Yayınlandığı
yer: Akademik
Araştırmalar Dergisi
Yıl: 1,
Sayı: 3, ss. 178-188, 1996.
ÖLÜMLE İLGİLİ
GENEL TUTUMLAR
GİRİŞ
Bilim
ve teknolojinin gelişmesiyle araştırma alanları genişlemiş ve çeşitlilik
kazanmıştır. Bunun sonucu olarak, insanoğlu kendini tanımaya ve hangi
durumlarda ne gibi tutumlar
sergilediğini, bu gelişmelerin ışığında incelemeye koyulmuştur. İşte bunlardan
biri de, insanın ölümle ilgili tutumlarıdır. Psikolojinin çeşitli kolları,
ölüme ilişkin tutumları, 1930'lardan itibaren (Amerika'da) bilimsel bir problem
olarak öne sürmeye başlamışlardır
(Chadwick, 1929; Becker ve Bruner, 1931; Bromberg ve Schilder, 1933,
1936; Schilder ve Wechsler, 1934; Middleton, 1936; Schilder, 1936; Nagy, 1938).
Sonuçda, yüzlerce çalışma ortaya çıkmış, çok sayıda konferans ve seminer
verilmiştir.
Bu çalışmamızda, ölüm hakkında yapılan
araştırmaların bir bölümünün verileri ışığında ölümsüzlük arzusu ve ölüme
ilişkin olarak, maskeleme, bastırma, korku, kaygı, meydan okuma, kabullenme,
ölümü isteme,... gibi tutumlar hakkında bilgi vermeye çalışacağız.
Ölümsüzlük
Arzusu
Teknolojik gelişmelerden önceki
dönemlerde insan, ölüm olgusunu tahlil ederken, canlıları ilgilendiren bu büyük
gerçekle karşılaştığında, ondan kaçmayı ya da ona karşı koymayı arzu etmişse
de, genellikle fazla birşey yapamamıştır. Yalnızca, ölümü kabullenmekle
yetinmiştir. Fakat, teknolojinin gelişmesiyle birlikte, ölümsüzlük arzusunun
bir belirtisi olarak, insan ömrünün uzatılması çabaları da başlamıştır. Bu
çabalar bir noktaya kadar başarıya ulaşmış, insan ömrü büyük ölçüde
uzatılabilmiştir. Hick (1990), Lerner'in (1970) Eski Yunan'da ortalama ölüm
yaşının 20, Eski Roma'da ise muhtemelen 22 dolaylarında olduğuna dair ifadesini nakleder. Hick, 18. yüzyılda
Avrupa'da ortalama ölüm yaşının 36 dolaylarında olduğunu, 1841'de İngiltere'de
erkekler için yaşama umudu 40, kadınlar için 42 yıl olduğundan bahseder. Bugün
ise, erkekler için 69-70 arasında olan ortalama ölüm yaşının, kadınlarda 75'e
ulaştığını ve neredeyse dörtte üç oranında bir artışın sözkonusu olduğunu
görmekteyiz (Hick, 1990).
İlmin ve teknolojinin gelişmesiyle,
ölüme ilişkin en şiddetli tepki olarak soğukla tedavi (cryonics) teknolojisi
gösterilmektedir. Bu metodu savunanlarının amacı, yeni ölmüş olanların,
gelecekte bir gün teknolojik gelişme elverdiğinde, yeniden diriltilebilecekleri
düşüncesiyle, gömülme ya da yakılmaları yerine, dondurulmalarını teşvik etmek
ve sağlamaktır. Bu amaçla, başta Amerika Birleşik Devletleri’nde olmak üzere Avrupa ülkelerinde de bir çok dernek
kurulmuştur. (Hick, 1990).
Konuyla ilgili, 13-16 Şubat 1993
tarihleri arasında, Sabah Gazetesi'nde çıkan bir yazı dizisinde, İngiltere'de
genelde zengin ve ünlü insanların kendi istekleriyle (Aids, trafik kazası, çok sayıda da kanser vakası)
100-200 yıl sonra diriltilmek üzere, -70 derecede dondurulduklarından
bahsedilmektedir. Ayrıca ölümsüzlük veya insan ömrünü uzatma konusunda, 4
Ağustos 1996 tarihli Hürriyet Gazetesi’nin ‘The Sunday Times’dan naklettiği bir
haberde, Chris Winter adlı bir bilim adamının 30 yıllık çalışması sonucunda
mikroçiplerin beyine uyarlanmasıyla ölümün sınırlarının zorlanacağı ifade
edilmiştir. Yine aynı gazetenin 13 Ağustos 1996 tarihli sayısında Harvard Üniversitesi
profesörleri tarafından “Age 1” adı
verilen bir gençlik geni bulunduğu, yapılan deneylerde toprak solucanının
ömrünü dört misli artırıldığı ve insanlar üzerinde çalışmalara başlanıldığı
haber olarak verilmektedir. Bu da, insanda ölüme karşı bir mücadelenin ve
ölümsüzlük duygusunun bulunduğunu göstermektedir. Yani insanda var olan en
derin ve en güçlü arzulardan birinin yaşama isteği olduğu anlaşılmaktadır.
Bundan dolayıdır ki, insanı ürküten, insana korku veren şey, hayatın bir yerde
sona ereceğini düşünmek ve bilmektir.
Bu ölümsüzlük çabaları insanda ölümsüz
olmaya karşı güçlü ve evrensel nitelikte bir arzunun olduğunu göstermektedir.
Bu arzunun dış dünyaya yansıması ise farklı farklı olabilmektedir. Yukarıda
zikredildiği gibi, maddi nitelikte bir ölümsüzlük arzusu olabildiği gibi,
çeşitli eserler bırakmak suretiyle veya neslinin, isminin devam etmesi amacıyla
çocuk sahibi olma isteği şeklinde de bir ölümsüzlük arzusu olabilir. Ruh
sağlığı açısından dinler, mensuplarına sunmuş oldukları, öldükten sonra ebedi
bir hayatın varlığına ait ifade ve sembollerle, ölümsüzlük arzusunun tatmininde
önemli bir rol oynarlar.
Tarihî Süreç İçinde Batılıların Ölüme İlişkin Tutumları
İnsanın ölüme ilişkin tutumlarını ele
alırken, tarihi süreç içinde, özellikle Batılıların ölümle ilgili tutumlarının
önemli ve anlamlı değişikliklere maruz kaldığını ve ölümle içiçe bir hayat
sürdürdüklerini görürüz. Ondokuzuncu yüzyıl sonlarına kadar, genellikle
mezarlıklar mabetlere yakın alanlarda yapılmıştır. Bu da, mezarlıkların
yerleşim alanlarının içinde olduklarını gösterir. Bununla birlikte, ölüm
yaşının düşük olması, çocuk ölümlerinin yüksek olması, bugünden farklı olarak
aileleri ölüm olgusuyla daha sık karşı karşıya bırakmıştır. Yani insanlar,
ailesinde veya çevresinde ölümle sık sık yüzyüze gelmiştir.
Ortaçağda insanlar, ölümlerini
sezinleyip hazırlık yapar ve evlerinde, aileleri içinde ölürlerdi. Bu dönemde
insanların ölümle ilgili en büyük korkusu, yalnız başına ölmekti. Ölümü
yaklaşan kişi dinî ve örfî törenler düzenlerdi. Ölüme karşı bir direnme ve
reddetme gibi tavırlar görülmezdi (Ariés, 1991).
Ariés'e göre, modern çağda Avrupa'da ölüm, tema ve ayinlerin görünüşteki
sürekliliklerine rağmen, meydan okunan bir şey haline gelmiş ve bildik nesneler
dünyasının dışına atılmıştır. Hayal âleminde ölüm, erotizm ile birleştirilerek,
kurulu düzenden kopuşu ifade eder olmuştur. Böylece ölüm giderek başka bir
biçim almıştır; bu biçim daha uzak ve daha dramatiktir, daha gerilim yüklüdür.
Ölüm bazen yüceltilmiştir (Lamartine'in eserlerindeki güzel ölüm) ve kısa bir
süre sonra da alçaltılmıştır (Mademe Bovery'nin çirkin ölümü).
Ariés, 19. yüzyılda ölümün her yerde
hâzır ve nâzır hale geldiğini ifade ederek, cenaze merasimleri, matem
kıyafetleri, mezarlıkların genişlemesi ve kabirlerin büyümesi, mezarlıklara hac
ziyaretlerinin yapılması gibi hususların, ölümle olan eski sıkıfıkılığın
zayıfladığını, yani gerçekten derin kökleri olan bu duygunun gücünün azaldığını
söyler. Böylece zaman geçtikçe ölüm
hakkında düşünmek ve konuşmak artık tabu ve yasak bir şey haline gelmiştir (Ariés, 1991).
