![]()
SERAHSÎ'YE GÖRE HZ. PEYGAMBERİN FİİLLERİ
![]()
![]()
Mekâsıdü'
ş-Şerîa üzerinde yapılacak çalışmaların en önemli adımlarından biri; Hz. Peygamber'e âit akvâl ve ef'âlin mertebelerini ayırdetmek, tasarruflarını tasnîfe tâbî tutmaktır.Bu ayırım ve tasnîfe ilk y
önelen, bilindiği kadarıyla büyük Mâlikî âlimi Şihâbü'd-Dîn el-Karâfî (ö.648) olmuştur. Envâü'l-Burûk fi'l-Furûk adlı eserinde, Hz. peygamberin kazâ, tebliğ ve imâmet olmak üzere üç ayrı tasarrufundan sözetmektedir. Ona göre; tebliğ yoluyla söyledikleri ve yaptıkları kıyâmete kadar herkesi bağlayıcı nitelikte genel bir hükümdür. İmâmet sıfatıyla yaptığını, herhangi bir kimsenin ancak imâmın izniyle yapması; kazâ sıfatıyla yaptığını ise ancak hâkimin hükmüyle uygulaması câiz olur.(1)Aslında herbiri hukûkî nitelik ta
şıyan sözkonusu tasarrufları sahâbe, bu nitelikte olmayanlardan ayırdeder, kendilerine kapalı gelmesi hâlinde ise bizzat Hz. Peygambere sorarlardı. Esas güçlük, sonraki nesillerin onun fiillerine nasıl bakmaları ve hangi grupta ele almaları gerektiği konusunda ortaya çıkmıştır.
* * *
Mütekaddim Hanefî müctehidlerinden Ebû Bekr es-Serahsî (
ö.483 ya da 490), fıkıh usûlüne dâir kaleme aldığı nâdîde eserinde, Hz. Peygamberin fiillerine ayrı bir bâb tahsîs ederek, konuyu muhâliflerinin delillerini de tartışarak incelemiştir.(2) Serahsî, Hz. Peygamberden "bir kasda binâen" zuhur eden fiilleri; (şer'î vasıflarına nazaran) mubah, müstehab, vâcip ve farz olarak dört kısma ayırmış, zelle'nin iktidâ'ya müsâit olmaması sebebiyle bu taksîmin dışında kalması gerektiğini savunarak konuya girmiştir. Usûlü'l-Fıkh'ın son hâlini aldığı elimizde mevcut eserlerle bir mukâyese yaptığımızda, Serahsî'nin konuya, "mükelleflerin fiillerine bağlanan şer'î vasıf" diye tarif edilerek teklîfî ve vad'î olmak üzere ikiye ayrılan hükümler açısından yaklaştığını görmekteyiz. Şöyle ki:Teklîfî Hüküm;
Şâriin (ki burada Hz. Peygamber), mükelleften bir fiili yapmasını veya yapmamasını istemesi, yahut onu yapıp yapmama arasında serbest bırakmasıdır. Usulcülerin benimsediği bu tarife göre, yapılması ya da yapılmaması istenen fiiller bağlayıcılık açısından îcâb, nedb, tahrîm, kerâhe ve ibâha şeklinde beşe ayrılır. Fakihler ise, teklîfî hükmü, mükelleften sâdır olan fiillere sonuç bakımından bağlanan şer'î vasıf olarak tarif ederler. Bu sonuçları, yukarıdaki terimlerden yola çıkarak, vâcip, mendup, haram, mekruh ve mubah şeklinde nitelendirirler.(3) Görüldüğü üzere Serahsî, girişteki taksîmde, yapılması istenen fiillere göre hükümleri sıralamakla yetinerek bunlara haram ve mekrûhu da dâhil etmeye gerek görmemiştir.Serahsî konuya
