Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!

tasavvuf nedir


  Seyyid Abdülhakim Hüseyni (BİRİNCİ SOHBET)   İnsan hep iyilerle bulunmalı, iyilerle arkadaşlık yapmalıdır. İyilerle bulunmanın menfaati ebediyete kadar devam eder. İşte Eshabı Kehf'in köpeği. Köpek olması münasebetiyle haram, necisülayndır. Islakken dokunduğu yerin temizlenmesi için yedi defa yıkamak lâzım gelir. Çünkü haramdır ( 1 ) . Fakat iyilerle kaldığı için, Allah-u Teâlâ, onu beraber kaldığı iyilerin hürmetine cennetlik yaptı. Haram ve necisülayn olduğu halde cennetlik oldu ve cennette de iyilerle beraber bulunacak. Halbuki Nuh Peygamberin oğlu, Ulü'l-azm bir Peygamber oğlu olduğu halde kâfirlerle arkadaşlık yapıp onlarla beraber bulunduğu için imanını kaybetti. Rabbü'l-Alemîn de onu kâfirler zümresinden yazdı. Peygamber oğlu olduğu halde kâfirlerle ardakaşlık yapmaşından dolayı son nefeste küfür üzerine, imansız olarak gitti ve Cehennemlik oldu. Öte taraftan haram olan bir köpek ise Cennetl'ik oldıı. Çünkü iyilerle beraberdi, onlardan ayrılmadı.   Bu mevzuda Peygamber (S.A.V.) şöyle buyuruyor: İnsan her kimi seviyorsa (Kıyamette de) onunla beraber (haşr olacak kiminle arkadaşsa Haşirde de onunla arkadaş olacaktır.) Öyleyse kimlerle arkadaş olmamız lâzım geldiğini, kimleri sevmemiz icap ettiğini bilmemiz lâzım; dolayısıyla Hazret'i sevmemiz, şeyhleri sevmemiz, Sâdât'ı sevmemiz lâzımdır ki, Kıyamet gününde de onlarla beraber olup sevdiğimizden menfaat görmüş olalım. Düşmanlarına bile iyilik yapan, onlara ihsanlarda bulunan Rabbü'l-Alemîn çok büyüktür. Kâfirler ki Allah'ın münkirleridir, Allah'ı inkâr ederler, dolayısiyle Allah'ın düşmanlarıdırlar, onlara bile iyilik eden, mal veren, evlât veren, dünya keyfi ve zevki . veren Rabbü'l-Âlemîn nasıl olur da dostlarına, yüzünü Allah'a çevirip onu seven kimselere iyilikde bulunmaz, onlara nimetler verip ihsan etmez?   İnsan kendisine fenalık eden, düşmanlık yapan kimselere, elinden geldiği kadar kötülük yapmak ister. Halbuki çok büyük olan Allah-u Teâlâ kendisini inkâr eden düşmanlarına bile ihsanlarda bulunurken, tabii ki dostlarına da ihsanlarda bulunacak, yüzünü ona çevirip onu sevenlere de ikramlarda bulunacaktır. Her kim ki, Allah'a doğru bir adım atarsa, Allah da ona on adım yaklaşır. Her kim ki yüzünü Allah'a döndürürse Allah da ona yüzünü döndürür. Fakat her kim Allah'a sırt çevirirse, şüphesiz Allah da ona sırt çevirir. Demek ki herşey insanın elindedir. Çünkü Allah-u Teâlâ insana cüz'î ihtiyar vermiş ve doğru yolu da göstermiştir. Doğru yulu tutup o yoldan giden herkes Allah'a kavuşur. Fakat eğri yoldan giden kimse ise kendini helâk etmiş olur. Böylece en büyük düşmanlığı kendi kendine yapmış olur. Haşa Allah kimseye kötülük yapmaz. Haşa Allah kimseye zulmetmez. İnsan kendi nefsine zulüm yapmakta, kendi nefsine kötülük etmektedir. Dünya ve âhirette olan her şeyin, hatırı için yaratıldığı Peygamber (A.S.V.) her an için taat ve ibadette bulunurdu. Peygamber (A.S.V.) o kadar büyük halk edilmiştir ki, O'nun şefaati olmasa Kıyamet günü hiçbir Peygamber bile Cennete giremez. Hal böyle iken O'nun şefaati olmadan başkaları nasıl Cennete girebilir? Bütün Cennete girecekler ancak ve ancak O'nun şefaati neticesi Cennete girebileceklerdir. İşte bu kadar mükerrem yaratılmış olan Peygamber (A.S.V.) devamlı olarak Allah'a tâât ve ibadette bulunurdu. O kadar ibadet ederdi ki, ibadetinin çokluğundan mubarek dizleri şişerdi. Bununla beraber Rabbü'l-Alemin: (Emrolunduğun şekilde dosdoğru hareket et.) diye buyurmuştu. Bu hitap Peygamber ve şahsında bütün ümmete gelmektedir. Demek ki biz ümmet-i Peygamber (A.S.V) de Allah'ın emrettiği ve Peygamberin (A.S.V.) tebliğ ettiği şekilde hareket etmemiz lazımdır. Öyleyse insan bu çok aziz ve kıymetli ömrünü Allah yolunda, Allah rızası uğrunda harcamazsa, salih amellerle tüketmezse çok yazık etmiş olur. Çünkü insanın bu kadar kıymet verdiği aziz ömrü, mutlaka ihtiyarlık gelip, hastalık gelip tükenecek, neticede de toprağın altına girecektir. Sonu böyle olunca artık insan ömrünün ne kıymeti kalır? İnsan, ancak yüzünü Allah'a çevirip, O'nun dostluğunu kazanmak suretiyle ömrünü değerlendirebilir. Allah'ın fazlından nihayetsiz istifade eder; dünyada da rahat eder, kabirde de rahat eder, haşirde de rahat eder ve nihayet Cennette ebedi rahata kavuşur.   Allah'ın emrine uymayan ise ebedi olarak zahmet çeker. İnsanın aklı vardır, deli değildir. Dünya işlerinde kimse insanı kolay kolay kandıramaz. Kimse kolay kolay hile yapamaz insana. Halbuki âhiret işinde çabuk aldanıyor. Şeytan hileler yaparak çok çabuk insanı kandırabiliyor. İnsanın Allah yolunda da akıllı olması icap eder. Nasıl dünya muamelesinde insan aldatılamıyorsa âhiret işinde de aldatılmamalıdır. Yüzünü Allah'a döndürmeyen kimse aslında delidir. Halbuki insan kendini çok akıllı zannetmektedir. Bir zamanlar bir padişah vardi. Çok muazzam, mükellef bir köşk yaptırmıştı. İçini her türlü dünya süsleriyle, ziynetleriyle donatmıştı. Bir gün o taraflara Allah dostlarından birinin yolu düştü. Padişah ihtimamla yaptırdığı sarayını o Allah dastuna da göstermiş, o Allah dostunu da sarayında gezdirmiş ve sormuştu: «Nasıl, sarayım güzel olmuş mu? Beğendin mi sarayımı? Allah dostu ona şu cevabı vermişti: «Padişahım, sarayında iki büyük ayıp var. Ben iki büyük ayıp gördüm sarayında.» Padişah bu cevaba sinirlenmiş, kızmış: «Nasıl olur da sarayımda iki ayıp görebiliyorsun? Ben hiçbir noksan bırakmadım. Onu dünyanın altın ve gümüşlerini harcayarak süsledim. Senelerce emek verip bütün gücümü bu sarayın yapımında kullandım. Sen ise iki büyük ayıp gördüğünü söylüyorsun.» Allah dostu olan zat cevaben, «Darılmayın padişahım. Sizin sarayınızda gerçekten iki büyük ayıp vardır: Birincisi, yapılan saray birgün yıkılacak; bunca emek boşa gidecek. İkincisi ise bu sarayı binbir ihtimamla yapan zat da nihayet ölecek; sarayı bırakıp gidecek.» deyince, padişah o zaman hakikatı görebilmiş, başlamış ağlamaya. «Çok doğru diyorsun.» demiş. «Gözümüz kör olmuştu, böyle bir gerçeği göremedik. O köşk, o saray yıkılacak. Sonunda toprağa karışacak. Ne kıymeti olabilir? Ve o saray ki yaptıran sahibi ölecek. Artık o neye yarar? Hakikat böyledir. Biz bu iki büyük ayıbını maalesef görememişiz.» Şeyh Fethullah Verkanisî (K.S.) iki kardeştiler. Bir kendisi, diğeri kardeşi Şehmuz. Şeyh Fethullah kendisine yol olarak ilim tahsilini seçti. Medreseye gitti. Daha sonra Seyda-i Taği Hazretlerine gidip ona intisab etti. Seydaya hizmette bulunarak sâdâtı Nakşibendi'nin arasına karıştı. Sâdât-ı Nakşibendi olduğu içindir ki, kıyamete kadar, bu tarikatı Nakşibendî durduğu müddetçe, ohun amel defteri kapanmayacak; kıyamete kadar ismi anılacak, kazancı yazılmaya devam edecek.  