Ülkemizde
Ariés’in yaptığı çalışmaya benzer bir çalışmaya rastlamadığımız için, burada
amacımız, Batılıların tarihî süreç içindeki ölüme ilişkin tutumlarını ve bunun
ne tür bir değişikliğe uğradığını göstermek suretiyle konu hakkında bir fikir
vermektir. Zira yukarda çizilen tabloyla, kültürümüzün tarihi sürecindeki ölüme
ilişkin tutumlar ve tutum değişiklikleri arasında benzerlikler kurulabileceği
kanaatindeyiz.
Bastırma ve Maskeleme (Ölümün Düşünülmesinin ve
Konuşulmasının Tabu Olarak Kabul
Edilmesi)
Alexander
ve Adlerstein (1959) ölümle ilgili tutumlar olarak bastırma ve maskeleme
tutumlarını ele alırlar. Onlara göre maskeleme, ölüm hakkında düşünme fırsatı
bulamamak için kendini tamamen günlük işlere vermek suretiyle meşgul etmektir.
Bastırma ise, ölüm kavramını şuurdan atarak etkisiz hale getirmektir. İleriye
dönük planlarımızı yaparken çoğu kez ölümü hiç düşünmeyişimiz de bastırma
türünden bir savunma mekanizmasına örnek olarak verilebilir. Yine oldukça yaşlı
insanlarda sık sık gözlenen para biriktirme ve kimseye yardım etmeme gibi
davranışlar ölüm düşüncesini bastırma davranışına örnek olarak verilebilir
(Cüceloğlu, 1991, s.302).
Aslında, insanların ölüm ve ölümle
ilgili ürettikleri kavramlara veya meydana getirdikleri törenlere, gelenek ve
göreneklere baktığımızda, insanda bir
bastırma tutumunun olduğunu görürüz. Bir kere ölümü, ölüm olarak adlandırmıyor,
onun yerine "vefat etti", "göçtü", Allah'ın rahmetine
kavuştu", "ebedi uykusuna yattı", "hakka erdi",
"hayatını kaybetti" gibi, anlamı yumuşatan deyimlerle ifade ediyoruz.
Bu durum, büyük bir ihtimalle bütün toplumlarda ve bütün zamanlarda geçerli bir
tutumdur. Daha da ötesi insanlar, ölümün yok olma değil bir tür uyku olduğunu
göstermek için, cesedleri süsleme ve güzelleştirme çabasına girmişlerdir. Bu
konuda Fromm (1991, s.182), özellikle Amerika'da, insanların ölüm bilincini ve
korkusunu bastırmak için, cenaze törenlerinde cesedleri süsleyerek güzelleştirme
çabası içinde olduklarını söylemektedir. İşte bu iki tutumun etkisiyle ölüm
hakkında konuşmak Hick’in (1976) tabiriyle, bir tabu olarak görülmeye başlanmıştır.
Yirminci yüzyıla kadar cinsiyetle
ilgili konuları konuşmak tabu iken, ölümle ilgili konuları konuşmak oldukça
sıradan ve rahattı. Fakat günümüzde bu durum tam tersine dönmüş, seks sınırsız
bir şekilde konuşulurken, ölüm neredeyse ağıza bile alınmamaktadır. Bununla
birlikte, Amerika ve Avrupa'da bu tabunun farkına varılmasıyla yavaş yavaş ölüm
konusundan da söz edilmeye başlanmıştır.
Hick (1976) de, ölümün bir tabu
olduğunun farkına varmakla onu tabu olmaktan çıkarma sürecine girildiğinden
bahsederek, 1971 tarihli Psychology Today'den şu alıntıyı yapmıştır:
“Psychology Today'in okuyucuları açıkça, ölümün, seksten daha önemli olduğunu
hissetmektedirler; okuyuculardan 30.000'den fazlası anketi cevaplandırmış,
bunlardan 2000'den fazlası ise, cevaplarına değerli mektuplar eklemişlerdir. Bu
anket, Psychology Today tarafından yapılan ve 20.000 kişinin katıldığı seks
anketi ile elde edilen rekoru da kırmıştır. Öyle görünüyor ki, binlerce kişi ölüm
konusunda dertlerini dökmek için uygun bir fırsat bekliyorlarmış, dolayısıyla
dile getirilmeyen düşüncelerini yazdıktan sonra biraz rahatlamışlardır. Çok
sayıda mektupda, ankete katılanların fazlasıyla memnun kaldıklarına işaret
edilerek, böyle bir çalışmanın kendileri için ne kadar anlamlı olduğu dile
getirilmiştir”.
Çağımızda ölümün, bir tabu haline
gelmesinde, teknolojinin gelişmesiyle, hayat standartlarının iyileşmesi ve
ölümün toplumdan kurumlara taşınmış olmasının etkisi büyüktür. Bugün tıbbî
tedavi altında iken hastanede ölen bir
kimsenin son günleri ağır uyuşturucular altında geçmektedir. Onun ölüme gidişi,
artık ailesinin de katıldığı bir tecrübe olmadığı gibi, doğrusu kendisi de bu
tecrübeyi bilinçli bir şekilde yaşamamaktadır. Dolayısıyla genel olarak ölüm,
herkesin mecburen katıldığı bir olay olmaktan çıkarak, doktor, cenaze işleri
yöneticisinin ve din adamının katıldığı bir durum haline gelmiştir. Ölümün bu
şekilde kurumsallaştırılması, tıp ilminin imkanlarının, ölümün
kolaylaştırılmasında kullanılmasını sağlamışsa da aynı zamanda bu, ölüme
ilişkin kültürel tabunun artmasına da neden olmuştur. Doğrusu, paravanlarla
çevrilmiş bir hastane yatağının gizliliği içinde uyuşturucular altında
gerçekleşen bu olay, hiç konuşulmaksızın, çok kolay bir şekilde psikolojik
perdeler arkasına atılabilir (Hick, 1990).
Cüceloğlu (1991, s.368) da bu konuda,
Amerikan toplumunda ölüm konusunun hiç konuşulmadığını ve evinde rahat
döşeğinde ölen kimseye ender rastlandığını ifade eder. Hasta hemen hastaneye
taşınır ve öleceği kesinleşen hasta, “ölmesi beklenen hastalar odası”na konur.
Birey öldükten sonra, cenazesi bu işlerde uzmanlaşmış bir şirket tarafından
kaldırılır. Hatta bu işler o kadar ustaca yapılır ki, hastane personeli bile
cesetlerle çok nadir karşılaşır. Örneğin, bir tıp öğrencisi, hastanede
geçirdiği gün ve gecelerde, sedyenin hasta odasından alınıp, morga ya da cenaze
arabasına götürülünceye kadar yapılanlardan hiçbirini görmediğini ifade
etmiştir (Kübler-Ross, 1987. s.12, ayrıca bkz., s.23).
Hick (1990), Gloset ve Strauss'dan
(1965) şöyle bir alıntı yapar: “Ölümlülük durumuyla ilgili sosyal ve psikolojik
problemler, ölen bir kimse ölmekte olduğunu bildiğinde çok daha vahim
olmaktadır. Bu yüzden, Amerikalı hekimler hastalarına ölümün yaklaşmakta
olduğunu hissettirme konusunda son derece gönülsüzdürler ve hemşirelerden,
sorumlu doktorun iznini almadan, bu durumu ifşa etmemelerini beklerler”.
Pattison'a (1974) göre, günümüzde
ölümle ilgili kültürel içerikli dört tutum geliştirilmiştir: Ölümü yadsıma, ölüme meydan okuma, ölümü isteme
ve ölümü kabullenme. Ona göre,
Amerikan Kültürü genellikle, ölümü yadsıma tutumunu benimsemiştir ve bu nedenle
doktorların çoğu, ölmekte olan hastalara gereğince yardımcı olamamaktadırlar.
Üstelik doktorlar, diğer insanlara oranla ölümü en çok yadsıyan gruptur.
Hastanelerde çalışan doktorlar ve sağlık personeli, incitme ve tedirgin etme
kaygısıyla, ölmekte olan hastalarla konuşmaktan genellikle kaçınırlar. Oysa
ölümü yaklaşan hastaların ölüme gidişlerinin hatırlatılmasından kaçınmak bir
yana, çoğu kez konuyu tartışmaya istekli oldukları bilinmektedir (nkl.: Geçtan,
1992, s.123).
Sontag (1988) konuyla ilgili olarak,
özellikle kanser ve verem hastalıklarının ölümle özdeşleştirildiğini
söyleyerek, bu hastalıklara yakalananların
doğrudan doğruya ölümle karşı karşıya kalmış olduğunu ifade eder. Sontag,
günümüzün ölüm karşısındaki genel tutumu olan "tabu" anlayışının, bu
tür hastalıklar karşısında da gösterilmekte olduğunu belirtir. Günümüzdeki
yaygın anlayışa göre hastalara kanser oldukları söylenmiyor. Çünkü, kansere
ilişkin oluşturulmuş mit ve imajlar, hastayı ruhsal çöküntü içine sokmaktadır.
