Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!

KISALTMALAR

vdğr.

b.

bnt.

a.g.e.

a.mlf.

ö.

h.

vd.

(s.a.v)

(ç.)

***************************************

MÜTERCİMLERİN ÖNSÖZÜ

 

Dr. Ahmad HASAN’ın hayatı ve eserleri

1932 yılında dünyaya gelen yazar, tahsilininin önemli bir kısmını medresede yapmış, daha sonra Karaçi Üniversitesi’den doktora ünvanını almıştır. Islamic Research Institute’e (İslâm Araştırmaları Enstitüsü) araştırmacı olarak girmiş ve 31 sene burada çalışmalarını sürdürmüştür. Bu enstitüde Fıkıh ve İslam hukuku bölümünün başkanlığını yürütmüştür. 1980 yılında İslamabad’da International Islamic University (Uluslararası İslam Üniversitesi) kurulduğunda, burada öncülük görevi üstlenmiş ve farklı akademik seviyelerde İslam hukuku dersleri vermiştir. Akademik çalışmalarının yanında, özellikle Fıkıh usulü konusunda değişik kesimlerden bir çok kişinin kendisine müracaat ve istifade ettiği önemli bir şahsiyet olarak yerini almıştır.

Telif ettiği kitaplardan bazıları şunlardır:

    1. The Early Development of Islamic Jurisprudence.
    2. The Doctrine of Icma’ in Islam.
    3. Analogical Reasoning in Islamic Jurisprudence.
    4. Principles of Islamic Jurisprudence.

Telif eserleri yanında, iki önemli hadis kaynağı olan Sahihu’l-Buharî ve Sünen-i Ebî Davud’un Arapçadan İgilizceye tercümesini yapmıştır. Bunların dışında Fıkıh usulüne dair beş eseri Arapçadan İngilizce ve Urduca dillerine çevirmiştir.

Dr. Ahmad HASAN, 1996 yılının 6 Haziran günü Pakistan’ın başkenti İslamabad şehrinde, 64 yaşında, arkasından bir dul hanım, üç kız ve bir erkek çocuğu bırakarak, kalp krizi sebebiyle ebedî aleme irtihal etmiştir. Allah nur içinde yatırsın.

 

Tercümede yapılan bazı değişiklikler:

1-Başlıklandırma

2-Maddeleştirme

3-az da olsa notlar ilave etmek

4-Dipnotların gösteriminde farklı bir metod (sayfa altında, her blümde yeniden başlayan numaralandırma, yazar ve kitap isimlerinde kısaltmalar)

Teşekkür

1- Dr. Azmi ÖZCAN

2- Dr. Ş. Tufan BUZPINAR

3-Prof. Dr. İ. Kafi DÖNMEZ

5-Prof. Dr. M. Akif AYDIN

4-İLAM yetkilileri

 

TAKDİM*

Dünya üzerindeki müslümanlar şimdi, ekonomik proje ve beş-yıllık planların yanısıra, beklenmedik ve memnun edici bir biçimde, dikkatlerini İslâm'ın modern çağın şartları içinde yeniden yorumlanmasına çeviriyorlar. Genel anlamda, İslâm'ın temel prensipleri ışığında dînî ihyâ ve ahlâkî kalkınma arzusunun, yaşadıkları tarih boyunca müslümanlar -gerek yenilikçiler gerekse gelenekçiler- arasında derin kökleri vardır. Her iki gurup da, dünyada olup biten olaylara aktif ve onurlu bir biçimde katılabilmeleri için müslümaların önündeki tek yolun, İslâm'ın önlerine koyduğu sosyal ve ahlâkî rehberliğin ışığında, çağdaş ihtiyaçlara uygun davranış kalıplarını yeniden oluşturmak olduğunun farkında görünüyorlar. Ancak bu, sözkonusu külfetli ihyâ görevini üstlenecek kimseler için büyük ve ağır bir sorumluluğu beraberinde getirmektedir. Onlara düşen, gelenekçilerle modernistlerin görüşleri, veya daha klasik bir ifadeyle muhafazakarlık ile yenilikçilik arasında iki tarafı da tatmin eden bir denge kurmaya çalışmaktır.