Kardeşi Şehmuz ise aksine dünyaya yöneldi. O da dünya cihetinden ilerledi. O kadar zengin oldu ki; her vilâyette bir mağazasını bulmak mümkündü. Bankalarda o zamanın parasıyla, banknot hariç kırk bin altını vardı. Bu kadar zengindi. Fakat sonunda, bu kadar zenginliğine rağmen, kıtlık yıllarında açlıktan öldü. Hatta kefen alacak para bulamadıklarından yorganının yüzünü söküp ona kefen yaptılar. Bugün için ismi kayboldu. Hiç kimse Şehmuz diye birinin yaşayıp yaşamadığını bilmemektedir. İşte dünyanın sonu. Dünyaya bel bağlamanın neticesi. Bunca zenginliği kendisine fayda vermediği gibi, öldüğü zaman kefen bile bulamadı. Kardeşi Şeyh Fethullah ise yüzünü Allah'a çevirdiği için Allah ona kerem etti, lütfetti ve onu Sâdât-ı Nakşibendî'nin arasına aldı. Kıyamete kadar ismi anılacak. Her gün ona belki onbin, belki de yirmibin Fatiha okunmaktadır. Nakşibendî yolu olduğu müddetçe, tâ kıyamete kadar böylece devam edecektir. İşte böyle, Allah yolunda gidenlerin zahmetleri kaybolmaz. Dünyada da, âhirette de zahmetleri boşa gitmez. Menfaatleri, ticaretleri ebedü'l ebed devam eder. Keşif ehli bir kimse bir gün Gavsı Hizanî'ye (K.S.A.) gelip, «Kurban, kabristanımızda hristiyanlar vardır» demiş. Gavs, «Nasıl, hristiyan var?» deyince, «Kurban kabristanda yüzleri değil de sırtları Kıbleye çevrilmiş olan mevtalar gördüm.» karşılığını almış. Gavs (K.S.A.) tebessüm ederek, «Hayır, onlar kâfir değil, müslümandırlar. Onların dünyaya karşı aşırı muhabbetleri olduğu için, melekler onların yüzünü Kıble'den çevirip sırtlarını Kıble'ye getirdiler. Dünyaya olan muhabbetleri yüzünden öyle oldular.» buyurmuştur. İnsanın sevgisinin tamamı Allah olmalı, Allah'tan gayri hiçbir şeye muhabbet beslememalidir. Çünkü Allah-u Teâlâ yalnız kendisinin sevilmesini, yalnız Zâtına muhabbet edilmesini arzu eder. Başka şeyin sevilmesine, başka şeye muhabbet beslenilmesine asla razı değildir. Ancak Allah muhabbeti, Allah dostluğu, Allah sevgisi kazanıldıktan sonra insan her şeyden yana rahata kavuşur. Dünya da rahat olur; kabir de rahat olur; haşirde rahat olur; herşey, herşey rahat olur.

