25).
4- Yazarın bu tesbiti
doğrudur. Ölümün bizzat kendisi müminler için bir ceza değildir. Aksine ölüm,
ebedî hayata ve mükâfata ulaşmak için bir kapıdır. Böyle inanılınca, ölümü
arzulamak, özellikle savaşlarda bir an önce şehid
düşmeyi istemek kaçınılmaz tabiî bir netice olmuştur. Ne var ki, Hz. Peygamber Müslümanlara ölümü arzu etmemelerini tenbihlemiştir. Bunun sebebi de, şayet kişi iyilerden biri
ise, iyilikleri artmaya devam etsin; şayet kötülerden ise, kötülüklerden bir an
önce vazgeçip tevbe etsin, iyi amellerde
bulunsun, diyedir (Bu hadis için bkz. Ahmed b. Hanbel,
Müsned, c.4, s.339; Buhârî,
Sahîh, Temennî, 6, c.8, s.130). Hayat süresinin sınırı ölümdür. İnsan
ölünceye kadar bir deneme ve imtihandadır. Bu sûre içerisinde iyi veya kötü
amel işlemek tamamen kendi hür iradesindedir. "Ne yapalım kaderim
böyleymiş" gibi aldatmaca bir mazeret haklı değildir, yersizdir. Allah
katında hiç bir değeri yoktur.
5- J.W. Bowker,
Worlds of Faith: Religious Belief and Practice in Britain Today, London, Ariel, 1983.
6- Mişkâtü'l-Mesâbîh, el-Hatib et-Tebrizî
(ö.737/1337)'ye aittir. Bu eser, el-Beğâvî
(ö.516/1122)'nin Mesâbihu's-Sünne isimli eserini esas almakla birlikte, başka
eserlerden de bir kısım hadisleri bünyesinde toplamıştır. Meşhur bir eserdir. (Bkz. Ali Yardım, Hadis II, D.E.Ü.İ.F. Yay., İzmir,
1984, s.108).
7- Bu bağlamdaki âyetler şunlardır:
2/Bakara: 34; 7/Â'raf: 11-12; 15/Hicr:
31-33; 17/İsrâ: 61; 18/Kehf:
50; 20/Tâhâ: 116; 38/Sa'd:
74-76.
8- İncil'e göre, Allah bütün hayatın
yaratıcısı ve Ayakta Tutanı'dır. Eski Ahid'in ilk
günlerinden itibaren bu yaratıcı ve Ayakta Tutucu faaliyeti olarak telâkkî edilmiştir.
İnsanın burun deliklerine Allah'ın "nefes vermesi / üflemesi"
suretiyle, insan "hayat nefesi"ni alır. Böylece insan, yaşayan bir
varlık haline gelir (Bkz. Stephen
Neill, John Goodwin, Arthur Dowle, Concise
Dictionary of the Bible, London, 1967, s.45 [Breath/Breathe mad.])
9- Burada ölüm ve uyku halinde ruhun
bedenden çıkması ile ilgili olarak, konuya biraz daha açıklık kazandırmak için
Süleyman Ateş'in Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri
isimli Kur'an tefsirine müracaatı uygun gördük: 6:60
ve 39:42 ayetlerde geçen "yeteveffâ"
muzari kelimesinin masdarı
olan teveffî, can almak, bir şeyi tam almak
demektir. Bu ayetlerin anlamlarına göre, insan her ne kadar o esnada bir cana
sahipse de, canın özü olan bilinci kaybetmiştir. Bir diğer tabirle, uyku
esnasında insan, bilincini kaybeder, tamamen şuursuz hale gelir. Arapların
uykuya "küçük ölüm", ölüme de "büyük ölüm" dedikleri göz
önüne alınırsa, uykunun da bir çeşit ölüm olarak kabul edildiği görülecektir.
Ölüm anında da, uyku halinde de canları bedenden alan Allah, ölenin ruhunu bir
daha geri göndermez, yanında alıkoyar; uykuda olanın ruhunu ise, uyanınca geri
döndürür. Bilincin döndüğü beden de normal hayata döner. Ateş'in Hz.Ali'den naklettiği şu cümle konuyu daha da açık hale
getirmektedir: "Uyku halinde ruh çıkar, fakat ışığı bedende kalır. İşte
onunla insan rüya görür. Uykudan uyanınca, ruh, 'an' dan daha kısa bir süre
içinde bedene döner." (Daha geniş bilgi için bkz.