şöyle devam ediyor: "Alimler Hz. Peygamberden sehven ya da insan olması bakımından tabîatı netîcesinde neş'et etmeyen fiillerinin ümmetine neyi gerektirdiği husûsunda ihtilaf etmişlerdir. Bazısı: Delil bulununcaya kadar bu konuda tevakkuf etmek gerekir, derken, bir grup: Aleyhte bir delil ortaya çıkıncaya kadar bunların hepsine ittibâ ve iktidâ etmek gerekir, demişlerdir. Ebü'l-Hasen el-Kerhî rahimehullah (ö.340): Hz. Peygamberin onu vâcip, mendup veya mubah olarak yaptığı bilinirse, bu sıfatla ona tâbî olunur. Bilinmezse, ibâha sıfatı sâbit olur ve delil bulunmadıkça o konuda ittibâ gerekmez, diyordu. Ebû Bekr el-Cessâs rahimehullah (ö.370) ise Kerhî'nin sözünü söylemekle beraber şöyle diyordu: Fiilin sıfatı bilinmezse, Hz. Peygambere mahsus olduğuna dâir delil bulununcaya kadar bu konuda ona ittibâ gerekir. Doğru olan da budur."(4) Serahsî, burada ve iki sahife ileride, açıkça Cessâs'ı haklı bulduğunu belirterek, Hz. Peygamberin bütün fiillerinde esâsen ona tâbî olmak gerektiğini vurgulamıştır.İlk iki grubun delillerini tartı
şan Serahsî, ardından Hz. Peygamberin "mutlak olarak yaptığı" fiillerle alakalı olarak kendi delillerini serdeder.Birinci grup; Hz. Peygamberin fiilinin vasfı bilinemediği takdirde, fiilin sâdece kendisinde ona muvâfakat edilmi
ş olacağını, fiilin niteliğinde de muvâfakat olmadıkça ittibânın gerçekleşmeyeceğini savunmaktadır. "Eğer O bir şeyi nâfile olarak yapar da biz onu farz diye yerine getirirsek, bu, muvâfakat değil münâzaa olur. Öyleyse delil ortaya çıkıncaya kadar beklemek gerekir." demektedirler. Serahsî bu tutum karşısında diyor ki: "İyice düşünüldüğünde bu söz bâtıldır. Bu sözün sâhibi, bu yolla, Hz. Peygamberin yaptığını yapmaktan ümmeti meneder ve onları bundan dolayı kınarsa, ittibâdan geri durma sıfatını öne sürmüş olur. Menetmez ve kınamazsa, bu sefer de ibâha sıfatını öne sürmüş olur. Böylece, vakfedilmeye dâir görüşün doğru olmadığını anlıyoruz."(5)İkinci grup ise, Hz. Peygambere s
öz ve fiillerinde uyulması gerektiğini bildiren Kur'an âyetleriyle delil getirerek,(6) "menedici bir delil bulunmadıkça üzerimize ittibâ vâciptir." demektedirler. Devamla Serahsî, konu hakkındaki kendi delillerini sunmaya geçerek söze şöyle girer:"Sahih bir hadiste rivâyet edildiğine g
öre, Nebî (s.a.v.) bir namaz esnâsında çarıklarını ayağından çıkarmış, arkasındaki insanlar da çarıklarını çıkarmışlardı. Namaz bitince onlara: "Size ne oldu da çarıklarınızı çıkardınız?" buyurdu. İşte, onun istisnâsız her yaptığı tâbî olunmayı gerektirseydi, ãÇ áßã ÎáÚÊã äÚÇáßã demesinin bir anlamı olmazdı. Yine, terâvih namazı için mescide bir ya da iki gece çıkmış, bunun sebebi sorulduğunda: Üzerinize terâvihin farz kılınmasından korktum. Farz kılınsaydı onu yerine getiremezdiniz, buyurmuştur. Eğer onun mutlak fiili bu konuda ona ittibâ etmemizi gerektirseydi, ÎÔíÊ Ãä ÊßÊÈ Úáíßã demesinin bir anlamı olmazdı."(7)Hakîkî mânâda muvâfakatın fiilin hem kendisinde hem de niteliğinde olması gerektiğini belirten Serahsî, mutlak olması durumunda kendisinden emîn olunan en kü