Yukarıdaki ifadelere paralellik gösteren bir bulgu da Feifel (1959) tarafından
ortaya konmuştur. Feifel, ölmeye yakın bir çok hastanın ölümü konuşmak
istemesine rağmen, tıp mesleğindekilerin bu konuyu konuşmaktan kaçındığını
belirtir.
Günümüzde ölüme ilişkin böyle bir
tutumun gelişmesinde kitle iletişim
araçlarının etkisi küçünsenmeyecek derecededir. TV ve sinemalarda
insanların öldürüldüğünü yetişkinler kadar çocuklar da görüyorlar. Amerikan
Pediatri Akademisinin 1971'de yapılan bir toplantısında bildirildiğine göre,
Amerika Birleşik Devletleri'nde 14 yaşına basmış bir çocuğun, ortalama olarak,
televizyonda 18.000 kişinin öldürüldüğünü görmüş olabileceği tahmin ediliyor
(günümüzde bu oran daha yüksektir). Ne var ki bu durum, ölümlülüğümüzle yüzyüze
gelmemizi sağlamıyor, tersine bu, ona karşı başka bir savunma yani ölümle
karşılaşmamanın başka bir çaresini oluşturuyor. Zira ekrandaki 18.000 ölüm,
basit bir şekilde, ölümü eften püften bir şey durumuna düşürmektedir ve
seyirciye bunun gerçek olmadığı kanaatini aşılamaktadır. Bu kadar çok ölüm,
ölüm olgusunu ekranın büyülü dünyasının bir parçası haline dönüştürüyor ki,
burada olaylar bilinçsizce, gerçek dışı olarak paranteze alınıyor. Şüphesiz TV
ekranları zaman zaman bize savaşta öldürülmüş veya tabii bir faciada ölmüş
gerçek cesetleri de göstermektedir. Bu durum ölümü görünür kılar, fakat bu
istisnai bir ölüm şeklidir, dolayısıyla sıradan bir kişinin beklediği son ve
mukadderat da değildir (Hick, 1990).
Kitle iletişim araçlarının etkisine
ilişkin Türkiye'den bir örnek verelim: 14 Aralık 1993 tarihli Milliyet
Gazetesi'nde manşetten yayınlanan bir haberde,
televizyon programlarının izleyiciler, özellikle çocuklar üzerindeki
olumsuz etkisine değinilmektedir. Haberde, TV. kanallarında haftada ortalama
600 filmin hiç bir denetime tabi tutulmaksızın yayınlandığı ve sadece 11
Aralık 1993 Cumartesi günü, saat
9.00-23.00 arasında yedi ayrı kanalda yayınlanan programlarda 500'e yakın kişi öldürüldüğü, 600'den fazla
yaralanma olduğu ifade edilmektedir. Cinayetlerle, katliamlarla ve dehşete
düşürücü sahnelerle dolu olan programları izleyen özellikle çocuk seyirciler olumsuz olarak
etkilenmektedirler. Bir video kaset gibi olan çocuklar, seyrettiği programın
etkisinde kalarak, suç işlemeye meyilli
bir kişilik oluşturabilmektedirler. Hick'in ifade ettiği gibi, filimlerde ölüm
olayına bu kadar yoğun bir şekilde şahit olmak ölümün, senaryonun bir parçası
gibi algılanarak gerçek olmadığını kabul etmeye yol açabilir, yani gerçek ölüm
olaylarının algılanmasında da bilinçsiz
olarak ölüm olgusu, gerçek dışı gibi
algılanabilir.
Ölümle
İlgili Diğer Tutumlar
Ölüme meydan okuma eğilimi,
içinde yaşadığımız kültürün doğal bir sonucudur. Folklorümüz ölüme meydan
okuyan kahramanların hikayeleri yönünden oldukça zengindir. Destanlarımız
savaşlarda ölüme meydan okuyan kahramanlarla doludur. Ulubatlı Hasan, Kesik
Baş, Genç Osman, Hz. Ali, Hz. Hamza,... gibi şahsiyetlerle ilgili hikayelere,
kıssalara, destanlara baktığımızda, altında şehadet mertebesine ulaşma
arzusunun yattığı bir ölüme meydan okuma davranışıyla karşılaşırız. Ayrıca
intihar komandolarının (Japon kamıkazeleri gibi) ve dublörlerin davranış
biçimlerini de, ölüme meydan okuma davranışına örnek verebiliriz. Ölüme meydan
okuma tutumunun bir türü de, çok sayıda kişinin ölümüne yol açan kazalardan sağ çıkanlarda görülür.
Bu kişiler, ölümle kumar oynamış ve kazanmış olma biçiminde bir duygu yaşar;
bazıları daha sonra karşılaştıkları benzer durumlarda, bu yenilmezlik
duygusunun etkisiyle kendilerini gereksiz yere tehlikeye atarlar.
Kültürümüzde ölüm isteği,
sanıldığından daha yaygındır. Ölüm bazen kişinin yaşamakta olduğu çatışmalar
için bir çözüm yolu olarak görülebilir. Kimi insan, başkalarından öç almak ve
onları, üstesinden gelemeyecekleri suçluluk duyguları içinde bırakmak amacıyla
kendini öldürebilir. Ağır bedensel sakatlıkları olan kişilerde ve kendisini işe yaramaz bulan mutsuz
yaşlılarda da ölme isteği sıklıkla görülür. Bazı nevrotik ve psikotikler,
sevilen kişilere ölüm yoluyla ulaşma düşleri yaşarlar. İnsandaki ölüm isteği
genellikle bilinçdışında yaşanır. Örneğin, aracını mantıkdışı bir hızla sürme
alışkanlığında olan kişi, böyle bir eğilime sahip olduğunun farkında değildir.
Tehlikeli işleri özellikle ve isteyerek meslek edinmiş olan kişilerin büyük bir
çoğunluğunun bilinçaltında, yoğun ve sürekli suçluluk duyguları yaşadıkları
saptanmıştır. Bu kişiler kendilerini tehlikeye atarak suç--ceza--af sürecini yaşamaya ve böylece rahatlamaya çalışırlar
(Geçtan, 1992, s.124).
Bir kısım gençler için ölümün,
çekici bir yüzü vardır. Ölümü istemek,
her yaş ve gruptan tedirgin ve çatışmalı kişilerin başvurduğu çözüm yollarından
biri olmuştur. Başta Avrupa ülkeleri olmak üzere bütün dünyada intiharların
giderek artmakta olduğu gözönüne alındığında, günümüz insanlarında, ölüm
isteğinin ne kadar güçlü ve yaygın olduğu daha iyi anlaşılır. Ölüm isteğini
doğuran şartlar ve sebepler kültürlere ve devirlere göre değişebilmektedir.
Ayrıca kimilerinde, itibar kazanmanın nevrotik bir şekli olarak anlam kazanan
ölüm isteği, ilâhi aşk duygusuyla kıvranan bir sûfîde ise, bir an önce Allah'a
ulaşmanın derin ve samimi bir arzusu olarak kendisini gösterir. Ölüme duyulan
arzunun sebepleri gibi, ifade ediliş biçimleri de farklıdır (Hökelekli, 1991).
Yukarıda tanımlanan tutumların
hepsinde de hayat ve ölüm birbirinden ayrı olgular olarak ele alındığı halde,
ölümü kabullenme tutumunda ölüm,
hayatın bir parçası olarak kabul edilir.
Ölümü kabullenme tutumuna,
varoluş felsefesini benimseyen bazı kişilerde rastlanmaktadır. Bunların
bazıları ölümü, hayatı sürdürmemizin temel sebebi olarak görür. Bazıları ise,
ölüme yaklaşmanın, fizyolojik bir son değil, varolmama tehdidi olarak
algılandığı görüşünü savunur. Yirminci yüzyıl varoluş felsefesinin önderi olan
Heidegger, ölüme ilişkin kaygımızla yüzleşemez ve bu duyguyu kabul edemezsek
özgürce yaşamayacağımızı vurgular. Bir çok insan, hayatını ölümden kaçınma
üzerine kurduğu için hayat sevincinden yoksun kalır (Geçtan, 1992, s.124).
Genel olarak hayatını iyi bir şekilde
değerlendirdiği duygusuna sahip olan kimseler, ölümü sukûnetle kabullenme
tutumu gösterirler. Dinî bakış açısı ölüme yaklaşmada, sukûnet, boyun eğme ve
kabullenme tutumunu doğurabilir. Bununla birlikte bütün dindarlarda aynı
eğilimin ortaya çıkmasını beklemek de gerçekçi olmaz. Yaşanan dinin özelliği ve
kişinin dinî inanç ve görevlere kendisini veriş derecesi bu hususta önemli bir
etken olarak gözükmektedir (Hökelekli, 1991).