S. Ateş, a.g.e., c.3, s.159 vd.; c.8,s.17 vd.)
10- Burada, Hind-Orta
Asya kültüründen, o bölgede yayılmış olan Maniehizm
ve Şamanizm gibi bir takım bâtıl dinlerden İslâm kültürüne geçen bazı
unsurların mevcut olabileceğini de kaydetmek durumundayız. Hadis âlimlerinin küçünsenemeyecek bir miktarının Orta Asya bölgesinde
yetiştikleri bilinen bir husustur. Önceki din ve kültürlerine dair bir takım
hususları İslâm'a sokmaya uğraşanların sadece Araplar, Yahudiler ve
Hıristiyanlar olmadığı, İslâm dairesi içine girmiş Türkler, Hindliler
gibi bir takım milletlerin içerisinde de bu yola başvuranlar olabileceği gözden
uzak tutulmamalıdır. Bu konuya bir misâl olmak üzere Altaylılar ve diğer Şamanist Türklerin öldükten sonra iyi ruhların çoğunlukta
kuş şekline girdiklerine dair bir inançları olduğunu kaydetmek durumundayız (A.
İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm, Ank: 1972,
s.83; İ.Kafesoğlu, Eski Türk Dini, Ank: 1980, s.31). Cahiliyye
Araplarında da, ölen bir insanın ruhunun kuşa dönüştüğüne inanılır ve bu kuşa Hâme kuşu denilirdi (Ebu Dâvud, Tıb, 24/3915).
Hadislerde bu cahiliyye inancı reddedilmiştir (Buhari, Tıb, 19, 25, 45,
53; Müslim, Selâm, 101-103, 106, 114).
Cenâb-ı Hak insanı en güzel bir sûrette, en güzel bir vücud yapısında yaratmıştır (95/Tîn, 4). Bu açıdan, insanın
sahip olduğu beden yapısı, yeryüzünde mevcut tüm canlılardan daha güzel ve daha
mükemmeldir. İnsan, Allah'ın yeryüzündeki halifesidir (2/Bakara, 30). Bu yüzden
kuşların ya da diğer canlıların insana bir üstünlüğü söz konusu değildir,
aksine tüm canlılar onun tasarrufuna verilmiştir. Bu hususlar dikkate
alındığında, şehidlerin veya diğer insanların vefat
ettiklerinde ruhlarının, dünyadayken kendisinden daha alt seviyede olan kuşlar
vb. varlıkların şekline gireceğini kabul etmek pek uygun düşmüyor. Onu en güzel
bir surette yaratan Cenâb-ı Hakk'ın
halifesi kıldığı bu kıymetli varlığı ölümünden sonra da beden ve ruh açısından
en güzel bir surette yaratacağına hiç şüphe yoktur. Tenâsüh inancını İslâm'la
bağdaştırma gayretlerinin görüldüğü günümüzde, bu fikri çağrıştırdığı imajını
veren yukardaki rivayetlerin âlimlerimiz tarafından
değerlendirilmesinin yerinde olacağı kanaatindeyiz (Bkz.:
Ali Osman Ateş, "Günümüzde Hadislerin Değerlendirilmesinde Göz Önüne
Alınması Gereken Bazı Hususlar ve Hadisin Geleceği İle İlgili Bazı
Düşünceler". Hadisin Dünü, Bugünü ve Yarını Sempozyumu Tebliği,
Samsun, 1993, s.11-12).
11- Yeremya
(Jeremiah) ve Hezekial (Ezekiel): Eski Ahid'de
kendilerinden bahsedilen Eski Ahid içerisinde
kendilerine birer kitab ayrılmış büyük Yahudi
peygamberleridirler. İkisi de, aynı çağda yaşamışlardır. Bunlardan özellikle Hezekiel'in vaazları ve gayretleri Yahudi ırkının dininin
ve mâbedinin nihai olarak restorasyonunu ve zaferini amaçlıyordu. Yeremya ise, kırk yıl devamlı surette peygamberlik
görevinde bulunmuş ve o da Yahudi halkının dinî ve siyasî durumunu daha iyi bir
şekle sokmak için gayret göstermiştir. Yeremya
(hikayeye göre), Mısır'da taşlanarak öldürülmüştür (bkz.