çük mikdâr olan ibâha sıfatının sâbit olacağını, bundan ötesi için ise delil bulunması gerektiğini ifâde eder. Böylece iki kısım fiil ortaya çıkmış olmaktadır: Yapmak ve yapmamak (ÃÎĞ æ ÊÑß) . Hz. Peygamberin iki kısım uygulamasından biri olan "terk", diğeri gibi, delil olmadıkça ittibâı zorunlu kılmaz. Örneğin, şarabın mubah olduğu bir zamanda Hz. Peygamber kesinlikle ondan içmemiş, bu durum diğer insanların onu bırakmasını gerektirmemişti.(8) Onun mutlak olarak yaptığı her işe uymak zorunlu olsaydı, bütün fiiillerine vâkıf olup uygulayabilmek için her sahâbînin yanından gece gündüz ayrılmaması gerekirdi. Bu mümkün olmadığına göre, mutlak fiil ona tâbî olmamızı gerektirmez(İÚÑİäÇ Ãä ãØáŞ ÇáİÚá áÇíõáÒãäÇ ÇÊÈÇÚå İì Ğáß). (9)Serahsî s
özlerine şöyle devam ediyor: "Delil olarak öne sürülen âyetlere gelince; áŞÏ ßÇä áßã İì ÑÓæá Çááå Ã ÍÓäÉ âyeti (Ahzâb/21), onu bütün fiillerinde örnek edinmenin (teessînin) vâcip olmadığına (yani mubah olduğuna) delildir. Zira eğer vâcip olsaydı, sözün hakkı olarak áŞÏ ßÇä Úáíßã denilmesi gerekirdi. áßã ifâdesi, örnek edinmenin gerekli olduğuna değil, mubahlığına delildir. İttibâ ve itaatin emredildiği âyetlerde ise maksat, onun getirdiği şeyleri ikrar ve tasdik etmektir. Böyle hitab edilmesi, âyetin siyâkından da anlaşılacağı üzere, Ehl-i Kitâb sebebiyledir."(10)Serahsî'nin bu ifâdeleri, Hz. Peygamberin mutlak olarak yaptığı ve niteliği bilinemeyen fiilleri hakkındadır. Zira müteâkıben, Kerhî ve Cessâs arasında mukâyeseye giren Serahsî, netice olarak Hz. Peygamberin fiilerine ittibânın aslolduğu kanaatine ula
şmaktadır. Kerhî'ye göre, onun fiilinin kendine has şeylerden olup olmadığı bilinemezse, bu muârazayı giderecek bir delil bulununcaya kadar vakfedilir. Cessâs'a göreyse, yukarıda geçen âyette Hz. Peygamberi bütün fiillerinde örnek almanın cevâzına vurgu vardır. Bu nass, o fiilin kendisine has olduğuna dâir bir delil ortaya çıkana kadar ma'mûlün bih'tir. Bu konuya şu âyet örnek verilebilir: "Zeyd o kadından (Zeyneb binti Cahş'dan) ilişiğini kesince biz onu sana nikahladık ki, evlatlıkları karılarıyla ilişkilerini kestiklerinde mü'minlere bir güçlük olmasın." (Ahzâb/37). Ayet, ona mutlak olarak helal olan bir şeyin, ümmetine de helal olduğuna delildir. Eğer bir şey sâdece ona has ise, bu ayrıca belirtilmiştir. Aynı sûrenin 50. âyetinde, mehirsiz nikahın sâdece peygambere mahsus olduğu belirtilerek şöyle buyurulmaktadır: "Peygamber kendisiyle evlenmek istediği takdirde, kendisini peyhibeden mü'min kadını, diğer mü'minlere değil sırf sana has olmak üzere helal kıldık.". Mutlak fiile ümmetin ittibâsı gerekmeseydi, ÎÇáÕÉğ áß denilmesinde fayda olmazdı. Bazen "husûsiyyetin" bu kelime bulunmadan da sâbit olabileceğini belirten Serahsî, hadislerden iki örnek getirdikten sonra şu hükmü vermektedir: İİì åĞÇ ÈíÇä Ãäø ÇÊøÈÇÚå İíãÇ íËÈÊ ãä ÃİÚÇáå ÃóÕúáñ ÍÊì íŞæãó ÇáÏáíá Úáì ßæäå ãÎÕæÕÇğ ÈİÚáå" ". Serahsî'ye göre bütün peygamberler, kendilerine uyulması gereken önderlerdir. Onlardan sâdır olan bütün fiillerde aslolan, mertebelerinin yüksekliğine itibarla kendilerine has kılındığı yönünde bir delil sâbit olmadıkça, iktidâdır. Bir husûsiyyet sözkonusuysa bunun, o fiilin hemen arkasındanãŞÇÑäÇğ Èå) ) beyan edilmesi îcâbeder.(11)"