Maalesef geçen yüzyıllar boyunca müslümanlar, ictihat kapısının kapalı olduğunu düşünmüşlerdir ki, bu da durgunluğa ve atâlete sebeb olmuştur. Değişen bir dünyada sürekli ortaya çıkan problemler karşısında müslümanların dînî ve ahlâkî tavırlarının yeniden değerlendirilmesi için gerekli olan yeni ruhun canlandırılması, düzensiz ve nisbeten sonuçsuz olmuştur. Ancak, engellenmiş olmasına rağmen bu ruh, hayatiyetini devam ettirmiş ve varlığını tamamen yitirmemiştir. Bu ruhun, zaman zaman İslâm dünyasını sarsan farklı ihyâ hareketlerinin ortaya çıkışında düzenli olarak ve güçlü bir biçimde kendisini hissettirdiğini görüyoruz. Hint-Pakistan alt kıtası da bu gelişmenin dışında değildir. Şah Veliyyullah Dihlevî tarafından yakılan ışık, yanmaya ve etrafını aydınlatmaya devam etmiştir. İslâm Araştırmaları Enstitüsü [Islamic Research Institute], bu oldukça uzun sürecin bir parçası olarak değerlendirilebilir. Bu enstitü, Pakistan hükümeti tarafından, Pakistan müslümanlarının hayatlarını çağdaş gelişmeler ışığında ve zamanın gereklerine uygun bir biçimde Kur'an ve sünnetin buyruklarına göre düzenlemelerini sağlamak gibi özel bir maksatla kurulmuştur. Ancak tabiatı gereği, enstitünün çalışmaları Pakistan hudutlarıyla sınırlı kalamaz, aksine bütün ümmete hizmet edecektir. Bu yüzden, bu ağır sorumluluğu üstlenecek olan kimselerin, enstitü faaliyetlerine daha geniş bir devlet organizasyonu ve milli kalkınma açısından bakarak hedeflerini net ve kesin bir biçimde belirlemiş olmaları gerekir. Enstitü üyelerinin yerine getirmek için gayret gösterdikeri şey işte budur.

Biz İslâmî ilimlerin son bir kaç yüzyıldır, yorumlayıcı ve bilimsel olmaktan çok hemen hemen mekanik ve dil ağırlıklı bir nitelik taşımakta olduğunu bildiğimiz için, bizim çabalarımız, ne kadar küçük ve mütevazi olsa da, İslâm düşüncesindeki gerek dînî gerekse ahlâkî donukluğun çözülmesini başlatmaya yöneliktir. Enstitü, bu maksatlarla, İslâmî ilimlerin farklı sahalarında büyük ölçüde kendi üyeleri tarafından hazırlanmış bir dizi yayın yapmaya karar vermiştir. Tabiî olarak akademik ve samimi görüş ayrılıklarına izin verilmiş olmakla birlikte, enstitünün belirli bir eğilimi ve sınırlayıcı bir düşünce yapısı vardır. Ümid ediyoruz ki, modern çağın baskı ve sıkıntıları altında yaşayan müslümanlar bu yayınlarda, içlerinde ictihada yeniden işlerlik kazandırma arzu ve tutkusu uyandıracak yeterince düşünce gıdası bulurlar. Zira, İslâm'ın daha önceki şerefini yeniden ele geçirmek ve müslüman ümmetin dünyanın yenilikçi, aktif ve canlı milletleri arasında şerefli bir yer edinmesini sağlamak için gerekli olan tek şart budur. Bu çalışmaların aynı zamanda, müslüman olmayan İslâm araştırmacıları için de sağlam ve doğru bir bilgi kaynağı olmasını temenni ediyoruz.

 

Prof. M. SAĞÎR HASAN MA'SÛMÎ

11 Haziran 1970

Islamic Research Institute

İslâmabad / Pakistan

 

ÖNSÖZ*

İslâm Araştırmaları Enstitüsü bir eğitim proğramı başlatmıştır. Bu programın amacı, modern bilimlere ve araştırma metodlarına âşinâ, İslâm'ın öğretilerini günümüz problemleri ışığında anlayıp takdim edebilecek İslâm âlimleri yetiştirmektir. Bu eğitim programı sonucunda bazı doktora tezleri hazırlanmıştır. Elinizdeki çalışma bu programın ilk doktora tezidir.