Ölüm Kaygısı ve
Ölüm Korkusu
Duyguların, soyut kavramların
tanımlanması ve tasvir edilmesi çoğu zaman zor olmuştur. Böyle kavramların tanım ve tasvirleri genellikle subjektif
olduğu için çeşitlilik arzeder. Birbirine çok yakın olan kaygı ve korku
kavramları da bu kategoriye girer. Her iki duygu da, yaklaşmakta olan bir
tehlikeye karşı geliştirilmiş duygusal tepkilerdir. Her ikisinin de fizyolojik
belirtileri vardır. Nefes darlığı, terleme, gerginlik, kalp çarpıntısı, mide
ağrısı, bel ağrısı, titreme, sürekli yorgunluk ve baş ağrısı gibi dış
belirtiler gözlenebilmektedir. Bu nedenle psikologlar, kalp atışı, kan basıncı,
nefes alış veriş düzeyi, galvanik deri tepkisi gibi değişik fizyolojik
belirtileri bu duyguları ölçmede kullanabilmektedirler.
“Kaygıyla korku arasında, bazı
psikologlarca tespit edilen üç önemli fark vardır: 1. Kaynak: ‘Ben arıdan korkarım’ örneğinde olduğu gibi, korkunun
kaynağını biliriz, ancak kaygının kaynağı belirsizdir. 2. Şiddet: Korku kaygıdan daha şiddetlidir. 3. Süre: Korku daha kısa sürelidir, kaygı ise, uzun süre devam
eder” (Cüceloğlu, 1991, s.277).
Kaygı kavramına ışık tutmuş yazar ve
araştırmacılar arasında, Cannon (1932), Goldstein (1940), Sullivan (1946),
Kierkegaard (1953) ve Horney’i (1980) sayabiliriz (Geçtan, 1990).
Buna benzer tartışmalar , ölüm korkusu
ve ölüm kaygısı kavramları için de yapılmıştır. Konuyla ilgili yapılan
araştırmalarda, bu iki kavram zaman zaman birbiri yerine aynı anlamda
kullanılmışsa da, genellikle bu kavramların aynı şeyi ifade etmediği vurgulanmaktadır.
Ölüm korkusu ile ölüm kaygısı
arasındaki kesin ayrımı ilk kez Kierkegaard yapmıştır. Ona göre, ‘bir şey’ den
korkmakla ‘yok’ tan korkmak birbirinden farklı olgulardır. Kierkegaard, ‘yok’u
‘insanın birlikte hiçbir şey yapamadığı bir hiç’ olarak tanımlamıştır. Rollo
May de, Kierkegaard’ın ayrımına katılarak insanın bilinçdışında ölüm kaygısını
korkuya dönüştürmeye çalıştığından sözeder (Geçtan, 1990, s.184).
Ölüm korkusu kavramıyla ilgili olarak
iki farklı yaklaşım ortaya konmuştur. Bazı psikologlar, ölüm korkusunu
patolojik bir zihin meşguliyeti olarak ele alır ve bunun depresif
rahatsızlıklarda, çeşitli psikomatik hastalıklarda, psikopatolojide önemli bir rol
oynadığına inanırlar (Feifel, 1959; Templer, 1970, 1972; Meyer, 1975). Bazıları
da, ölüm korkusunun veya kaygısının evrensel bir reaksiyon olduğunu ve hiç
kimsenin ondan kaçamayacağını iddia ederler (Caprio, 1950; Rheingold, 1967;
Florian ve Kravetz, 1983). İbn Miskeveyh’in (öl. trh. 1030) konuyla ilgili
görüşleri, bu yaklaşımlardan ikincisiyle örtüşmektedir. Ona göre, insanın en
büyük korkusu, ölüm korkusudur ve bu korku herkesi içine almakla birlikte bütün
korkulardan daha şiddetli ve etkilidir (İbn Miskeveyh, 1398). Hemen hemen her
insanda düşük veya yüksek düzeyde bir ölüm korkusunun olduğu ve genel olarak ölüm korkusu diye ifade edilen korkuya,
belirsizlik, bedeni kaybetme, acı duyma, yalnızlık, yakınları kaybetme,... gibi
korkuların yol açtığı ileri sürülmüştür.
1)
Belirsizlik korkusu:İnsanın kendisini emniyet içinde hissedebilmesi
için, ileride yaşayacağı günlerde kaygı verecek durumların olmaması ve
dolayısıyla daha da ileri giderek, ölüm ve öldükten sonra ne olunacağı
konusunda kaygı verecek unsurların ortadan kaldırılması gerekir. Birşey
hakkında belirsizlik, insanda kaygıya yol açtığına göre, ölüm ve öldükten sonra
neler olacağı konusundaki belirsizlik ve bilgisizlik de kaygıya veya korkuya
yol açabilmektedir.
Dinler ölüm ve sonrasındaki durumlar
hakkında sundukları açıklama ve semboller vasıtasıyla mensuplarının kaygı ve
korkularını azaltmada etkili bir rol oynarlar. Aslında din, ölümden sonraki
hayatta bir hüküm gününden ve cennet-cehennemin varlığından bahsetmek
suretiyle, mensuplarının kaygı düzeylerini artırabilmektedir. Fakat, bireyler
dinin emrettiği dinî inanç ve ibadetleri yerine getirdiklerinde kaygı
düzeylerinde bir azalmayı tecrübe edebilirler. Bu noktada Leming (1976), “bir
din, bir taraftan kaygıyı azaltma işlevini görürken nasıl olurda aynı zamanda
bir ölüm korkusunu varlık alanına çıkarır?” ve “din, mensuplarında aynı anda korkuyu
hem teşvik edebilir hem de azaltabilir mi?” sorularını sorar ve cevap olarak da
“din ikili bir işlev icra eder; rahata dalmışlara sıkıntı verir, sıkıntı içinde
olanlara da rahatlık verir” demektedir.
Dinin,
çaresizlik içinde kıvrananların, ümitsizlik, kaygı ve korku içinde olan
kimselerin ihtiyaçlarını karşılamada önemli bir katkıda bulunduğu, sosyal
bilimciler tarafından kabul edilmektedir. Hatta, din hakkında olumsuz bir tavır
takınan Freud (1925) bile, bu görüşe katılmıştır. Bu konuda yapılan
araştırmalardan elde edilen sonuçları göz önünde bulundurduğumuzda, dinin bu
fonksiyonu yerine getirmiş olduğunu görmekteyiz (Martin ve Wrightsman, 1965;
Williams ve Cole, 1968; Templer ve Ruff, 1971; Templer, 1972; Osarchuk ve Tatz,
1973; Leming, 1976; Cerny, 1977; Edmunds, 1981; McMordie, 1981; Hökelekli,
1992).
2) Bedeni
kaybetme korkusu: Beden benlik imgesinin önemli bir bölümünü oluşturur.
İnsan, kaza ya da cerrahi ameliyatlar sonunda bir organını kaybetse, sadece o
organ işlevlerini yitirmez, psikolojik
benlikten de bir parçanın kopmuş olduğu hissedilir. Kişiliğin
bütünlüğüne ve özseverliğine indirilen böylesi bir darbe, kişinin utanç,
küçüklük, yetersizlik duyguları yaşamasına, kendisine olan güveninin ve
saygısının azalmasına neden olur (Pattison, 1974; nkl.: Geçtan, 1992, s.126).
Bir organın kaybı sonucunda ortaya çıkan tablo bu iken, bütün bir bedenin
işlevlerinin ölümle kaybedileceğini ve öldükten sonra toprağa gömülmekle veya
yakılmakla bedenin yok olacağını düşünmek herhalde insanın kaygılanmasına
fazlasıyla yol açabilecek bir durumdur. Belki de cesedlerin mumyalanması
düşüncesinin altında yatan sebeplerden biri de bedenin çürüyüp yok olması korkusunun
ortadan kaldırılmasıdır. Ölümle veya mezarla ilgili konuların konuşulduğu bir
ortamda, bazı insanların, mezarlarının her tarafının beton olmasını
arzuladıkları ve böylece böceklere yem olmaktan kurtulabileceklerini
düşündükleri, dolayısıyla bedeni kaybetme korkusuna sahip oldukları
gözlenmiştir. Bedeni kaybetme korkusu, kendini güzel bulan, kendini beğenen
bireylerde daha yüksek düzeyde olabilmektedir.
Antik dönemin ünlü filozofu Eflatun da
(1943) yukarıdaki ifadelere paralel olarak, insanın ölüm korkusu hissetmesinin
sebeplerinden birinin, yok olup gideceğini, bir nefes, bir duman gibi dağılıp
gideceğini, böyle uçup gidince de bir hiç olacağını düşünmesinden
kaynaklandığını ifade eder.
3)
Acı duyma korkusu: Aydın (1990, s.185), ölüm korkusunun, insanların
ölümü acı veren bir hadise olarak düşünmesinden ve öyle olduğuna inanmasından
kaynaklanabileceğini söyler. Genellikle ölümün bir hastalık sonrası meydana
gelmesi ölüm ile hastalık arasında bir ilişki kurulmasına yol açmıştır. Ayrıca
eskiden verem hastalığı, şimdi kanser ve AIDS gibi hastalıklar tedavisi mümkün
olmayan, dolayısıyla ölümle neticelenen hastalık türleri olarak ölümle
özdeşleştirilmiştir. Hasta bir insan demek, acı içinde, ızdırab çeken, bazı
organlarını kullanamayan insan anlamına geldiği için, ölüm olgusu da hastalık
gibi acı verici olarak algılanabilmektedir.