Şerîatın Hükümlerini Ortaya Koymada Rasûlullah (s.a.v.)'ın Metodu" başlığı altında Serahsî'nin, Vahyi; Zâhir ve Bâtın diye ikiye ayırdığını, herbirini tarif ettikten sonra(12) Hz. Peygamberin re'y ve ictihadıyla ilgili yeni bir konuya girdiğini görüyoruz. Şöyle diyor: "Rasûlullah (s.a.v.)'ın nass bulunmayan konuda re'y ve ictihadla hüküm istinbat edip etmediğinde ulemâ ihtilaf etmiştir. Bazı âlimler bunu kerih görerek: Bu yol ümmetin nasîbidir. Rasûlullâhın nasîbi ise, iki tür vahiyden biriyle amel etmektir, derken, bazıları da: Bazen vahiyle bazen de re'yiyle amel eder, her iki yolla da ahkâmı beyân ederdi, demişlerdir. Bize göre en doğru görüş şudur: Hz. Peygamber, hakkında vahiy gelmemiş olup hakîkati üzerinde teemmüle (ibtilâya) durduğu hâdiselerde, bekleme müddeti bitene kadar vahiy bekler, daha sonra re'y ve ictihadla amel ederek hükmü bildirirdi. Üzerinde karar kıldığı takdirde bu hüküm, kesin hüccet olurdu."(13)Birinci grup kendi g
örüşlerini kısaca şöyle delillendirmektedir:Ş
erîat ahkâmı ile ilgili konularda Rasûlullah'a hiç kimse muhâlefet edemez. Bunda ihtilaf yoktur.(14) Ancak re'yde hem onun hem de başkasının hatâya düşmesi sözkonusu olabilir. Şu durumda, Hz. Peygamber re'yiyle şer'î hüküm koymuş olsaydı, bu konuda ona muhâlefet de câiz olurdu. Savaş ve ganîmetle ilgili konularda olduğu gibi. Nitekim, Bedir günü el-Hubâb b. el-Münzir'in tavsiyesi üzerine kendi kararından vazgeçip kuyuların başına inmeye karar vermişti. Medîne'ye geldiğinde hurmalarını aşılayan halkı bundan vazgeçirmiş, sonra ağaçlar meyve vermeyince kendilerine: ÃäÊã ÃÚáã ÈÃãÑ ÏäíÇßã æÃäÇ ÃÚáã ÈÃãÑ Ïíäßã demişti. Demek ki, şerîat ahkâmı ancak, muhâlefetin mümkün olmadığı ve hatâ tevehhümü bulunmayan bir yolla vaz'edilebilir ki, bu da vahiydir. Mekke'de bulunup Kâbe'yi gören bir kimsenin kıbleyi tâyinde teharrî yapması câiz değildir. Aynı şekilde, kendisine her vakit vahiy gelen ve ilkten hükümler koyan bir peygamberin, baştan hüküm koymaya elverişli olmayan re'yi kullanması düşünülemez. Ayrıca şer'î hükümlerde hak Allah'a âittir. Allah Hakkı ise ancak kat'î ilim gerektiren vahiyle sâbit olur, re'yle değil. Muâmelâtı ilgilendiren savaş ve şûrâ ile ilgili konular bunun dışındadır. Kulların hukûkuna dâhil olan bu konularda, ihtiyâca binâen re'ye başvurmak câizdir.(15)Serahsî'nin de tasvip ettiği ikinci grubun delilleri ise
şöyledir:Kur'an-ı Kerim'de, "Ey akıl sâhipleri ibret alın!" (Ha