Fıkıh usûlünün, özellikle Şâfiî'ye kadar olan ilk dönemi, bu konuda çalışan bir araştırmacı için hâyâti derecede önemlidir. Çünkü bu dönemin tarihi, bu konunun en çok şekil kazandığı aşamadaki temellerine ve gelişimine ışık tutar. Konu hakkında bugüne kadar yapılmış en özgün, kapsamlı ve detaylı çalışma, Prof. Schacht'ın “The Origins of Muhammadan Jurisprudence” adlı eseridir. Bu ilk dönem aynı zamanda, “A History of Islamic Law” isimli eserinde N.J.Coulson tarafından da kısmen ele alınmıştır. Prof. Schacht, Fıkıh usûlünün doğrudan Kur'an ve Hz. Peygamber'in sünnetinden değil, daha ziyade Emevîler'in yaygın uygulamalarından kaynaklandığı görüşünü işlemeye çalışır. Ona göre, Kur'an'dan çıkarılan hükümler neredeyse ikinci bir aşamada İslâm hukukuna sokulmuştur. Schacht, “Peygamber'in sünneti” kavramının ilk defa Hz. Osman'ın şehid edilmesiyle ilgili olarak siyasi bir anlamda ortaya çıktığı, sonra kelâmî bir anlam kazandığı ve son olarak da, tam bir yüzyıl sonra, Iraklı fakihler aracılığıyla İslâm hukukundaki yerini aldığı kanaatindedir. Ayrıca o, İslâm'daki “Peygamber sünneti”nin, İslâm-öncesi Araplar'daki “sünnet”in diğer bir adı olduğunu düşünmektedir. O, ilk dönem müslümanlarına ait “yaşayan geleneğin” Hz. Peygamber'e nisbet edildiği görüşünü işlemeye çalışır ve böylece bütün hadis külliyyâtının uydurma olduğu kanaatine varır.

Onun tezi, hukûkî görüşlerin Hz. Peygamber ve ilk otoritelere sonradan yansıtıldığı [back-prjection] fikri üzerine oturur. Ona göre, kıyas yahudilikten, âlimlerin icmâsı da Roma hukukundan alınmıştır. Prof. Schacht'ın ilk döneme ait hukûkî malzeme üzerinde yaptığı incelemelerle vardığı sonuçlar bunlardır.

İşte bunlar, elinizdeki kitabın yazarını bu konuyu detaylı bir şekilde araştırmaya ve sonuçta elinizdeki bu tezi hazırlamaya iten problemlerin bazılarıdır. Yazar, malzemelerin büyük ölçüde yaygın [popular] Emevî uygulama ve idaresinden tedarik edildiği vakıasını gözardı etmeksizin, İslâm hukukunun başlangıçtan itibaren Kur'an ve Hz. Peygamber'in sünnetine dayandığı sonucuna ulaşmıştır. Bu tez, Fıkıh usûlünün temel dayanaklarına -ki bunlar Kur'an, sünnet, kıyas ve icmâdır- ilişkin teorinin tarihi gelişimini ve ayrıntılı birbiçimde olmak üzere bunların ilk fakihler tarafından kullanılışını incelemektedir. Aynı zamanda ilk ekollerin ortaya çıkışlarını ve Şâfiî'nin Fıkıh usûlüne katkılarını tahlil etmektedir.

Arapça kelimeler, enstitü tarafından belirlenmiş olan ölçülere göre tercüme edilmiştir. Ancak, Mekke [Mecca], Medine [Medina], Basra [Basra], Kûfe [Kufa] gibi coğrafi isimler yaygın kullanıma göre yazılmıştır.

Kur'an ayetlerinin tercümelerinde, gerekli görülen bazı değişikliklerle birlikte, Muhammed Marmaduke Pickthall'in “The Meaning of the Glorious Koran” (New York, 1954) isimli ingilizce çevirisi esas alınmıştır.

Bu görevi yerine getirirken bize yol gösteren, İslâm Araştırmaları Enstitüsü'nün eski müdürü Dr. Fazlur Rahman'a teşşekkürü bir borç bilir. Kendisi, yoğun meşguliyetlerine rağmen, eserin müsveddesini baştan sona okumuş ve diline katkıda bulunmuştur. Yazar ayrıca, kendisine, çok faydalandığı Islamic Culture dergisinde yayınlanmış olan “The Sunnah-its transmission, development and revision” adlı makalesini veren, Karaçi Üniversitesi Arap Dili Bölümü başkanı Prof. Dr. S. M. Yûsuf'a ve Şeybânî'nin “Kitâbu'l-Hucec” adlı eserinin yazma nüshasını temin eden Abdurreşid Nu'mânî'ye de teşekkür eder.