Imara (1984), ölüm korkusunun kaynağı
hakkında bilgi verirken, fiziksel acı çekme ve tıbbın yetersizliğinden
kaynaklanan tıbbî kaygıdan bahseder. Gerçi, tıp teknolojisi, bu acıyı azaltma
yönünde büyük adımlar atmıştır. Ama bütün bunların yanında yine de bu konudaki
yetersizliğin olması ve hissedilmesi ölüm korkusuna yol açabilmektedir. Tıbbî
kaygı, iradenin kontrolünü kaybetme, aile, doktor ve
arkadaşlar tarafından terkedilmiş olma, ölümle ilgili olan dehşet verici diğer
hususlarla birliktedir.
Bu konunun bir de kültürel boyutu
vardır. Örneğin, Türk-İslâm kültüründe can çekişmeyle (sekerât-ı mevt) ilgili
dinî kaynaklı bir anlayış vardır. Bir hadis-i şerifte ölüm acıları, yünün
içinden çekilen üç köşeli demir dikene (bıtırak) benzetilerek, dikenin yünden
bir şeyler kopardığı gibi, ölenin de mutlaka acılarının olacağına işaret
etmektedir. Bu konudaki hadis-i şeriflerden birkaç örnek verilmesinin konuya
açıklık getirmesi açısından faydalı olacağı kanaatindeyiz. “Ey Allah’ım! Ruhu
damar, kemik ve parmaklar arasından çekip alıyorsun. Ey Allah’ım! Ölüme karşı
bana yardım et ve ölümü bana kolaylaştır”., “Ölüm kılıçla vurulan üç yüz darbe
kadardır”., “... onun ölümden acımayan hiçbir damarı yoktur”. Ayrıca, Şeddat b.
Evs, konuyla ilgili olarak, “ölüm, dünya ve ahirette, mümin üzerinde en korkunç
tehlikedir. Ölüm, bıçkılarla biçilmekten, makaslarla kesilmekten, çanaklarda
kaynamaktan daha şiddetlidir. Eğer bir ölü kabrinden geri gönderilip dünya
ehline ölümün haberini verse, artık insanlar, hayattan zevk alamazlar ve
uykudan lezzet bulamazlardı” demektedir. Rivayet edilir ki, Allah, Hz.Musa’ya
ölümü nasıl gördüğünü sorar, Hz.Musa da şöyle cevap verir: “Tava üzerinde
kavrulan bir kuş gibi gördüm. Ölmüyor ki istirahata kavuşsun, kurtulmuyor ki
uçsun”. Bir başka rivayette de Hz.Musa, “Nefsimi kasabın elinde diri diri
yüzülen bir koyun gibi gördüm” demektedir (Gazzâli, İhya...c.IV, ss.811-813).
Yukarıda sıraladığımız rivayetler, müslüman bireylerin ölüme ilişkin kaygı ve
korku düzeylerini artırmada önemli bir rol oynayabilirler.
4)
Yalnızlık korkusu: XX. yüzyılın başlarında ölümle ilgili tutumların
değişmesi bu tür bir korkunun varlık alanına çıkmasına sebep olmuştur. Yani,
özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde ve Avrupa’da sanayileşme ve
teknolojinin gelişmesi, hayat standartlarının iyileşmesine ve ölümün evlerden
kurumlara taşınmasına yol açmıştır. Daha önceleri, evinde ailesinin ve
sevdiklerinin yanında ölen insanlar, bugün genelde hastanelerde, huzur veya
bakım evlerinde ölmektedirler. Bu durum, insanların çoğu zaman akraba ve
arkadaş gözlerinden uzakta, aileye mümkün olduğu kadar az rahatsızlık vererek
öldükleri anlamına gelir.
İnsan hastalandığında kendisinden ve
çevresinden soyutlanma duyguları yaşar. Çoğu kez bu durum, insanların
kendisinden uzak durmasıyla pekiştirilir. Bu kopukluk ölmekte olan kişide daha
da belirginleşir. Üstelik çağdaş kent kültürü ve tıp teknolojisi, çoğu insanın
son günlerini çıplak ve sevimsiz bir hastane odasında, ailesinden ve
alışageldiği eşyalardan uzakta geçirmesine neden olur. Bir bakıma hastaneler
bir çok insanın ölüm döşeği olma görevini de üstlenmiştir. Buna karşılık
hastane personeli, ölümün doğal bir olay olarak yaşanabilmesini sağlayacakları
yerde, çoğu kez kendi kaygıları nedeniyle durumu yadsımaya çalışırlar. Böylesi
duygular, hastanın soyutlanmasına ve kendisini yalnız hissetmesine neden olur.
Üstelik, gerek aile ve gerekse hastane personeli hastayı daha seyrek görme
yoluna gidebilir. Dolayısıyla hasta bir depresyon yaşamaya başlar. Bu
depresyon, kişinin bir yakınını yitirdiği zaman yaşadığı duygudan farklı
olarak, diğer insanlara duyulan doğal ihtiyaçtan yoksun bırakılmış olmaktan
kaynaklanır. Bir başka deyişle, bu önce
ölümle yüzleşmenin daha sonra da insanlar tarafından itilmenin getirdiği yoğun bir korkudur (Pattison, 1974; nkl.:
Geçtan, 1992, s.126).
5)
Yakınları kaybetme korkusu: Değerli bir eşyasını kaybetmekten bile
korkan ve çeşitli tedbirler almaya çalışan insanı, çok kısa bir süre önce konuşan,
gülen, yiyen-içen, hareket eden ve sayısız hatıraları oluşturan, annesini,
babasını, eşini, çocuklarını hareketsiz, cansız bir şekilde yerde uzanmış
olarak görme düşüncesi, dolayısıyla dünya gözüyle bir daha onları gülerken,
konuşurken görememe düşüncesi daha fazla korkutur.
Holmes ve Holmes (1970), Amerika
toplumunda uyguladığı çalışmalardan elde ettiği verilere göre, bireylerde stres
veren olguların bir listesini yapmıştır. Bu listede, olguların ağırlık puanları
100 üzerinden verilmiştir. Buna göre; ilk üç sırayı oluşturan, eşin ölümü (100 puan); ailede yakın birinin ölümü (63 puan); yakın bir arkadaşın ölümü (37 puan) dür.
Benzer çalışma da, Sorios (1982) tarafından İzmir'de yapılmıştır. Sonuçlar,
Holmes ve Holmes'in elde ettiği verilerle paralellik göstermektedir. İlk iki
sırada, çocuğun ölümü (92 puan); eşin ölümü (90 puan); dördüncü sırada, anne-babanın ölümü (87 puan) ve
onsekizinci sırada, yakın bir dostun
ölümü (66 puan) olduğu dikkat çekicidir (nkl.: Cüceloğlu, 1991,
ss.322-323). Bu iki çalışma, farklı
kültürlere sahip olan toplumlarda bile,
ölüm olgusuna gösterilen tepkilerin büyük benzerlikler
gösterdiğini, günümüz insanının ölümü,
stres ve kaygı verici bulduğunu ortaya koymuştur. Bu durum karşısında bireyler,
bunalıma düşmemek için, maskeleme, bastırma veya kabullenme gibi tutumlar
sergilemektedirler.
6)
Denetimi kaybetme korkusu: Öldürücü hastalık ilerledikçe kişinin
kendisini denetleyebilmesi de giderek zorlaşır. Bu durum özellikle duygusal
tepkilerin denetim altında tutulmasını ve mantıklı olmayı vurgulayan Batı
kültürü bireylerinde daha büyük bir sorun yaratır. Bilinç bulanıklığının
yanısıra beden denetiminin de azalması ego tarafından bir tehdit olarak
algılandığından, kişide kaygı ve korku yoğunlaşır. Bu nedenle, ölmekte olan kişi
sağlam kalan zihinsel ve bedensel işlevlerini olabildiğince kullanmaya ve yapabileceği oranda günlük
işlerini sürdürmeye teşvik edilmeli, verebileceği kararlar yine kendisine
bırakılmalıdır (Pattison, 1974; nkl.:Geçtan, 1992, s.127).
7)
Kimlik duygusunu kaybetme korkusu: İnsanlarla ilişkiden yoksun kalmak,
yakınları ve dostları kaybetmek, bedenin bir parçasını kaybetmek, kişiliğin
denetimini kaybetmek gibi durumlar insanın kimlik duygusunu sarsar. İnsanlarla
ilişkilerimiz, kim olduğumuzu ve bir ailemizin olduğunu, bedenimizle ve
zihnimizle ilişkili durumda olmak ise, bir benliğimiz olduğunu bize sürekli
hatırlatır. Ölmekte olan kişinin kimlik duygusu bir çok yönden sarsılır. Bu
nedenle, ölüme gidiş denilen hayatın bu son döneminde kişinin, bütünlüğünü,
kendine olan saygısını ve onurunu koruyabilmesi büyük önem taşır. Ölmekten çok,
nasıl öldüğümüz önemlidir. Eğer kişi bu dönemde kimlik duygusunu sürdüremezse,
kendisine olan saygısını yitirir, ümitsizliğe düşer ve geçmişte değerli bir
insan olarak yaşamış olmasının önemi kalmaz (Pattison, 1974; nkl.: Geçtan,
1992, s.127).