şr/2) ve "...Halbuki onu Rasûl'e ya da aralarında yetki sâhibi kimselere götürselerdi, onlar arasından işin iç yüzünü anlayanlar onun ne olduğunu bilirlerdi. áóÚóáãóåõ ÇáĞíä íÓÊäÈØæäå ãäåã (Nisâ/83) buyurulmaktadır. İnsanlar arasında basîret sâhibi olmaya en lâyık olan Rasûlullahtır ve Allah'ın, istinbâtı bildiklerini haber verdiği insanlara dâhildir. Hz. Dâvûd (a.s.) nasıl ki huzûruna gelen iki dâvâcının sorularına kıyasla cevap vermişse (Sâd/21-25), Hz. Peygamber (s.a.v.) de Has'amiyye'ye: "Babanın bir borcu olsaydı ve sen de bunu ödeseydin kabul olmaz mıydı?" diyerek kıyas yoluyla açıklık getirmiştir. Oruçlunun hanımını öpmesinden suâl eden Hz. Ömer'e: "Ağzında suyu çalkalayıp tükürsen sana zarar verir mi?" demesi de böyledir. Hz. PeygamberæÔÇæÑåã İì ÇáÃãÑ (Âl-i İmrân/159) âyeti gereğince ashâbına danışmakla emrolunmuştu. Bedir Savaşı sonrası esirlerin fidyesi konusunu Hz. Ömer ve Hz. Ebû Bekr'e danışıp, Hz. Ebû Bekr'in fidye karşılığı salınmalarına dâir teklîfine meyletmişti. Bu sırada "Allah tarafından önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldığınız fidyeden ötürü size mutlaka büyük bir azap dokunurdu." (Enfâl.68) âyeti nâzil oldu. Esirlerin fidye karşılığı serbest bırakılmasının câiz olması ya da olmaması, şer'î bir hükümdür ve Allah Hakkını ilgilendirir. Ancak Hz. Peygamber bu konuda bile ashâbına danışmış, re'yiyle hüküm vermiştir. Allah hakkı olan ezan konusunda da keza ashâbına danışmış, re'yiyle hareket etmiştir. Hz. Peygamber onlarla, re'yini güçlendirmek için istişâre ederdi. Bu sebeple ÇáãÔæÑÉ ÊáŞíÍ ÇáÚŞæá" " ve ãä ÇáÍÒã Ãä ÊÓÊÔíÑ ĞÇ ÑÃì Ëã ÊõØíÚõåõ" " buyurmuştur.Ayrıca; re'y ile hüküm istinbât etmek, nassların mânâlarını bilmeye bağlıdır. Hi
ç şüphesiz Hz. Peygamber (kendinden başka kimsenin mânâsını bilemediği müteşâbihâta vâkıf olmakla) bu konuda en üst derecede yeralır. Hükme götüren yol bilindikten sonra, artık bunun kullanımını serbest bırakmak yerine engellemek, onun mertebesinin yüceliğine yakışmaz.(16)Serahsî s
özlerine şöyle devam etmektedir: "Hz. Peygamber'in re'yiyle beyân ettikten sonra üzerinde karar kıldığı şeyler kesinlikle doğrudur... Örneğin, Havle (r.anhâ), kocası Evs b. Sâbit'in kendisine yaptığı zıhârın hükmünü sormaya geldiğinde ona: "Senin ancak kocana haram olduğunu tahmin ederim." dedi. Havle'nin: "Ben de bunu Allah'a şikâyet ederim." demesi üzerine: "Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir." (Mücâdele/1) âyeti nâzil oldu ve zıhâr keffâretini açıklayarak Rasûlullahın hükmünü düzeltti. Biz buradan, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şer'î bir konuda re'yiyle fetvâ verdiğini, ancak hatâda karar kılmadığını anlıyoruz.(17) İşte bu yüzden ona ittibâ ile emrolunduk.(18) O, re'yi ile bir beyanda bulunduktan sonra üzerinde değişmeden kalırsa, bu konuda ona tâbî olmak şüphesiz üzerimize farzdır."(19)Serahsî'nin birka