  Kazançların en kârlısı Allah dostluğudur. Yüzünü Allah'a çevirip Allah dostluğu kazanan kimseye eziyet olmaz. Nemrud'un ateşe atıp yakmak istediği İbrahim Peygamber (A.S.) da Allah dostlarındandı. Nemrut dağlar kadar odun yığmış, ateş yakmıştı. Öyle bir ateş ki kimse yanaşmaya muktedir değildi. Onun için dağda bir mancınık kurup Hz. İbrahim'i mancınıkla ateşe attılar. İbrahim Peygamber ateşe atıldığı sırada Cenab-ı Hak, Cennetten bir taht getirtip ateşin içine kurdurdu.İbrahim (A.S.) ateşin içinde oturdu da asla ateş onu yakamadı. Çünkü Rabbü'l-Alemin ateşe, (Biz ateşe «Ey ateş, İhrahim'e selametli bir serinlik ol!» dedik) (Enbiya: 79) diye emir buyurmuştu Ateş de yakmadı, yakamadı. Zaten yakan ateş değil ki. Yakan Allah'tır Ateş ise Rabbü-l Âlemîn'in vazifeli bir memurudur. Eğer ateş yakıcı olsaydı Hz İbrahim'i de yakardı. Çünkü o da etten, kemikten, sinirden yaratılmıştı. Bizim gibi bir insandı. Eğer ateş yakıcı olsa Cehennem zebanilerini de yakması lâzım gelir. Halbuki vazifeli olan zebaniler devamlı Cehennem'de ateştedirler. Ama ateş onlara zerre kadar zarar veremez. Rahatsız edemez onları Demek ki yakan ateş değildir. Ateş ancak almış olduğu emre göre hareket eden bir memurdur sadece. Meselâ, Seyyid Ahmed er-Rufâî (K.S.A.) Hazretleri'nin tarikatinde olan müridleri de yanan tandırın içine girerler, fakat ateşten zarar görmezlerdi.


Gavs (K.S.A.) bir sohbetlerinde şöyle buyurdular: «Eğer irşad etmek vaaz ve nasihatla olsaydı, çok güzel vaaz eden, nasihatta bu-lunan hocaların, mollaların etrafında cemaatlerin bulunması, onları irşad etmesi icap ederdi. Halbuki hiç de öyle değil» Demek ki, bu ış zahirî değil. Bu iş, yani kulluğa davet vaaz ve nasihatla değildir. An-cak ve ancak sâdâtın manevî tasarrufu tesir ve irşada sebeptir. Yine Gavs (K.S.A.) bir sohbetlerinde şöyle buyurdular: «Bir şeyhe sormuşlar: (İşiniz nedir, sanatınız redir, siz neyle meşgul oluyorsunuz?) di-ye. Demiş ki: (Bizim işimiz çözmek ve bağlamaktır.) (Nasıl çözmek ve bağlamak Kurban?) diye sorduklarında şöyle cevap vermiş: «Bize gelenlerin kalplerini dünyadan çözer, âhirete bağlarız.