Kimlik
kaybı hipotezi, hayatı tehdit eden bir tehlike karşısında meydana gelen bir
hal olup, ölüme yakınlığı psikolojik olarak algılayan kişilerin deneyimlerine
dayanan bir özelliğe sahiptir. Psikyatri profesörü olan Noyes şöyle demektedir:
“Kimlik kaybı hayatı tehdit eden bir tehlikeye karşı sık gösterilen bir
tepkidir. Sinir sistemi bir uyum modeli ve potansiyeli olarak düzeni bozulan
heyecanları kontrol altında tutarken organizmayı, tehdit edici şartlara karşı
alarma geçirir. Psikolojik bir mekanizma olarak, tehlike içindeki kişiliği ölüm
tehdidine karşı savunur ve aynı zamanda o realitenin bütünleşmesini sağlar.
Anlamlı bir deneyim olarak, fenomenin mistik açıdan incelenmesi, spiritüel bir
mana ortaya koyabilir. Ölümle bu tür karşılaşmayı, yeniden doğuş duygusu
izleyebilir” (Sabom, 1994, s.197).
8)
Gerileme korkusu: Ölüm yaklaştıkça, her insanda içgüdüsel olarak bulunan
ve kişiyi gerçekler dünyasından çekip, yer ve zaman kavramlarının, benlik
sınırlarının ve diğer insanların olmadığı bir varoluşa (yok- oluşa) dönüştürme
eğilimi ürkütücü bir canlılık kazanır. Hayat boyunca, ölüme benzer bir durumu
sabahları uykudan uyanırken yaşarız. Çalar saati susturduktan sonra bizi
yeniden uykuya çeken bir gücün ağırlığını algılarız, o anda bedenimizin
sınırları belirgin değildir, bilincimiz gevşek ve dış dünyanın kısıtlayıcı
beklentilerinden özgürdür. Ölümle yüzleşen kişi de, özellikle son döneminde,
böyle bir geriye kayma sürecine kapılmakta olduğunu farketmeye başladığında
büyük bir korkuya kapılabilir. Bu gerilemeyle savaşmaya ve gerçeklerle ilişki
durumunda bulunan somut benliğine sıkıca sarılmaya çalışır. Bu olguya,
"ölüm agonisi" denir (Pattison, 1974; nkl.:Geçtan, 1992, s.127).
Gerçekte ölümden korkmak, sanıldığı
gibi hayatı sürüdürememek korkusundan doğmaz. Epikür: “Yaşadığımız sürece, ölüm
bizi ilgilendirmez. Çünkü yanımızda değildir. O geldiğinde ise yine üzülmemeli,
çünkü o zaman da biz yokuz” derken (Birand, 1987, s.108), herhalde bu noktayı
belirtmek istiyordu. Ölmeden önce duyulacak acılar ve ağrılardan korkmak
mümkündür, belki, ancak bunu ölüm korkusu olarak niteleyemeyiz. Hayatı sahip
olunacak bir mal gibi gören insanın ölümden korkmasını, akıldışı bir davranış
olarak karşılamamak gerekir. Bu duyulan korku ölümden değil, sahip olduğumuz
şeyleri, bedeni, malı, mülkü, egoyu yitirmekten dolayıdır ve hiçbir şeye sahip
olmayacağımız bir uçuruma, yok olmaya
sürüklenmekten korkmaktır (Fromm, 1991, s.183).
Kübler-Ross (1977), ölüme
yaklaştıkları söylenen 200 hasta üzerinde yaptığı çalışmalardan elde ettiği
verileri değerlendirmiş ve bu durumdaki hastaların ölüme karşı gösterdikleri
tutumların beş safhadan oluştuğunu ileri sürmüştür. Bu safhalar sırayla; yadsıma, kızgınlık, pazarlık etme, depresyon
ve kabullenme'dir.
Hastaların birinci tepkisi, yadsıma dır. Bu safhada, gerçeği bilmeyi
kabullenememe davranışı söz konusu olup, mutlak bir red tavrı gösterilir. Bu
durumlarda kişi, 'hayır, bu gerçek olamaz' der. Tüm sağduyusunu yitirirken,
doktor ve hemşirelere tepki gösterir, ilaçları reddeder ve tam bir perhiz
yapması istenirken o yemekte inat eder ve acımasız kararın doğru olmadığını
göstermek için doktor doktor dolaşır. Fakat bu yadsıma genelde, geçici bir
savunmadan, şokun etkisini azaltmak ve gerçeklerle
karşılaşmadan önce gücünü toparlamak için bilinçli benin bir kaçamağından başka
bir şey değildir.
Yakında ölmek için, onu seçen büyük
bir adaletsizliğin hedefi olarak (neden
ben, neden yaşlı X değil?) hasta, onu çevreleyen her şeye karşı bir kızgınlık ve saldırganlık duygusu
geliştirir. Örnekler, hastane personeline, aileye, Tanrıya ve kendine karşı
sert suçlamalarla ve şikayetlerle doludur. Bu kızgınlığın ifadesine izin
verilmediğinde, hastada depresyon meydana gelir. Kızgınlık safhasındaki tutumlar, sonraki safhaya doğru bir yumuşama
eğilimi gösterir. İşte bu sırada, Kübler-Ross'un pazarlık etme dediği aşama
devreye girer.
Pazarlık
safhası, bazen eğitimleri nedeniyle ölüme hiç de hazırlıklı olamayan
kişilerde irrasyonel olanın müdahelesini belirtir. Burada, kaçınılmaz sonu geri
itmek için görünmez olanla yapılan bir
tür anlaşma sözkonusudur. Bu dehşet verici gerçekle yüzleşmekten kaçınmak için,
hastanın doktorla, Tanrıyla veya aile ile bir tür ittifak yapmaya çalışacağı
kısa bir safhadır. O, çok az da olsa vakit kazanmaya bir teşebbüs, katı
gerçeklere hazırlanmak için ayrılan bir zamandır. Hiç gücü kalmadığı halde,
oğlunun düğününe katılabilmek için her şeyi yapmaya hazır olduğunu söyleyen
kanserli bir kadın, süslenip, püslenerek düğüne katılıp yorgun bir şekilde
hastaneye döndüğünde doktora, "bir başka oğlumun daha olduğunu
unutmayın" demiştir. Bu örnekte olduğu gibi, bir kez pazarlıktan prim elde
etti mi, sözleşmeye nadiren uyulur ve pazarlık sınırları zorlanmaya başlanır.
İlk üç safha olan, yadsıma, kızgınlık
ve pazarlık etme, eski gerçek üzerine, yeni realitelerin acısından ve kaosundan
doğrudan kaçınma gayretleridir. Hasta, pazarlık etme safhasını geçmekle, yeni
realitenin veçhesiyle karşılaşır. Hasta açısından o, bir organını, mesleğini
veya güzelliğini kaybetmesi gibi bir durumdan dolayı üzülür. İşte bu safhaya
Kübler-Ross "Depresyon safhası"
demektedir.
Son safha olarak da, hastanın iç
dünyasında bir sakinleşmenin yaşanmasıyla kabul
etme safhası tecrübe edilir. Eğer hasta ölüme yakınsa, -erkek veya kadın-
hemen hemen duyarsızlaştığından dolayı ne üzüntü duyacak ne de kızacaktır.
Genellikle her şeyi boş verip, durumu kabul edecek ve böylece de kendisini
reddedilmişlik duygusu içine bırakmış olacaktır. Ümitsiz kişinin ruhunu
şaşkınlıkla, depresyonun durgunluğuna veya can çekişme mücadelesine teslim
etmesi nadir rastlanan bir durum değildir. Örneğin, bazen, kaçınılmaz andan az
önce şaşırtıcı bir iyiliğin geldiği bilinmektedir; ölmek üzere olan kişi
kalkmayı arzu eder, yiyecek ister ve iştahla yer, coşkuya kapılır veya
kahkahayla güler; şaşkınlıktan donakalan çevresindekiler neredeyse mucizevi bir
iyileşmeye inanmaya başlarlar, oysa bu ölümden önceki son dirilme çabasıdır.
Bu beş safhalı geçiş kişinin hayat
hikayesine ve kişiliğine bağlı olarak bir kaç dakika içinde de, bir kaç ayda da
olabilir. Hastalıklardan önce büyük kayıplarla veya ayrılmalarla uğraşmış ve
başetmiş kişiler, yadsımadan kabul etme safhasına çabucak geçmeye yatkındırlar.