Yine, bu tezin enstitü tarafından basılmasına müsaade eden Karaçi Üniversitesi yetkililerine de teşekkürü bir borç bilir. Bu tez, 1967 tarihinde “Jurisprudence in the Early Phase of Islam” (İslâm'ın ilk döneminde Hukuk Usûlü) adıyla Karaçi Üniversitesi Arap Dili Bölümüne sunulmuştur.

Tezin bölümlerinin büyük bir kısmı, enstitünün “Islamic Studies” isimli dergisinde yayınlanmıştır. Yazar, bu bölümleri ilk defa dergide yayınlamış olmaları nedeniyle, derginin editörleri S.Q. Fâtımî ile Mazharuddin Sıddîkî'ye de teşekkürü bir borç bilir.

Ahmed Hasan

10 Mayıs 1970 / İslâmabad

 

GİRİŞ

Her toplumda hukuk, sosyal kontrolü muhafaza etmeyi hedefler. Hukuk, esas itibariyle fertlerin ve tolumun haklarını korumak için oluşturulmuş bir sistemdir. Her toplumun, tabiatı, karakteri ve kapsamı itibariyle kendine has bir hukuk sistemi vardır. Aynı şekilde İslâm da, “fıkıh” diye bilinen kendine has bir hukuk sistemine sahiptir. İslâm fıkhı, kelimenin dar anlamıyla, sırf-hukuk [purely legal] değildir. Aksine, hayatın ahlâkî, dînî, siyasî ve ekonomik bütün cephelerini kuşatır. Onun kaynağı ilâhî vahiydir. İlâhî vahiy, İslâm hukukunun temel kavram ve prensiplerini belirlemiş ve pek çok yönden, İslâm öncesi Arap kabile hukuku ve geleneklerinde bir değişim başlatmıştır.

Bugün kullanılan modern anlamdaki “kanun” ile Kur’an'da yer alan “kanun” kavramları arasında, maksat ve kapsam yönünden temel bazı farklılıkların olduğunu belirtmek gerekir. Bugün kullanılan anlamıyla kanunlar, yetkili bir otorite tarafından vaz'edilen, devlet müeyyidesiyle desteklenmiş ve bir milletin sosyal, ekonomik ve siyasî hayatını düzenleyen kurallardır. Ferdî davranışlarla ilgili ahlakî kurallar, örf, adet ve gelenek biçiminde varlıklarını sürdürmelerine ve ahlak zâbıtası, mahalli polis yada sırf kamu vicdânının etkisiyle belli ölçüde yaptırım gücü elde etmelerine rağmen, modern kanunların kapsamı dışındadırlar. Fakat kamu vicdânının bir takım ahlak dışı filleri benimsemesi halinde, ahlâkî gevşeklik bizzat ahlak anlayışında bir değişikliği kaçınılmaz kılacaktır. Bu durum, ileri derecede endüstrileşmiş Batı Avrupa ve Kuzey Amerika toplumlarının çoğunda görülebilir.

Kur’an'da yer alan anlamıyla kanunlar, insanın gerek dünya gerekse ahiret saadetini temin etmek üzere, hayatın her safhasında cereyan eden insanî davranışlarla ilgili bütün kuralları içine alır. Kur’an'da yer alan İslâmî kanunların uygulanması, İslâm devletinin görevidir. Ferdî davranışlarla ilgili ahlakî kuralların uygulanması, iki önemli faktöre bağlıdır. Bunlar, müslüman toplumun İslâmî öğretiyi hayata geçirme konusundaki ortak sorumluluğu ve ferdin hem toplumla hem de yaratıcısıyla olan ilişkisidir. Kur’an'a göre müslüman toplumun, birer ilahî emir olan ahlakî davranış kurallarının uygulanmasını temin etmekle yükümlü olduğu kabul edilir. Kur’an, sürekli insan vicdânına yönelerek, hem kendisinin hem de bütün insanlığın saâdeti için ilahî öğretiye uymasını ister. Böylece Kur’an, şeriat prensiplerinin uygulanmasını insan vicdânına havale etmek suretiyle, öğretisindeki hukuk anlayışını ve evrensel ilkelerin en üstün ve mükemmel esasını oluşturan ahlakî değerleri yüceltmektedir.