Gavs-i Hizanî Hazretleri'nin huzurunda cezbe ve harareti çok kalabalık bir cemaat her zaman bulunurdu. Cezbe, hararet ve muhabbetin çokluğundan kimse huzurunda normal olarak oturamazdı. Hal-buki Gavs (K.S.) fazla sohbet de etmezdi; umumiyetle sükut ederdi. Fakat tasarrufu maneviydi. Manevî tasarrufta bulunurdu. Bir seferinde oğlu vaaz ve nasihat etmek için müsaade ister. Müsaade alır ve sohbete, vaaza başlar. Allah'tan bahis eder. Bir iki saat kadar vaaz eder. Hiç kimsede ses yok, muhabbet ve cezbe emaresi görülmez. Soh-bet biter. Babası Gavs-i Hizanî Haydi, kalkın Kamet getirin der demez, cemaatin içinde bir feryadu figan kopar. Gavs'ın oğlu hayrette kalır: «İki saattir sohbet ediyorum, hiç kimsede ses yok. Babam (hay-di, Kamet getirin) diyor. Bütün millet cezbeye kapılıyor.»

Bir tarihte Bitlis'te Gavs'a itirazda bulunmuşlar: «Kim biliyor Gavs olduğunu; delili, alâmeti nedir? diye fikir serdetmişler. Orada hazır bulunan Bitlis müftüsü, «Ben biliyorum onun Gavs olduğunu. Delilim de şudur onun Gavslığına: Ben de âlimim, ilmim var. Bir şehrin müftüsüyüm. Ulu Cami'e gidiyorum, bir iki saat vaaz ediyorum. Vaazım bitip camiden çıktığım zaman arkamdan bir kişi bile gelmiyor. Bastonumdan başka bana yoldaşlık eden bulunmuyor. Halbuki Şeyh Abdülhalim çok az sohbet edip de kalktığı zaman arkasından en az yüz kişi de beraber kalkıyor. Bu Gavslık alameti değil de ya nedir? Biz âlimiz, bizim de ilmimiz var. Gerek halk yanında, gerekse resmî yerlerde sayılır ve seviliriz, itibarımız var. Ben vaaz ettiğimde camiden bastonumdan başka benimle çıkan olmuyor. Ama onun yüzlerce kişi peşindedir. Gavslık için bundan daha büyük delil olur mu?» diye itiraz edenleri ikna etmiş oldu.

İşte böyle... Eğer zahiri tasarrufla olsaydı, bunca kuvvetli vaizler, Alimler, gayet güzel vaaz ve nasihat ederek, Allah'ı anarak sohbet ederken birçok kimseyi de irşad etmeleri gerekirdi. Halbuki öyle olmuyor. Çünkü irşad işi tamamen manevi tasarrufladır.

İnsan tarikata girince bunları daha iyi anlıyor. Huyunun, ahlakının değiştiğini, hiçbir cebir olmadan dünyadan kesilip âhirete bağlandığını, dünyadan soğuduğunu, Allah bahsi sohbetinin her şeyden daha şirin olduğunu, tâât ve ibadetin hoş geldiğini insan hemen hissediyor. Bütün. bunlar da ancak manevi tasarrufla olur.

Seyda Abdurrahman Tâğî Hazretleri henüz tarikat almamışken Gavs-i Hizani için; «hakikaten Gavs midir acaba? Bir ziyaretine gidip de baksam» diyor. Gitmeden de tasavvuf kitaplarını karıştırarak Gavslık alâmetlerini okuyor. O sırada Gavs-i Hizanî (K.S.) bir mollasını çağırıyor, «Evlâdım, diyor, var, Norşin'e doğru git, orada Abdurrahman'ı gör, kendisiyle görüşmek istediğimi söyle, misafirlerim . çoktur, onun için benim gitmem mümkün değil, lütfen kendisi buraya kadar zahmet etsin.» Molla derhal kalkıp Abdurrahman-ı Tâğî Hazretleri'nin köyünün yolunu tutuyor. Soruyor soruşturuyor, Haz-ret'i bulup geliş sebebini anlatıyor. Diyor ki: «Beni Gavs gönderdi. Misafirlerinin çokluğundan kendisi gelemedi. Sizinle görüşmek istiyor, köyüne davet ediyor sizi.» Abdurrahman-ı Tâğî hz, «Vallahi ben de ziyaretine niyet etmiştim. Kal, sabah olsun, beraberce gideriz.» diyerek gelen mollayı o gece misafir ediyor.