E. Royston Pike, Encyclopaedia
of Religion and Religions, London, 1951,
""Ezekiel" ve "Jeremiah" mad.).
12- Atonement:
Hıristiyan kelâmında, Hz. İsa'nın kurtarıcı gayretleri
sayesinde insanoğlunun günahkârlıktan (aslî günahtan) kurtularak Tanrı'yla
yeniden bütünleşmesi, O'na kavuşması anlamına gelir. Kilise, Hz. İsa'nın insanlığın günahı için verilmiş bir fidye ve
kefâret olduğuna inanır. Burada sözü edilen günah olmayıp, Hz.
Adem'in yasaklanmış ağaca yaklaşmasıyla ortaya çıkan ve onun soyundan gelen
bütün insanlığa intikal eden aslî günahtır. Hıristiyan kelâmına göre, böyle bir
günah sonucunda Tanrı'dan ayrılmış insanoğlu, ancak Hz.
İsa'nın kefâretiyle yeniden Tanrı'yla arasını düzeltebilmiştir (Bkz. E. Royston Pike (Editör), Encyclopedia of Religion
and Religions, London, 1951, s.36-37).
W.M.Watt, Günümüzde İslâm ve Hıristiyanlık adlı
eserinde bu konuda şunları söylemektedir: Hz. İsa'nın
çarmıha gerilmesi ve yeniden dirilişiyle ulaşılan "mağfiret"e ya da
onun dünyayı "kurtaracağı" konusuna gelince, bu konuda tek bir hıristiyan anlayışı yoktur. Yeni Ahit'te bir çok farklı
ifadeler bulunmaktadır.
Bir
melek Yusuf'a Meryem'in oğlunun "kendi ümmetini günahlarından
kurtaracağını" söyler (Matta 1.21). Aynı şekilde, Paul; "İsa Mesih'in
günahkârları kurtarmak için dünyaya geldiğini" yazar (I. Timoteosa 1. 15). Bizzat Hz.
İsa'nın, "Dünyaya hükmetmek için değil, dünyayı kurtarmak için
geldim" dediği kaydedilir (Yuhanna 12. 47). Çoğu
zaman ondan "kurtarıcı" olarak söz edilir ve "kurtuluşun"
onun bizzat kendisi ya da "isminin" (Rasullerin
İşleri 4.12) aracılığıyla gerçekleşeceği söylenir. Kullanılan başka bir deyim
de "kefaret"tir ki bu bir kimseyi kölelikten kurtarmayı akla
getirmektedir. Hz. İsa'ya "kurtarıcı" denir
ve Paul "onun (İsa'nın) kanı ile kurtuluşa ve günahların affına malik
olduğumuzu" söyler. Bu arada, başka bir kavram da "Tanrı'nın İsa'da
dünyayı kendisine barıştırıyor olduğudur" (II. Korintoslulara
5. 19).
Burada
zikredilebilecek daha başka âyet ve ifadeler de vardır; fakat bunları vermek
anlamsız olur; zira hepsi de yoruma muhtaçtır ve yorumlarla ilgili olarak hıristiyanlar arasında hiçbir anlaşma da yoktur. Hz. İsa'nın başarısının (ya da onun bizim adımıza elde
ettiği kurtuluşun) oldukça farklı bir izah şekli yukarıda verilmiş olan
açıklama tarzıdır; yani kötülüğün sevgiyle ortadan kaldırılacağı ilkesini ta
derinden kavramış ve bunu sonuna kadar yaşamak suretiyle o, takipçilerine ilahî
âlemi (theiosphere) açmıştır (W.M.Watt,
Günümüzde İslâm ve Hıristiyanlık, Çev. Turan
Koç, s.214-5).
13- Hanok
(Enoch) ve İlya (Elijah): Hanok, ilk Yahudi
Patriklerinden birisi olup, Kitâb-ı Mukaddes'in 5.
