Çokluğun yalın halinden
uzakta...
Çok değil kalabalığız. Yalın değil çıplağız.
Çokluğun yalın halinden epeyce
uzaktayız. Ellerimiz kirli. Ellerimizi altına tuttuğumuz
sular kirli.
Ellerimizi yıkamak isterken kirletiyoruz en çok.
Dışımızın karanlığından içimiz sıkılıyor. Ama
aynı içimiz, hiç sıkılmıyor
içimizin karanlığından.
Birşeyleri anlatamıyorsak, bu daha çok, o şeyleri
anlamak istemediğimizden
oluyor.
Anlamlı olana ulaşmak için konuşmuyoruz çoğu zaman.
Hayatın ağır katarını
itelemek sadece derdimiz.
Aynalara ihtiyacımız kalmadı. Çünkü baktığımız
bütün yüzler, bir anlamda
bizim yüzümüz.
Çocuklarımıza sinirleniyoruz. Çünkü onlar cesaretle
konuşmayı sürdürdükçe,
bizim yaşamazlığımız gizlenemez hale geliyor.
Ölümden neden korktuğumuzu açıklayacak birçok neden
bulabiliyoruz. Ama
hayatı neden bu kadar tutkuyla sevdiğimizin bir açıklaması
yok.
Ne zaman bir suç yüksek sesle dile getirilse, bağırarak
masum olduğumuzu
söylüyoruz. Oysa masumiyet bir fısıltıdır.
Başardığımızı düşündüğümüz şeylerin çetelesini
başkaları ile birlikteyken
ayrı, kendi başımızayken ayrı tutuyoruz. İkinci çetele
hep daha uzun oluyor.
Kime sorsanız dünyadan umudu kesmiş durumda. Peki
neden kimse aynı
kesinlikle kendinden umudu kesmiyor?
Pisliğin giyecek tek bir elbisesi olduğuna inanmak
istiyoruz. Çünkü bu
varsayım, pisliğin başka kılıklarda yanımıza yaklaşmasını
mümkün kılıyor.
Herşeyi en kısa zamanda unutmak ümidiyle öğreniyoruz.
Herşeyi unutulur
ümidiyle söylüyoruz. Seslendirilmemiş bir hafızasızlık
andı içmişiz
aramızda.
Ortaya bir şey koyamayacağımızı bildiğimizden yarını
hiç konuşmuyoruz. Hem
yarını konuşsak, bugünü de konuşmamız gerekecek.
En karmaşık hesapları bile çözebilecek kadar
ilerlettik matematik ilmindeki
performansımızı. Ama ruhlarımızdaki hesap ve pazarlıkları
göremiyoruz yine
de.
Kimse kimseye güvenmiyor aslında. Ve kimsenin kimseye güvenmesi
için de
pratik bir neden yok ortada!
Hatır sormalar gündelik olağan tekerlemeler olarak çıkıyor
ağızlardan. Biri
sıradışı bir cevap verdiğinde, herkesin canı sıkılıyor
bu cevaba.
Sevgilerin kalıplara dökülmüş o kadar çok hazır cümlesi
sürüldü ki piyasaya,
kimse kendi sevgisinin sözcüklerini aramaya ihtiyaç
duyamıyor.
Uzun sürmüş bağlılıkların varlığı, neredeyse
sadece seçeneksizliklerle
açıklanabiliyor artık. Oysa asıl seçeneksizlik, hiçbir
şeye bağlanamamaktır.
Gerçekte kimsenin günlerini renklendirecek parlaklıkta
bir fikri yok. Bu
yüzden sıradan fikirlere parlaklık kılıfı geçiriliyor
mecburen.
Erdemi, erdemsiz ortamlara yakıştırarak kaldırdık
tedavülden. Şimdi
kendimizi erdemsiz ortamlara yakıştırmakta bir sakınca
görmüyoruz bu yüzden.
Mağdur değil mağlubuz. Doğru değil yanlışız. Gerçeğin
yalın halinden epeyce
uzaktayız.
Gökhan ÖZCAN (Yenişafak, 8.2.2000)
|