ç vesîleyle tekrar ettiği bu son cümlesinden, Hz. Peygamber'in üzerinde karar kılmadığı re'ylerinin de varlığını anlıyoruz. Kendi ifâdesiyle, "O bunlardan dolayı kimi zaman itâba uğramış, kimi zaman da uğramamıştır. İtâba uğradıklarına örnek, ÚİÇ Çááå Úäß áã ÃĞäÊ áåã (Tevbe/43) ve ÚÈÓ æÊæáì Ãä ÌÇÁå ÇáÃÚãì (Abese/1) âyetleridir. İtâba uğramadığına verdiği örneklerden biri şöyledir: Hz. Peygamber Ahzâb gazvesinden evine döndüğünde silâhını bırakmıştı. Cebrâil (a.s.) kendisine gelip: "Melekler silâhını koymadığı halde sen koydun." diyerek Benî Kureyzâ üzerine yürümesini emretti. Diğer örnek de şudur: Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekr'i, insanları haccettirmesini emrettiği senede, Berâe Sûresini de müşriklere tebliğ etmekle görevlendirmişti. Cebrâil (a.s.) kendisine gelerek: "O sûreyi onlara sâdece senden (senin kabîlenden) bir kimse tebliğ etsin!" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, arkasından Hz. Ali'yi gönderdi.(20)Bu
örneklere binâen, Hz. Peygamber'in ancak doğru olan şey üzerinde karar kıldığını ve böylesi durumlarda hiç kimsenin ona muhâlefet edemeyeceğini belirten Serahsî, konuyu, birinci grubun ileri sürdükleri delillere cevap vererek bitirmektedir.Ona g
öre; æãÇ íäØŞ Úä Çáåæì âyetinde kasdedilen, Kur'an'dan okuduğu ayetlerin ancak birer vahiy olduğudur. Zira sûrenin evvelindeki æÇáäÌã ÅĞÇ åæì âyeti, "İndirildiği zaman Kur'an'a yemin olsun ki" anlamındadır. Ayrıca diğer âyetteki hevâ'dan kasdın kötülüğü emreden nefis (nefsü'l-emmârati bi's-sû') olduğu söylenmiştir. Hiç kimse Hz. Peygamber'in, hevâsına tâbî olduğunu öne süremez. Ayrıca istinbât ve re'y, nefsin hevâsı demek değildir.Serahsî
şu sözlerle konuyu noktalamaktadır: "Rasûlullahdan başka herkesin durumu, seferde yanında su bulunmayan ve su bulmayı da ümit etmeyen yolcunun hâline benzer. Vahiy gelecek diye bir beklentisi olmadığı için ictihâdı tehir edemez. Rasûlullah (s.a.v.)'ın durumu ise, su bulmayı ümid ettiği için teyemmümde acele etmemesi gereken yolcunun hâline benzer. Ona âdeten her vakit vahiy geldiği için, vahyi bekler, re'y ile amel etmek için acele etmezdi. Onun bu bekleyişi, müevvel ya da hafî bir nass karşısında başkasının teemmülü makâmındadır. Bu bekleyişin süresi, o konuda vahynüzûlünden ümit kesilinceye kadardır. Vahiy gelmezse, re'yiyle amel eder ve bunu insanlara açıklardı. Üzerinde karar kıldığı vakit, artık o hüküm vahiysâbitmiş gibi huccet-i kâtıa olurdu."(21)
![]()
DİPNOTLAR
1) Gerek s
özkonusu tasarruflara, gerekse iki ya da daha fazla sıfatla ilgili olması sebebiyle ihtilaflı olan tasarruflara verilen örnekler için bkz. Mekâsıdü'ş-Şerîati'l-İslâmiyye, Muhammed Tâhir b. Âşûr, (İslam Hukuk Felsefesi adıyla türkçeye çevirenler: Vecdi Akyüz, Mehmet Erdoğan), İstanbul 1996, s.45-48.2) Usûlü's-Serahsî, Ebû Bekr Muhammed b. Ahmed b. Ebî Sehl es-Serahsî, Haydarâbad, ts., II/86-99.
3) İzah ve
örnekler için bkz. İslam Hukuk İlminin Esasları, Zekiyyüddîn Şa'bân-İbrahim Kâfi Dönmez, Ankara 1990, s. 89, 199 vd.4) Usûlü's-Serahsî, II/86-87.