Duygularını ifade etmesi engellenmiş veya bunu beceremeyen kişiler ifade
ihtiyaçları destek buluncaya kadar önceki bir merhalede kalırlar (Kübler-Ross,
1977).
Thomas (1991, s.59), Kübler-Ross'u
ölmenin genel şemasını büyük bir ölçüde dondurmuş ve sistematikleştirmiş
olduğunu ileri sürerek tenkit eder. Ona göre, Kübler-Ross yaşlara, cinsiyete,
ölüm nedenlerine, ölümün olduğu ortamlara göre farklılıklar olduğunu unutuyor.
Thomas'a göre o, aşamaların üst üste binebileceğini her zaman muhtemel olan
geriye dönüşlerin bütün sürecin yeniden ele alınmasını gerektirebileceğini
dikkate almıyor. Bununla birlikte, çabucak rıza gösteren çocuklarda veya bazı
yaşlılarda bazı aşamaların, özellikle savunma aşamasının bulunmayabileceğini,
yanında insanlar bulunan birinde bile sonunda yanlızlığın galip geleceğini ve
can çekişmekte olan kişilerde kendini, ölümün oluşturduğu "sağlam ve ıssız
duvarın" karşısında tek başında bulacağını dikkate almıyor. Çevredekilerin
yaşadıkları, ölmekte olanın yaşadıklarıyle belli bir benzerlik gösterir: Onda
da şok, kızgınlık, yadsıma, depresyon, kabul tutumları görülür. Buna, özellikle
can çekişen kişi acı çekiyorsa, her şey sona erdiğinde ortaya çıkan yatışmayı
da eklemek gerekir. Genellikle sevinçli olmaktan çok keyifsiz olan bakım ekibi
ise, kendini heyecanlı bir şekilde, rutinle veya planlama ile, tedavinin
aktivizmi ile veya kendi kendine olumlama
ile ve hatta kaçışla savunur.
Yas Tutma
Ölüm olgusuyla ilgili geliştirilmiş en
eski ve en yaygın tutumlardan biri de "yas tutma"dır. Aynı zamanda bu
tutumun törensel yönü de vardır. Yas tutma törenleri kültürden kültüre değişir.
Yas, özellikle ölümden dolayı, ölenle ilişkinin kesilmesi suretiyle ortaya
çıkan normal psikolojik ve fizyolojik bir tepkidir. Ölüme karşı normal yas tepkisi genelde üç safha halinde
gelişir: Başlangıç, orta ve normal duruma dönme. Başlangıç safhası, ölümle
başlar ve genellikle üç-altı hafta sürer. Ölümü takip eden ilk bir kaç gün
geride kalanlar şok etkisi altında olurlar ve kişinin öldüğüne inanamazlar. Bu
safhada, donukluk, uyuşmuşluk, hayret, korku, afallama, boşluk, anlamsızlık,
şaşkınlık duyguları yaşanabilir. Bu şok periyodunu, zaman zaman şiddetli ağlama
fasılları takip eder.
Amerikalı psikyatrist Erich Lindemann
yoğun yas safhasının klasik analizinde, bu safhayı tanımlayıcı semptomları şöyle teşhis eder: 20
dakikadan 1 saate kadar süren bir zamanda ki somatik üzüntü, gırtlaktaki
düğümlenmeden dolayı solunumla ilgili
sıkıntı, nefesi kesilmek ve solunum yetmezliği, ölenin hayaliyle zihnî
meşguliyetin çok olması; suçluluk ve günahkarlık hisleri içine girme; arkadaşlara
ve aileye düşmanca reaksiyonlar
gösterme; çalışmak için yetersiz olma, genel davranış örneklerinde bozulma ve
çöküntü. Görülebilen diğer semptomlar ise; uykusuzluk, baş ağrıları, adet
düzensizlikleri ve sevdiği kişinin ölümüne sebep olduğu düşüncesi içine girme
gibi semptomlardır. Bu safhanın tipik özelliği, ölümden başlayarak 6 hafta
süresince yoğun bir şekilde devamlı yaşanmasıdır, fakat semptomlar ilk yıl
süresince ara sıra devam edebilir.
Takip eden orta safha, ölen kişi
olmaksızın yaşayarak gerçeğe yönelme safhasıdır. Genellikle yaklaşık 1 yıl
sürer, bu safha süresince yas tutanlar, ölen kişiye veya onun ölümüne mana
vermeye çalışırlar. Ölen kişiye bağlılık, özellikle beklenilmediği anda meydana
gelen ölüm türünde daha güçlüdür.
Doğal
hale dönme safhası, geride kalan kişiyi kaybetme duygusunun tedricen azalmaya
başladığı ve yas tutan bireyin diğer insanlarla ilgi kurmaya çabaladığı ikinci
yılda başlar (Imara, 1984).
Yetişkinlerden ayrı olarak küçük
çocukların yas tutma yetenekleri çok kısıtlıdır. Çocuk, yetişkin gibi uzun süre
üzüntü ve acı içinde kalamaz. İçinden ne kadar tedirgin olsa da, yaslı görünümü
yoktur. Çocuk uğraşlarından ve oyunundan uzun süre geri kalamaz. Kimi çocuklar,
donmuş, uyuşmuş gibi davranırlar. Ağlaşanlara şaşkın şaşkın bakarlar. ölüden
söz edilirken duymuyormuş gibi davranır, soru soramazlar. Kimi çocuklar ölüm
karşısında, umursamazlıktan da öte ruhsal bir durum içine girer. Evde acı ve
üzüntü değil de bayram varmışçasına sevinçli, canlı ve yerinde duramaz olurlar.
Olmayacak şeyler isterler, yersiz güler, başsağlığına gelenlerin önünde aileyi
utandıran soytarılıklar yaparlar. Gerçekte çocuğun umursamaz davranışı, ne
sevgisinin yokluğundan, ne de üzüntü çekmeyişindendir. Bu davranış, kendini
ezip geçen bir vuruş (darbe) karşısında yadsıma yoluyla kendini savunmasıdır.
Çocuk aşırı tepki gösterme eğilimine girince, çok çeşitli ruhsal rahatsızlıklar
sergilerler: Gece korkuları, karabasanlar, iç sıkıntıları, tikler, bayılma ve
titreme nöbetleri, belirsiz bedensel yakınmalar, dalgınlık, okul başarısızlığı
ve çok çeşitli hırçınlıklar ya da davranış bozuklukları gibi (Yörükoğlu, 1980,
s.197).
Psikopatolojik
Tutumlar
Feifel ve Nagy (1980), ölüm olgusunun,
alkol ve uyuşturucu bağımlılığı, intihar ve kendine karşı saldırganlık gibi
hayatı tehlikeye sokan davranışlarla ilişkisi olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Ayrıca onlar, ölüm olgusuna ait tema ve fantazilerin psikopatolojide, göze
çarptığını belirterek, psikosomatik semptomlarda, bir çok psikotik hastaların
halusinasyonlarında ve had derecede bunaklıkta rastlandığını ifade etmişlerdir.
Adler (1983, s.299), bu ifadelerle örtüşen düşüncelerini ortaya koyarken,
intihar, delilik, saldırganlık, uyuşturucu ve alkol bağımlılığı gibi davranış
bozukluklarının ölüm gerçeği karşısında, hayatın sınırlı olmasından dolayı
insanın gösterebileceği psikopatolojik tepkiler olduğunu ileri sürer.
Ölüm olgusu karşısında geliştirilen
diğer bir patalojik tutum ise, ölü severlik, ölü aşkı'dır. "Vakitsiz ölen
her sevgilinin arkasından ağlanır, yas tutulur ve resmi ya bir albümde veya bir
oda duvarında kutsî bir fetiş olarak saklanır. Güzel kadınların ölümünden sonra
hep aynı canlı hayal ile yaşayan, evlenmeyen ve mahşer gününde yine mutlu bir
kavuşma bekleyen sadık kocalar ve karılar çoktur" diyen Adasal (1963,
ss.241-244), böyle bir davranışın aşırı doza çıkarıldığında, cinsel sapıklık
gibi psikolojik bir rahatsızlık olarak ortaya çıktığını ifade eder. Ölüseverlik
eğilimi olan insan, yaşamayan, ölü olan her şeye, cesetlere, çürümüş şeylere,
dışkıya ve pisliğe karşı ilgi duyan ve kendini kaptıran kişidir. Ölüseverler
hastalıktan, cenazelerden, ölümden söz etmekten hoşlanan kişilerdir. Yalnızca
ölümden söz ederken canlanırlar.
Ölüseverler geçmişte yaşarlar, hiçbir
zaman gelecekte yaşamazlar. İç dünyaları da doğal olarak duygusaldır. Soğuk,
herkesten uzak "kanuna ve düzene" tutkun insanlardır. Benimsedikleri
değerler, bizim normal hayatımızı oluşturan değerlerin tam tersidir. Onları
heyecanlandıran ve doyuran şey hayat değil, ölümdür (Fromm, 1979, s.38; geniş bilgi için bkz.
