|
New York ve Washington'daki terör eylemleriyle ilgili 'aykırı' yazılar yazıyorum. Bu yüzden, görüşlerine değer verdiğim bazı dostların nâzik uyarılarına muhatap oldum. "Hadi canım, olmaz öyle şey" ile başlayıp artan itirazlar bunlar...
ABD'yi 'içeriden' bilen dostlarım, "Herhangi bir katakulli olduğunda, Amerikan basını didik didik eder, onu ortaya çıkartır" iddiasındalar. Amerikan basını ile ilgili 'saygınlık' tespitlerini paylaşmakla birlikte, basının gizlenen gerçekleri her zaman ortaya çıkartabildiği ve öğrenir öğrenmez duyurduğu konusunda onlar kadar emin değilim. ABD'de basın, yönetimin "Sır kalsın" kararını verdiği konuları fazla kurcalamaz... Amerikan toplumu, Başkan Roosevelt'in tekerlekli sandalyeye mahkum olarak görev yaptığından, ancak Beyaz Saray'ı boşalttığında haberdar oldu. Bill Clinton'a kadar, Amerikan basını, başkanların gönül eğlencelerini haber konusu yapmadı.
Bir tartışma programında, 'derin devlet' ile neyin kastedileceğini en iyi bilmesi gerekenlerden, 28 Şubat sürecinde önemli roller oynamış Kemal Yavuz, "Kennedy'i Amerikan derin devleti öldürdü" dediğinde, aklımda dostlarımın serzenişi olduğundan, bir an için donuverdim... Üzerinden neredeyse 40 yıl geçmiş olmasına, yönetmen ve senarist Oliver Stone filmini yapmasına rağmen, Amerikan basınında, "Başkan Kennedy devlet içi bir hesaplaşma sonucu hayatını kaybetti" tespitine varmama sebep olacak tek bir haber veya yorum okuduğumu hatırlamıyorum.
Daha garibini de okuyun: "Hitler'in altı milyon Musevi'yi gaz odalarında yok ettiği" bugün hiç tartışılmayan, tartışılmasına tahammül edilmeyen bir konu değil mi? Oysa, dünya, bu 'gerçek' ile, İkinci Dünya Savaşı'nın devam ettiği uzun yıllar boyunca yüzleşmedi. Kendisi de Musevi asıllı ve Hitler'in zaptettiği Orta Avrupa'dan kaçarak ABD'ye sığınmış biri olan Max Frankel, anılarında ("The Times of My Life and My Life With the Times"), yayın yönetmeni olacağı New York Times'ın bu konuda yıllarca suskun kaldığını yazıyor. New York Times'ın Musevi asıllı sahibi Adolph Ochs'un, Birinci Dünya Savaşı sırasında da, Musevilerin mâruz kaldığı muamelelerle ilgili haberlerden uzak durulmasını istediğini yine Max Frankel kayıtlara geçirmekte (s. 399).
İkinci Dünya Savaşı'nda Museviler'in başına gelenlere uzun yıllar sessiz kalınmasını işleyen "The Terrible Secret: An Investigation into the Suppression of Information About Hitler's 'Final Solution" ("Korkunç sır: Hitler'in 'nihâî çözüm'ü hakkında bilgilerin bastırılmasıyla ilgili bir soruşturma"; London: Weidenfeld and Nicolson, 1980) yazmış olan Walter Lacquer de aynı kanaattedir. Bir Musevi'nin sahibi olduğu gazetede Museviler'le ilgili karartma yapılırsa, başka inançlılar söz konusu olduğunda, haberlerin başına ne gelir, varın siz düşünün...
Son saldırıyla arasında paralellik kurulduğu için Pearl Harbor konusu yeniden gündeme geldi: ABD yönetimi, Japonya'nın Pasifik'teki askeri üsse yapacağı baskından önceden haberdardı ve barışçı Amerikan halkını savaşa ikna etme fırsatı verdiği için buna müsaade mi etmişti, yoksa istihbarat yetersiz olduğu için bir sürprizle mi karşı karşıya kalınmıştı? Çok sayıda Amerikalının hayatına mal olmuş 60 yıl önceki bir baskınla ilgili sorunun cevabı bugüne kadar alınamadı, biliyor musunuz? Belgeler ortaya koyarak "Baskın biliniyordu" diyenler var, ancak 'resmi tarih' o söylenenlere itibar etmiyor...
Her konunun üzerine gidip ıcığını cıcığını çıkarmayı bilen Amerikan basınının basireti, iş 'devlet sırrı'na dayandı mı, nedense bağlanıveriyor. Vietnam'la ilgili 'Pentagon belgeleri'nin yayını üzerine kopan kavgayı da hatırlayalım.
Kulis'e taşıdığım terör eylemleriyle ilgili soru işaretlerinin hepsi, hassas olduğunu sandığım gazetecilik filtremden geçmiş, çoğu Amerikan basınından derleme, kaynakları özenle belirtilmiş haberlere dayanıyor. Amerikan basını 11 Eylül saldırılarında bir şeylerin fena halde yanlış gittiğinin farkında elbette; farkında olmasaydı, serinkanlı bir haberin içine müthiş kuşku uyandıracak bir kaç paragraf yerleştirir miydi? "Terörist" diye takdim edilen nicesinin ya ölü, ya da sağ ama olay mahallinden binlerce km uzakta olduğunu, bazısının Amerikan üslerinde eğitim aldığını, karakutuların başına gelenleri hep Amerikan basınından öğrendik. Kimbilir daha neleri yine Amerikalı maslektaşlardan öğreneceğiz?..
Beynimin zonklamasını engelle engelleyebilirsen: Çok uzun yıllar süreceği 'müjdesini' verdiği ve adını 'savaş' (hatta 'Haçlı Savaşı') koyduğu yeni süreci başlatmakta Başkan Bush'un bu kadar acele etmesinin sebebi, şimdiden uç vermeye başlamış garipliklerin medya tarafından deşilmesinden önce dikkatleri başka yöne çekme gayreti olmasın? Biliyorsunuz, savaş durumuna geçildiğinde, basın için farklı ve disiplinli bir düzen de kendiliğinden geliyor... Bunun son örneğini Körfez Savaşı sırasında yaşamıştık; pek çok Amerikalı meslektaş, o günlerde yaşadıklarından, yıllar sonra, "Gerçekleri yamultmamız istendi, biz de yapmak zorunda kaldık" diye şikâyetçi olmuştu...
Dostlarım şuna emin olsunlar: Onların dehşetini ben de paylaşıyorum, benim yazılarımı okurken onların dehşete kapılmaları da zaten bu yüzden... Çünkü yaşananlar 'dehşetengiz' olaylar...