5) A.g.e., s.87.
6) Kitapta zikri geçen âyetler: Ahzâb(33)/21, Mâide(5)/92, Âl-i İmrân(3)/31, A'râf(7)/157-158, Nûr(24)/63, Hûd(11)/97.
7) Usûlü's-Serahsî, s.88.
8) Aslında mubah olduğu halde Hz. Peygamberin terkettiği hususlar birkaç
şekilde değerlendirilebilir: a) Tabiatı icâbı insana tiksinti veren şeyleri yemeyi terketmesi. Keler etini yememesi gibi. b) Başkalarının hukûkuna saygı göstermek için mubahı terketmesi. Melekleri rahatsız etmemek için soğan ve sarmısak yememesi gibi. c) Farz kılınır endîşesiyle bazı fiilleri terketmesi. Terâvih namazında cemaate devam etmeyi, ümmetine farz kılınır endîşesiyle sonradan terketmesi gibi. d) Müslümanlar "nasıl olsa günah değildir" düşüncesine kapılırlar da yasaklanmış olanı da yaparlar endîşesiyle bir fiili terketmesi. Nitekim kendi evinde şarkı söyleyen câriyeleri dinlememek için yüzünü başka tarafa çevirmiştir. e) Daha efdal olanı yapmak için mübahı terketmesi. Kendisine zehirli koyun eti yedirmek isteyen kadını cezalandırmaktan vazgeçmiştir. f) Ortaya çıkaracağı zarar, faydasından daha çok olabilecek fiilleri terketmesi. "Muhammed ashâbını öldürüyor" dedikodusu yayılmasın diye münâfıkları öldürmek isteyenlere mânî olması gibi. Kaynaklar için bkz. Fiilî Sünnetin Delil Değeri, Selman Başaran, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı.1, Cilt.1, 1986, s.17-18.9) A.g.e., ay.
10) A.g.e., ay.
11) A.g.e., s.89-90.
12) Vahy-i Bâtın: Kalbin, hiçbir
şüphe, muhâlefet ya da daralma olmaksızın te'yîdidir ki bu, Rabbinden kalbine gelen bir nurla hakkın ortaya çıkması ve hâdisenin hükmünün vuzûha kavuşması şeklinde olur. Allah Teâlâ buna, áÊÍßã Èíä ÇáäÇÓ ÈãÇ ÃÑÇß Çááå (Nisâ/105) buyurarak işaret etmiştir. Bunların hepsi ibtilâ'yı ta'kîben meydana gelir. İbtilâ: Hâdisenin hakîkati üzerinde maksûd olan şey ortaya çıkıncaya kadar teemmül etmektir. Bu, Rasûlullah'a mahsûs olup kesin huccettir. Ve bu konuda Hz. Peygambere, Allah'ın kendilerine ikram ettiği velî kulları dışında hiç kimse ortak değildir. Bkz. s.90.13) Usûlü's-Serahsî, s.91.
14) Bunu s
öylerken şu iki âyeti delil olarak göstermektedirler: æãÇ íäØŞ Úä Çáåæì Åä åæ ÅáÇø æÍì íæÍì Necm(53)/3-4; Şá ãÇ íßæä áì Ãä ÃÈÏøáå ãä ÊáŞÇÁ äİÓì Åäú ÃÊÈÚ ÅáÇø ãÇ íæÍì Åáìø Yûnus(10)/15.15) A.g.e., s.91-92.
16) A.g.e., s.93-94.
17) Zelle adı verilen bu yanılmalar daha çok, dînî konular dı
şında kalan, askerlik, devlet işleri, muhâkeme usulleri gibi konularda vukû bulmuştur. Bu yanılmaların bir kısmını Allah Teâlâ, bir kısmını Hz. Peygamber bizzat kendisi, bazılarını da ashâbı düzeltmiştir. Örnekler için bkz. Selman Başaran'ın adı geçen makâlesi, s.15.18)
æãÇ ÂÊÇßã ÇáÑÓæá İÎĞæå Haşr(59)/7.19) Usûlü's-Serahsî, s.95.
20)
A.g.e., s.95.21)
A.g.e., ay.
![]()