Bâbının 21. ayetinde, kendisinin Allah'la birlikte yürüdüğü, gözden kaybolduğu,
zira Allah'ın onu yanına aldığı zikredilmektedir. Yine İlya
da, Eski Ahid'de Tişbeli İlya olarak geçmektedir. O da bir
Yahudi peygamberidir. Allah'ın onu da yanına aldığı zikredilmektedir (Kitâb-ı Mukaddes, "İkinci Krallar"
kitabı, Bâb, 2, Ayet, 11).
Yazar,
İsa'nın semaya yükselmesi ile mukayese etmekte ve kapalı bir şekilde de olsa
İslâm'daki bu inancın, zikrettiğimiz Yahudi inancından etkilenmiş olabileceğini
imâ etmektedir. Bu iki Yahudi Peygamberi hakkında geniş bilgi için bkz. E. Royston Pike, a.g.e.,
"Enonch" ve "Elijah"
mad.
14- Bu konuda, W.M. Watt,
Günümüzde İslâm ve Hıristiyanlık isimli eserinde şunları söylemektedir:
"Yeni tarih yazımı ölçülerine göre Hz. İsa'nın
çarmıha gerilmesi --denebilirse-- Hz. Muhammed'in 610
yılı dolaylarında Mekke'de İslâm dinini tebliğ etmesi olgusu kadar kesin,
geçmiş tarihin en şüphe götürmez olaylarından biridir (yeterli dayanaktan
yoksun olsa da son zamanlarda yazılmış bazı kitaplarda bu olgu açıkça inkâr
edilmekteydi). Çarmıha gerilme olayı, her ne kadar Kur'ân
tarafından yalanlanıyor görünse de, (4:157-159) ayetlere tarafsız bir gözle
bakıldığında, bu durum, genel olarak müslümanlarca
sanıldığı kadar kesin değildir. Bu ayet onu Yahudilerin "öldürmediğini,
çarmıha germediğini" söylüyor ki bu, yargılanması Yahudi mahkemesinde
yapılmasına rağmen, çarmıha germe işini yapanların Yahudiler değil de,
Romalılar olduğu anlamında doğru olmaktadır. Aynı şekilde, Yahudi iddialarından
zımnen anlaşılan, yani onların Hz. İsa'ya ve yolunda
gidenlere galip gelmesinin, sonradan tarihin gösterdiği gibi, bütünüyle asılsız
olduğu da doğrudur. Ayrıca, "Şübbihe lehum", 'onlara öyle gösterildi' ifadesi vardır ki,
bunun Hıristiyan öğretisine hiç de zıt olmayan farklı bir çok yorumu
yapılabilmektedir. Bazı Müslümanlar burada, erinde gecinde
çözmeye çalışmak zorunda kalacakları bir problem olduğunu kavramaya
başlamışlardır. Bu konuda Mahmud Eyyub
tarafından "The Death
of Jesus, Reality or Delusion" (İsa'nın Ölümü,
Hayal mi Gerçek mi?) adlı makalede ilginç bir çalışma yapılmıştır." (W.M. Watt, Günümüzde İslâm ve Hıristiyanlık, Çev. T. Koç, s. 213-4).
15- Dosetizm
(Docetism veya Doceticism),
kilisenin ilk dönemlerinde formüle edilmiş bir doktrin olmaktan çok, Hz. İsa'nın ve bütün insanlığın çektiği acıları,
sıkıntıları gerçek olmaktan öte sadece bir görünüş olarak kabul eden bir
düşüncedir. Dosetikleri göre, İsa gerçekte maddî bir
varlık değil, sadece insanmış gibi görünen bir varlıktır. Yine onlar, İsa'yı
insan görünümün altına saklanmış Allah'ın geçici bir sureti olarak görürler.
İsa'nın çarmıha gerilmeden önce ölümden mucizevî bir şekilde kurtulduğunu,
çarmıhtan önce Judas Iscariot
veya Cyrene'li Simon'la yer
değiştirdiğine inanırlar (Bkz. The
History of Christianity,
(A Lion Handbook), Oxford, 1990, s.99, 113; E.A. Livingstone,
The Concise Oxford Dictionary of the Christian Church,
Oxford, 1980, s.156).