Sabah yola beraber çıkıyorlar Gelmekte olduklarını Gavs haber alınca müridleriyle beraber karşılamağa çıkıyor ve köyün dışındaki bir tepenin üzerinde beklemeye koyuluyor. Abdurrahman-ı Tâğî Haz-retleri ise yolda gelirken tasavvuf kitaplarında gördüğü Gavslık alâmetlerinden «Yağmur yağınca Gavslar yağmurdan ıslanmaz» ibaresini duşünerek köye yaklaşmaktadır. Mevsim bahar, gökte en utak bulut kümesi bile yok. Nihayet köye vasıl olup Gavs Hz. ile buluşuyorlar. Hemen orada tepenin üzerinde oturarak sohbete koyuluyorlar. Az bir zaman sonra gök gürleyip, şimşekler çakarak sağanak halinde yağmur yağmaya başlıyor. Oysa ki havada Hiç bulut yoktu az evvel. Sığınacak bir yer olmadığı için iyice ıslanıyorlar. Tam bu sırada Abdurrahman-ı Tâğî Hazretleri'nin aklına tasavvuf kitaplarında gördüğü (Gavslar yağmurdan ıslanmazlar) ibaresi geliyor. Başını kaldırıp Gavs-i Hizanî Hazretleri'ne baktığında ne görsün, üzerinde en ufak bir ıslaklık bile yok, sanki hiç yağmur yağmıyor. Gördüğü manzara karşısında kendinden geçip bir nara atarak derhal oradan uzak-laşıyor. Gavs-i Hizanî'ye, «Kurban, Molla Abdurrahman gitti» denilince, «Bir şey olmaz, sâdâtın himmetiyle o tekrar gelir.» buyuruyor.» Hakikaten az bir zaman sonra tekrar geliyor, hem de bir daha geri dönmemek üzere. İşte böyle... Eğer manevî tasarruf, manevi kuvvet olmasaydı böyle bir teslimiyet, böyle bir bağlılık olmasına imkan bulunur muydu?

Hazret-i Norşinî (Şeyh Muhammed Diyauddin) bir ara. hastalanmış, bir müddet için cami'e gidememiş, evden çıkamamıştı. Bir magrip namazında, rabıtadan sonra haber gönderip mollaları eve çağırmış. Bütün mollalar neşe içinde eve koşmuşlar. Öyle ya mürşidlerini uzun müddet görememişler, bir müddetten beri ondan uzak kalmışlar. Huzura varmışlar, Hazret müsaade verince oturmuşlar ve bekle-mişler. Hazretten ise hiç ses yok, zerre kadar kimseye iltifat etmiyor, sakin ve sessiz. Bir saat kadar oturduktan sonra Hazret, «Haydi, size müsaade verdim, gidebilirsiniz.» diye mollaları gönderiyor. Huzurdan çıkan bazı mollalar üzüntülü üzüntülü konuşuyorlar: Sohbet olacak diye ne kadar sevinmiştik. Halbuki Hazret hiç konuşmadı. Nasıl geldiysek öyle de dönüyoruz, diye dertleşiyorlar. Bunları işiten Hazretin hanımı, çocuklarına, Eyvah, ben Hazretin sâliklerini manevî tasar-ruf ehli zannederdim. Bilmiyordum ki onlar 1af u güzaf peşindedirler. Ben zannediyordum ki onlar manevi tasarruf peşinde koşanlardandır. Halbuki onlar lâf peşinde koşuyorlar. Bu durumda Allah'tan uzaktırlar. Hakiki Nakşibendî olmamışlar hâlâ diyerek ağlıyor.

Çokları vardır ki şeyhlerinin huzurunda otururlar. Fakat şeyh hiç sohbet etmez. Ama lâzım gelen irşadı da sohbetsiz olarak yapar. Onlar sohbet peşinde değiller.

Sohbet bir eğlencedir. Nasıl çocukları lafla eğlendirir, lâfla kandırırlarsa sohbet de aynen onun gibi bir şeydir. Sohbet Cennetten bahsedip neşelendirmek, Cehennemden bahsedip korkutmak içindir. Üç - dört yaşlarındaki çocukları bazen korkutup bazen mükâfatlandırma gibi bir şey. İşte sohbet de sâlikler için böyledir. Bazen neşelen-dirir, bazen hüzünlendirir, bazen Cennet bahsi ederek mesrur etmek suretiyle tâ Nakşibendîye Tarikati'ne alıştırıncaya kadar sohbet de-vam eder. Esasta, hakiki Nakşibendîlikte sohbet yoktu, Tarikat-i Nak-şibendî'de bir rükün mesabesinde olan sohbete pek kıymet verilmez. Sultanın pek kıymet verilmez sözleri manevî tasarruf cihetiyledir. İrşadın sohbetle değil, manevî tasarrufla olduğunun işaretidir. Şayet irşad sohbetle olsaydı, binlerce vaiz, hatip ve natıka sahibi kimselerin birer mürşid olup irşad makamında oturmaları icap ederdi. Hal-buki hiç de öyle değil. Gavs-i Hizanî gibi zatların, çok az sohbetle çok geniş kitleleri irşad etmeleri irşadın zâhirî olan sohbetle değil, batınî olan manevî tasarrufla olduğunun işaretidir. Sohbet ise manevî tasarrufa zemin hazırlayan, talipte alıcı gücü kuvvetlendiren bir vasıtadır.

İleride görüleceği gibi sohbet haşa inkâr edilmemekte, bilâkis teşvik ve tavsiye edilerek ehemmiyeti belirtilmektedir. Bütün tasarruf işleri, manevî olarak yapılır. Yeter ki talipte huzur olsun, rabıta huzuru bulunsun, lâf u güzaf aşığı olmasın.