Hukuk metodolojisi [jurisprudence], hukukun temel prensipleri bilimidir. Geleneksel yapısı, ortaya çıkış ve gelişmesi ve ideal karakteri gibi, hukukun farklı pek çok yönüyle ilgilenir. Hukuk tarihi içerisinde hukuk metodolojisinin başlangıç noktası, oluşum safhasındaki hukukun gelişerek sistematik bir biçim kazanmaya başladığı aşamadır. Bu aşamada, kanun koyma yetkisi, hukukun kaynağı ve ictihad metodları hakkında bir takım sorular ortaya çıkar. Bu yüzden, hukukun hemen ardından hukuk metodolojisi gelir. Bir hukuk teorisi, bir toplumda var olan hukuk düzeninden doğar. İslâm hukuk teorisi de, sahâbenin yeni şartlarla yüzyüze geldiği dönemde, netlik kazanmamış bir yapıda [nebulous form] ortaya çıkmış olmalıdır. Onlar, yeni meseleleri çözüme kavuşturmak için, hukukun kaynağı ve ictihad metodu üzerinde düşünmüş olmalıdırlar. Bazı hukuki olaylarda, kendi kurallarını koymuşlar ve mevcut uygulamaya muhalefet etmişlerdir. Ancak klasik hukûkî teorinin teknik ve sistematik yapısı sahâbe döneminde değil, ikinci [tabiûn] ve üçüncü [tebe-i tabiîn] nesiller döneminde oluşmuş ve gelişmiştir. Hukuk prensipleri, İslâm'ın ilk günlerinden itibaren gelişmekte olan hukukun bizzat kendisinden doğmuştur. Böylece İslâm hukuk metodolojisi, hukukun oluşumu neticesinde, hükümleri delillendirilmek üzere sonradan gelişen bir düşünce olmaktadır. İslâm hukuk teorisi hakkında, elimizde mevcut ilk sistematik çalışma, Şâfiî'nin Risale'sidir.

Elinizdeki bu kitap, İslâm hukuk metodolojisinin hicri 1. ve 2. yüzyıllardaki tarihî gelişimini ortaya koymaya yönelik bir teşebbüstür. Esas îtibariyle, Mâlik, Ebû Yûsuf, Muhammed eş-Şeybânî ve Şâfiî'nin eserlerine dayanmaktadır. Biz, İslâm hukukunun daha ziyade olgunlaşma dönemindeki görünümünü yansıtan sonraki kaynaklara müracaat etmekten, mümkün olduğunca kaçındık. Tarih, devamlı gelişen bir olgudur. Farklı aşamalarda yönünü değiştirir. Hatta, sürekli ve düzenli bir süreci takip ediyor görünümü verdiği dönemlerde bile, pek çok tarihî unsurun etkisiyle, fark edilemeyen değişiklikler gerçekleşir. Bu yüzden, ne olayların şeklî bir tarzda anlatımı ne de klasik eserlerde anlatılanların olduğu gibi nakledilmesi, tarih yazımı açısından doğru bir yaklaşım olacaktır. İslâm hukuku metodolojisinin, daha sonraki eserlerde ortaya çıkan, ilk döneme ait görünümü de, bizatihî, tarihî gelişimin bir sonucudur. Dolayısıyla doğru metod, meselelerin, ilk dönem hukûkî metinlerinde ele alındığı gibi, tenkii bir gözle tahlil edilmesi ve bu tartışmalardan bazı sonuçların çıkarılmasıdır. Maalesef, bu dönemin tarihini yazan bir kimse, kaynak kıtlığı ve nisbeten bilgi eksikliği ile karşılaşacaktır. Fıkıh kitapları ilk defa hicri 2. yy.'da yazılmış olup, elimizde 1. yy.'a ait kaynak bulunmamaktadır. Bu tez de, ikinci yüzyıla ait bu eserlere dayanmakla beraber, bu dönemle ilgili kaynakların yetersizliği göz önünde bulundurularak, daha sonraki dönemlere ait bazı eserlere de müracaat edilmiştir

İlk döneme ait hukûkî malzeme üzerinde yapılan ciddi bir inceleme, pek çok önemli noktada klasik anlayıştan ayrılmayı ve aynı şekilde Prof. J. Schacht'ın ileri sürdüğü tezlerin bir çoğunu reddetmeyi zorunlu kılacaktır. Bu çalışma, doğrusu, klasik anlayışa sahip olanlar için bir çok problem ortaya çıkaracak ve konu hakkında yapılacak daha ileri seviyedeki çalışmalar için yol gösterici olacaktır.