16- Kitâb-ı
Mukaddes'in Luka Kitabı'nın 20 ve devamındaki
ayetlerde Lazar isminde bir fakirle İbrahim'in
hikayesi zikredilmektedir. Burada Lazar, vücudu
yaralarla dolu ve bir zengin adamın sofrasından düşen kırıntılarla beslenen bir
fakir olarak tasvir edilmektedir. Sonuçta, fakir ölür ve melekler tarafından
İbrahim'in kucağına götürülür. Bu arada zengin adam da ölür ve cehenneme gider.
Zengin adam bu ölüler diyarında azap çeker bir haldeyken İbrahim'i ve
kucağındaki Lazar'ı görür, feryad
içerisinde onlara uzaktan şöyle seslenir: "Ey İbrahim Baba! Bana acı, Lazar'ı gönder de, parmağının ucunu suya batırsın, benim
dilimi serinletsin; zira ben bu alevde azap çekiyorum". Fakat, İbrahim şu
karşılığı verir: "Ey Oğul! Sen yaşarken iyi şeylerini aldığınız ve Lazar'ı aynı surette kötü şeyler yaptınız; fakat o şimdi
burada teselli ediliyor ve sen orada azap çekiyorsun". Bunların hepsinden
başka, buradan size geçmek istiyenler
geçemesinler ve oradan bize hiç kimse geçmesin diye, sizinle bizim aramıza büyük bir çukur
konulmuştur. Yine burada yazar, Hıristiyan inancındaki iyilerle kötüler arasına
konulan çukuru, Müslüman inancındaki iyilerle kötüler, yani cennettekiler ile
cehennemdekiler, arasına konan duvarı/engeli/perdeyi mukayese etmektedir.
17- Quasem,
M.A., Salvation of the
Soul and Islamic Devotions, London, Routledge and Kegan Parl,
1983.
18- Sabat
(Shabbat/Sabbath) Günü:
Yahudi inancına göre, haftanın 7. günü olup, Yahudiler için, cuma akşamı
güneşin batmasından önce başlayıp cumartesi akşam karanlığında sona eren bir
dinlenme günüdür. Yahudi için Sabat günü, Yahudi
hayatının bütün yapısını birbirine bağlayan kilit taşıdır. Bugün, Allah'ın
Yahudi halkına eğlence olarak verdiği değerli bir hediyedir ve o gün bütün
günlerin kraliçesidir. Sabat günü, sadece çalışmaya
ara verme günü olmayıp üç yönlü bir kutsal gündür. Bunlar, o günün bir dinlenme
günü (yom menuhah), bir kutsallık günü (yom
kedushah) ve bir eğlence günü (yom taanug) olmasıdır. Bu üç yönden her hangi birisi
gözetilmezse o bir Yahudi Sabat'ı değildir. Sabat günü, Yahudiye, Allah'ın
evrenin yaratıcısı ve hükümdarı olduğunu ve o günde Allah'ın İsrail halkını
esaretten hürriyete ulaştırdığını hatırlatır. O günün gereklerinin yerine
getirilmesi Allah ile Yahudi halkının arasındaki anlaşmanın haftalık bir
yenilemesidir (Daha geniş bilgi için bkz. Rabbi Harry A. Cohen, A Basic Jewish Encyclopedia,
Hartford, U.S.A., 1965, s.34-35).
19- Bu, J.W. Bowker'in
Problems of Sufferring
in Religious of the World (Cambridge University Press, 1982) isimli kitabıdır.
20- Buharî'de, Kitâbu'l-Cenâiz bahsinde Enes b. Malik
tarafından Hz. Peygamberden şu hadis (no.12) rivayet
edilmektedir: "Henüz ergenlik çağına ulaşmadan üç çocuğu ölen insanlardan
hiç bir Müslüman yoktur ki, illâ Allah o Müslümanı,
bu çocuklara insan ettiği geniş rahmetli ile cennete girdirmiş olmasın".