Zaten bu zamanın insanlarını sâdâtın himmeti, manevî tasarruf olmadan düzeltmek çok zordur, Çünkü fesat çoğalmış, her tarafı zorluk sarmış, sâdâtın himmeti, Peygamberin (S.A.V.) himmeti olmadan muvaffak olmak mümkün değildir. Eğer bütün bu himmetler olmasa, Nakşibendîye tasarrufu bulunmasa idi, bu zamanda Allah'ın yolunu tutmak mümkün olmazdı. Çünkü insanda bir kuvvet kalmamış. Eskiden insana musallat olan iki düşman vardı sadece: Nefs ve şeytandan başka bütün âlem, insanın dinine, imanına düşman ol- muş, kuvveî manevîye olmasa, Nakşibendî silsilesi ve onların himme-ti bulunmasa mücadele edip muvaffak olmak mümkün olmaz. İnsan, o güç ve tâkâti kendinde bulamaz.

Peygamberler (A.S.) dahi insanın yardımına gelirler, manen yardımcı olup insanı desteklerler. Eğer onların da manevî kuvvet ve destekleri olmasaydı, bu zamanda hiç kimse yakasını kurtaramaz, imanını muhafaza edemez ve onu koruyamazdı.

Bu gerçekleri bilen insanın, Nakşibendî Tarikatı Pâkistan'da, Hin-distan da, Yemen de bile olsa hi durmadan oralara kadar koşup tarikat alması icap ederdi. İman hakikatini arayanlar Allah yolunda olup, Allah dostluğunu kazanmak isteyenler bu zamanda tarikatın menfâatinin ne kadar çok olduğunu gayet iyi bilirler.

Şeyh Ahmed-i Haznevî (K.S.A.) buyuruyor diyor ki; «Hazret'i (Şeyh Muhammed Diyaüddin) ziyarete gitmiştim. Hazret ata binmiş gidiyordu. Beni görünce atının başını kıstı ve yüzünü bana çe-virdi. Beni yanına çağırarak şöyle buyurdu: «Molla Ahmed, insanın şu kadar, zerre-i miskal kadar nefsi olsa o Allah'tan uzaktır.» Ve hay-vanını sürerek yoluna devam .etti.

İnsanın evini yıkan en büyük düşmanı onun nefsidir. Onun için insanın kendinden haberi olmalı, nefsin tuzaklarına düşmemeye çalışmalıdır.

Nakşibendî yolunun bütün çalışmaları nefsi öldürmek içindir. Nefis ölüp gittikten sonra her şey düzelmeye başlar.

Şah-ı Hazne (Şeyh Ahmed-i Haznevî) buyuruyor: .«Norşin'e gitmiştim. On beş - yirmi günden beri Hazretin evindeydim. Malûm, yemeğimiz darı ekmeği ve darı çorbasıydı. Bir gün Hazret'i ziyarete Muş tarafından bir ağa gelmişti. Hazret'i ve mollalarını da yemeğe davet ediyordu. Hazret daveti kabul etti ve icabet edeceğini bildirdi. Benim de keyfim geldi, diyor Şah-ı Hazne, düşündüm, nasıl olsa ben de ziyafete giderim, güzel yemekler yerim, diye nefsim çok zevklendi. Hemen, çarıklarımı, ıslansın da rahat giyeyim diye suya bıraktım. Nihayet Hazret gitmek için, hazırlığını yaptı, ben de diğer mollalarla beraber hazırlandım. Hazret çıktı, yüzünü bana döndürüp: «Haydi bütün mollalar benimle beraber gelsin, yalnız Molla Ahmed kalsın, o gelmeyecek» buyurdu. O zaman ben ayrıldım. Hazret'in niçin öyle dediğini anladım ve nefsime dönüp dedim ki: Bütün suç senindir. Sen güzel yemekler yerim, diye iştahlandın, güzel yemeklere tamah ettin. İşte bunun için Hazret seni götürmedi.

Yine Şah-ı Hazne anlatıyor: (Bir gün Hazret bana sordu: «Molla Ahmed sen yemeklerini nerede yiyorsun?» Dedim: «Sofilerle beraber yiyorum. Kurban.» Tekrâr sordu: «Peki, nerede yatıyorsun?» «Aşağı divanda yatıyorum kurban» dedim. Hazret benim bu cevaplarımdan çok hoşlandı, keyfi geldi ve ferahlandı. Bana: «Çok iyi yapıyorsun. , Aşağı divan çok hoştur. Seyda orada sohbet ettiği, çok teveccühlerde bulunduğu için oranın nisbeti çok fazladır. Yukarı divan ise ağaların yeridir: 5eyh Alaâddin, Şeyh Mahmud-i Karaküyî gibi zatlar hep ora-da kalırlar. Yukarı divan ağalar yeri. Aşağı ise Seydanın divanıdır. Orada çok hatme, çok sohbet ve çok teveccüh yaptığı için nisbeti bol, çok hoş bir yerdir orası.» dedi.)

İnsan nefsini bilmeli, eğer nefsini bilirse halk da ondan istifade eder.