Fromm, 1985, c.II, ss.95-264).
KAYNAKLAR
ADASAL,
R. 1963. Cinsiyet,
Aşk, Evlilik. Ankara.
ADLER,
A. 1983. Kişilik
Bozuklukları ve Toplumsal Bütünleşme. Çev.:B.Çorakçı. İst.:Say Kit.Pa.
ALEXANDER,
I.E.& ADLERSTEIN, A.M. 1959. “Death and religion”. In H.
Feifel (Ed.) The Meaning of Death.
New York: Free Press. pp. 271-283.
ARIES,
P. 1991. Batılıların
Ölüm Karşısında Tavırları. Çev.: M.A. Kılıçbay. Ank.: Gece Yayınları.
AYDIN,
M.S 1990. Din
Felsefesi. İzmir: D.E.Ü. Yayınları.
BECKER,
H. & BRUNER, D.K. 1931. “Attitudes towards death and
the dead”. Ment.Hyg. 15: 828-837.
BİRAND,
K. 1987. İlk Çağ
Felsefesi Tarihi. Ank.: A.Ü. İlahiyat Fak. Yay.
BROMBERG,
W.R. & SCHILDER, P.
1933. “Death and dying”. Psychoanal.
Rev., 23:133-185.
--------------------
& --------------------. 1936. “The attitudes of
psychonevrotics toward death”. Psychoanal.
Rev., 23:1-25.
CANNON,
W.B. 1932. The Wisdom
of The Body. New York: Norton.
CAPRIO,
F.S. 1950. “A study of some psychological reactions during
prepubescence to the idea of death”. Psychiat.
Quart., 24:495-505.
CERNY,
L.J. 1977. “Death perspectives and religious orientation as
a function of christian faith with specific reference to being ‘born again’”. Disser. Abst. Int., 38:1872.
CHADWICK,
M. 1929. “Notes upon the fear of death”. Inter. Jou. of Psychoanaliysis,
10:321-334.
CÜCELOĞLU,
D. 1991. İnsan ve
Davranışı. İstanbul: Remzi Kitabevi.
EDMUNDS,
G.J. 1981. “An exploration of the relationships between a
religious perspective, meaning in life and death anxiety”. Disser. Abst. Int., 42:1601.
EFLÂTUN.
1943. Phaidon. Fransızcadan çev.:
H.R. Atademir- S.K. Yetkin. İst.: Maarif
Matbaası.
FEIFEL,
H. 1959. The
Meaning of Death. New York: McGraw-Hill.
-----------
& NAGY, V.T. 1980. “Death orientation and life-threatening
behavior”. Jou. of Abnormal Psychology, 89: 38-45.
FLORIAN,
V. & KRAVETZ, S. 1983. “Fear of personal death:
Attribution, structure, and relation to religious belief”. Jou. of Personality and Social Psychology, 44:600-7.
FREUD,
S. 1925. “Thoughts for the times on war and death: Our
attitudes toward death” Collected Papers,
(vol.:4) London: Hogart (1915).
FROMM,
E. 1979. Sevgi ve
Şiddetin Kaynağı. Çev.: Y. Salman-N. İçten. İst.: Payel Yayınevi.
-------------.
1985. İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri.
(II cilt), Çev.: Ş. Alpagut, İst.: Payel Yay.
-------------.
1991. Sahip Olmak Ya da Olmak. Çev.:
A. Arıtan. İst.: Arıtan Yayınevi.
GAZZÂLİ,
M.b.M. (Tarihsiz). İhya-u
Ulûmi’d-Din. Türkçeye çev.: M.A. Müftüoğlu, c. I-IV, İst.: Tuğra Neşriyat.
GEÇTAN,
E. 1990. Varoluş ve
Psikyatri. İst.: Remzi Kitabevi.
---------------.1992.
Çağdaş Yaşam ve Normaldışı Davranışlar.
İst.: Remzi Kitabevi.
GLASER,
B.G. & STRAUSS, A.L. 1965. Awereness of Dying. Chicago: Aldine Pub. Co.
GOLDSTEIN,
K. 1940. Human
Nature. Cambridge, Mass.: Harvard.
HICK,
J.H. 1976. Death and
Eternal Life. New York: Harper&Row.
-----------.
1990. “Değişen ölüm sosyolojisi”. Çev.: T. Koç. Kayseri: E.Ü.İlahiyat Fak. Der. Sayı:7, ss.235-249.
HOLMES,
T.S. & HOLMES, T.H. 1970. “Short-term intrusions into
life-style routine”. Jou. of
Psychosomatic Research, 14: 121-123.
HORNEY,
K. 1980. Çağımızın
Tedirgin İnsanı. İst.: Tur Yayınları.
HÖKELEKLİ,
H. 1991. “Ölüm ve ölüm ötesi psikolojisi”. Bursa: U.Ü. İlahiyat Fak. Der., 3:151-165.
----------------------.
1992. “Ölümle ilgili tutumların dinî davranışla
ilişkisi üzerine bir araştırma” (I-II). Bursa: U.Ü. İlâhiyat Fak. 4: 57-98.
IMARA,
M. 1984. “Death”. Encyclopedia
Americana (I-XXX). 8:565-569.
İBN
MİSKEVEYH. 1398. Tehzibu'l-Ahlâk.[Ahlâkı
Olgunlaştırma (1983). Çev.: A. Şener, İ. Kayaoğlu ve C. Tunç. Ank.: Kültür
ve Turizm Bak. Yay.
KIERKEGAARD,
S. 1953. Fear and
Trembling and The Sickness unto Death. New York: Doubleday-Anchor.
KÜBLER-ROSS,
E. 1977. On Death
and Dying. (Dokuzuncu baskı). New york: MacMillan.
--------------------.
1987. Büyümenin
Son Aşaması Ölüm. Çev.: N. Nirven İst.: Ruh ve Madde Yay.
LEMING,
M.R. 1976. “The relationship between religiosity and the
fear of death”. Dissertation Abst. Int.
36: 7674.
LERNER,
M. 1970. “When, why, and where people die”. In O.G. Brim
ve Ark. (Eds.), The Dying Patient.
New York.
MARTIN,
D.& WRIGHTSMAN, L.S. 1965. “The relationship between
religious behavior and concern about death”. The Jou. of Social Psychology, 65: 317-323.
MCMORDIE,
W. 1981. “Religiosity and fear of death: Strength of
belief system”. Psychological Reports,
49: 921-922.
MEYER,
J.E. 1975. Death and
Neurosis. New York: Int. Uni.
MIDDLETON,
W.C. 1936. “Some reactions toward death among college students”. Jou. Abnormal of Social
Psychology, 31:165-173.
NAGY,
M. 1938. “The child and death”. Psychological Studies of the University of Budapest, 2: 152-157,
192-194.
OSARCHUK,
M. & TATZ, S.J. 1973. “Effect of induced fear of death on belief
in afterlife”. Jou. of Personality and Social Psychology, 27:
256-260.
PATTISON,
E.M. 1974. Help in
The Dying Process. American Handbook of Psychiatry, I.N.Y. Basic Books.
RHEINGOLD,
J.C. 1967. The
Mother, Anxiety, and Death: The Catastrophic Death Copmlex. Boston: Little,
Brown.
SABOM,
M.B. 1992. Ölüm
Anıları. Çev.: E. Konyalıoğlu. İst.: Ruh ve Madde Yay.
SCHILDER,
P. 1936. “The attitudes of murderers toward death”. Jou. Abnormal and Social Psychology, 31:
348-363.
--------------------
& WECHSLER, D. 1934. “The attitudes of children toward death”. Jou. Genet. Psychology, 45: 406.
SONTAG,
S. 1978. Bir
Metafor Olarak Hastalık. Çev.: İ. Murat. İst.: B/F/S Yay.
SORIOS,
S.1982. Hasta ve
Normallerde Yaşam Olaylarının Stres Verici Etkilerinin Araştırılması.Yayınlanmamış
Doçentlik Tezi. İzmir.
SULLIVAN,
H.S. 1946. Conceptions
of Modern Psychiatry. Washington: William Alonson White Psychiatric
Foundation.
TEMPLER,
D.I. 1972. “Death anxiety in religiously very involved
persons”. Psychological Reports,
31:361-362.
----------------
& RUFF, C.F. 1971. “Death anxiety scale means, standard
deviations, and embedding”. Psychological
Reports, 29: 173-174.
THOMAS,
L.V. 1991. Ölüm.
Çev.: I. Gürbüz. İst.: İletişim Yayınları.
WILLIAMS,
R.L. & COLE, S. 1968. “Religiosity, generalized anxiety, and
apprehension concerning death”. The Jou.
of Social Psychology, 75: 111-117.
YÖRÜKOĞLU, A.
1980. Çocuk Ruh Sağlığı. Ank.:
Türkiye İş Bankası Yayınları.