Bir başka rivayette ise (no.13) Hz.Peygamber
kadınlara vaaz ederken, "Her hangi bir kadının üç çocuğu ölmüşse, o
çocuklar cehenneme karşı birer siper olurlar" deyince, bir kadın,
"iki tane (ölmüşse)?" diye sorunca Hz.Peygamber
"iki tanesi de (öyledir)" buyurmuşlardır. (Tercümeler Mehmed Sofuoğlu'nun Sahih-i Buharî ve Tercemesi, Ötüken Yay., İstanbul, 1987, c.3, ss.1184-85'ten
alınmıştır). Aynı hadisleri Müslim'de nakletmiştir. Dikkatli bir şekilde
bakıldığında, bu hadislerde cennete giren Müslümanların şehidlik
mertebesi ile bir tutulacaklarına dair açık bir ifade yoktur. Ancak yazar,
kanaatimizce, burada çocuğu ölen Müslümanların doğrudan cennete girmelerini, şehidlerin doğrudan cennete girmelerine kıyas etmiş ve bu
Müslümanları şehid mertebesine oturtmuştur.
21- K.M.Islam,
The Spectacle of Death, Including Glimpses of Life Beyond the Grave, London, 1976.
22-Numan İbn Beşir şöyle demiştir:
Abdullah İbn Revâha bir hastalığı sırasında bayıldı da kızkardeşi
(Numan İbn Beşir'in annesi) Amre, onu öldü
sanarak: "Vah benim dağım, dayanağım! Vah şuyum, vah buyum! diye, İbn Revâha'nın bir takım
vasıflarını sayarak ağlamaya başladı. İbn Revâha o baygınlıktan ayrıldığı zaman kızkardeşi
Amre'ye: "Sen benim hakkımda bir şey söyledikçe
(bir melek tarafından) bana: Sen böyle misin? denildi, dedi (de ağlamasını nehyetti).
Bu
hadisin devamındaki bir hadisde; yine Numan ibn Beşir
şöyle nakleder: "Abdullah ibn Revâha bayıldı deyip geçen hadisi söyledi ve sonra da şu
ifadeyi ekledi: Abdullah ibn Revâha
(Mûte Savaşında) öldüğü zaman kızkardeşi
Amre ona ağlamadı" (Buhari,
Meğazi, Bâb
44, Hds.no. 6-7).
Konuyla
ilgili bir başka hadis ise, Ebû Musa el-Eş'ari tarafından
rivayet edilmiştir. Rivayete göre, peygamber şöyle demiştir: "Ölü,
kabilesinin ve yakınlarının sesli ağlaması ile ta'zib
edilir. (Ağlayanlar:) Ey koruyucu! Ey giydirici! Ey yardımcı! Ey sığınak! ve
bunların benzerini söyledikleri zaman, ölü kıskıvrak tutulup çekilir ve (ona): "Sen böyle misin,
şöyle misin?" denilir (İbn Mâce,
Cenâiz, Bâb,
54, Hds. no. 1594, Terc. ve
Şerh.: Haydar Hatipoğlu, Kahraman Yayınları, 1983).
23- G.H.A. Juynboll,
Muslim Tradition:
Studies in Chronology, Provenance and Authorship of Early Hadith, Cambridge University Press, 1983.
24- H. Granqvist,
Muslim Death and Burial: Arab
Customs and Traditions Studied in a Village in Jordon, Helsinki,
1965.
25- Bowker
burada "liminality"den "geçiş
dönemini" kastetmektedir. Liminality
fikrini ilk olarak ortaya atan Van GENNEP, geliştiren ise, Victor TURNER'dir. Bowker'in elimizdeki
bu eserinin 21. sayfasında liminalitiy şöyle
açıklanmaktadır: Üç dönemin ortasındaki orta dönem liminality'dir.
"Geçiş dönemi" (the transitional phase) olarak da
isimlendirilir. Örnekle gösterecek olursak:
canlı
> ölüm anı > ölü
bekâr
> nişanlı > evli
Yukarıdaki
örneklerde "ölüm anı" ile "nişanlı" birer orta terimdirler,
geçiş dönemidirler. Bu dönemler genellikle, bu süreç içerisinde bağımsız ve
otonomdurlar. Liminality psikolojide "şuur
eşiği" anlamına da gelir. Ancak
burada bununla ilgisi yoktur. Bizim metnimizdeki liminality
ise bir geçiş yeri olan mezardaki süreyi kastetmektedir. Buna göre:
canlı > ölüm /
mezar > ahiret
Burada
mezardaki süre ahirete bir geçiş dönemidir.