Seyda-i Molla Ramazan anlatıyor: (Bir seferinde Hazret'in huzurunda bulunuyordum. Seyda-i Mezzin de oradaydı ve başkaları da vardı. Birden Hazret yüzünü bana çevirdi: «Buyur, Kurban» dedim, « Haydi bana ço ço de bakayım» dedi. Ben utandım emrini yerine getirmedim. Bu Sefer Seyda-i Mezzin'e dönüp, Molla, hâlâ Molla Ramazan'da nefs var, henüz nefsini yenememiş. dedi. Bunun üzerine emrini yerine getirme-diğimden dolayı çok pişmanlık duydum, çok üzüldüm. Kendi kendime bir daha ne emr ederse yapacağım; diye söz verdim. Ondan son-ra emrini gözetlemeğe başladım.

Aradan bir iki hafta geçti. Ben ise bir emri olursa hemen yerine getireyim diye hep gözetliyorum. Bir ara bana döndü: «Molla Ramazan, bana biraz su getir.» dedi. O kadar heyecanlandım ki bana Molla Ramazan kalk oyna dediğini zannettim. Hemen kalktım, raks etmeye başladım. Hazret o kadar güldü ki... Dedi, «Şuna bakın hele, ben su istiyorum o ise kalkmış oynuyor.» O zaman yaptığım hatayı anladım. Ama böylece nefsim bir defa daha kırılmış oldu.

İnsanda nefs olmaması lâzım. Nefs insanda olduğu müddetçe kendini yok bilmelidir.

Bir seferinde Kadiri şeyhlerinden Molla Abdurrahman'ın bir sofîsi Seyda'yı ziyarete gelmişti. Seyda sofîye; «Bize biraz Molla Abdurrahman Çoğreçi'nin sohbetinden söyle.» dedi. Sofî ise: «Vallahi Kur- ban, hiç aklımda sohbeti yok.» deyince, Seyda hiçbir şey de aklına gelmiyor mu?» diye sordu. Sofî biraz düşündü. Evet bir sohbeti hatırladım. Şeyhim derdi ki «Gübre olunmadıkça su üstünde kalınmaz.» Bu söz Seyda'nın çok hoşuna gitti, çok keyfi geldi. «Vallahi, çok duğru bir söz, dedi, bundan daha güzel bir şey olmaz. Sözü doğrudur. İnsan nefsini gübre etmedikçe su üstünde kalamaz. Nefis olduğu müddetçe insan bir şey olamaz. Gübre hafif olduğu için suyun üstünde kalıyor, yükseliyor. İnsan nefsini hafif tuttukça yükselir, su üstünde kalır. Yok eğer insan ağır olursa suyun dibine batar. İnsanın nefsi olduğu müddetçe insan ağırdır, suyun dibine çöker.» Seyda:: «Bu sohbetten daha güzel bir şey yoktur. Bu çok büyük bir sohbettir.» buyurdu ve kâhyasına dönüp, «Kesende ne kadar paran varsa bu sohbetin karşılığı olarak sofîye ver.» Kâhya baktı kesede beş altın mecidiye vardı. «Kurban beş mecidiye var» dedi. Seyda, hepsini sofiye verme-sini emretti. Sofi almak istemedi, her ne kadar feryad ü figan edip ihtiyacı olmadığını beyan ettiyse de, Seyda, «Hayır alacaksın, senin bu sohbetin çok kıymetlidir. Gavs'ın başı için ne kadar para olsaydı kesede, tümünü sana verecektim.» buyurdu.

Hakikaten insan nefsini gübre olarak mülâhaza etmedikçe su üstünde kalamaz. İnsan nefsini gördüğü müddetçe Rabbine kavuşamaz. Ne zaman nefsini öldürürse Allah'ına o zaman kavuşur.

İnsanı helâke götüren nefsidir. Firavun, Şeddad ve Kârun ilâhlık davasında bulunan ve helâke gidenler, hep nefisleri yüzünden bu felâketlere uğradılar, o hallere düştüler. Nefisleri büyüdü, büyüdü, sonunda ilâhlık davasına kalkıştı. Çünkü nefis kendinden üstün hiç bir varlığın bulunmasını istemez. Büyüyüp terakki edip elde etmek için hiçbir şey kalmayınca, haşa, Allah'lık davası etmeye başlar. İşte onlar da haddini aşmış, azgınlaşmış nefislerinin iddiasına uydular. Sanki Firavun kendinin Allah olmadığını bilmiyor mu idi? Biliyordu tabiî, söylediklerinin aslı olmadığını çok iyi biliyordu. Fakat maalesef büyüyen ve büyük iddialara kalkışan nefsine kendisi de uyuyordu. Çünkü nefsi, o kadar büyümüştü. Halbuki Firavun evveliyatında fakir bir kimseydi. Bir çobanın oğlu idi, babası çobandı. Kendisi ise bekçiydi. Bir gece inkılap yapıp padişahı öldürerek ve bir gecede pa-dişahın sadık adamlarını ortadan kaldırmak suretiyle tahta geçtikten sonra nefsi azgınlaştı, büyüdü ve neticede başına büyük felâket-ler açtı.

İnsan biraz düşünsün ki Allah'ın azameti ve büyüklüğü karşı-sında ne kıymeti olabilir. İnsanın değeri, azamet-i Hüda karşısında bir pire kadar bile olamaz. YaradıIışına bir baksın neydi, nasıl meydana geldi, Allah (C.C.) kendini nasıl yarattı?

İşte böyle... İnsan kendi yaradılışını mülâhaza ederse azamet-i Hüda karşısında aczini daha iyi görüp daha iyi anlar. Nefsinin telkinatına kanıp kendini bir şey zannetmez.

Her şeyden evvel insanın kendini tanıması lâzım. Kendini tanımayan Allah'ı da tanımaz. Kişi kendini tanıması için evveliyatını düşünmesi lâzımdır. Allah'a karşı durumunu düşünmesi lâzımdır. Görecek ki insanın, azamet-i Hüda karşısında hiçbir kıymeti yoktur, bir pire kadar bile. İnsan kendi fakirliğini, aczini, biçareliğini gö-rür ve bilirse Allah-u Teâlâ o zaman onu yükseltir, onu âlî eder, ona mertebeler ihsan eder. Şayet insan kendini bir şey olmuş zannederse o insan yok sayılır. İnsan kendini adam olarak görmemeli; nefsine bu payeyi vermemeli, vücudunu ve nefsini yok bilmelidir.

Her türlü günah, kullara yapılan zulüm ve hakaretin hepsi nefs-ten geliyor, onun büyüklük taslamasından ve kibrinden geliyor. Ne zaman ki insan fakirliğini, aczini, kendinden aşağı bir mahluk olmadığını (nefsanî yönden) idrak etse, insanda kibir ve azamet kalmaz. İşte o zaman Allah'ın emirlerine göre hareket etmeye başlar.

Mesela, insan bin kişilik bir kabilenin içinde tek başına bulunsa, onlara muhalefet etmeye, onlarla mücadele etmeye gücü yeter mi? Tabiî ki yetmez. Onlara karşı biçare, kuvvetsiz ve zavallıdır. Dolayısıyla her emirlerine uymak mecburiyetinde kalır. Öyleyse azamet-i Hüda'ya karşı da insanın boynu bükük, mahzun olması lâzımdır. Kendinde kuvvet ve kudretin olmadığını bilmesi lâzımdır. Ve ona göre hareket etmesi her emre mutlaka uyması gerekir.

Allah dostları, Allah ehilleri daima fakir ve mahzunlar arasında olmuştur. Sâdâtın nisbetleri fakir, nefissiz ve boynu büküklerin üzerine olmuş. Hulefa hep onlardan olmuştur.

Meselâ, Şah-ı Hazne, o kadar fakir, abdal, kendi halinde imiş ki, diğer sofîlerden hiç fark edilmezmiş, kimse kendini tanımazmış, molla olduğunu bile bilmezmiş. Ancak ârifler müstesna. Herkes onu garip bir sofî olarak bilir, değer bile vermezmiş. Hazret de öyleymiş.

Büyüklerin kendi nefisleri için hiç çalışmaları olmazmış. Hazret'in Şevhi Şeyh Fethullah kışın karda kızağına biner, köylere irşada giderken Hazret'i çağırarak kendisini çekmesini istermiş. Bu duruma Seyda'nın bazı hülefa ve sâlikleri itiraz etmişler, Hazret, şeyhinin oğludur, onun için hatırını hoş tutması, onu incitmemesi, ona hürmet etmesi lâzım olduğu halde, nasıl olur da o kızağa binip keyif sürerken Şeyhinin oğlu zahmet ve meşakkatla kızağını çekiyor, demişler. Duruma muttali olan Şeyh Fethullah: Üstadım Seyda, oğlunu bana teslim etti ve ben de böyle hareket etmeyi uygun görüyorum. Yok eğer size teslim etmişse bildiğiniz gibi yapmakta serbestsi-niz.» buyuruyor.

Şeyh Fethullah bilmiyor muydu, Şeyhinin oğluna hürmet etmesi, önünden kalkıp arkası sıra gitmesi lâzımdır? Tabiî ki biliyordu. Fakat Şeyhinin oğlu kendisine hizmet edip de manevî değer kazansın, diye böyle yapıyordu. Kendisi âdâb ve erkânı terk ederek, ziyanına razı olarak Şeyhinin oğlunun istifade etmesini, Allah'a ulaşmasını, menfaat görmesini istiyordu. Ziyanı bana, kârı ona olsun, diyordu. Nitekim öyle de oldu. Hazret'in birkaç senelik hizmetinden sonra Şeyh Fethullah, Hazret'i çağırıp, «artık sen yetişmiş bulunuyorsun, buyur, babanın makamına geç ve irşada başla» diyerek irşad makamına oturtuyor.

İşte böyle... Allah yolu hizmetle kazanılır, abdallık ve fakirlikle elde edilir, ağalık, pehlivanlık ve padişahlıkla olmaz.