Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!

ALİ HAYDAR BAŞVEREN'İN ARAŞTIRMA YAZISI


ALEVİ-SÜNNİ SÜRTÜŞMESİNİN İÇYÜZÜ

SEKİZİNCİ KISIM : GÜNÜMÜZDE DURUM NE?

YEDİNCİ BÖLÜM: MAKBUL OLMAYAN İSLÂM EKOLLERİNE DEVAM

Makbûl saymadığımız İsmailiye Mezhebi'ni daha önce yazmıştık. Yezidî Mezhebi'ni de anlatmıştık. Nusayrilik de Şiîlik içinde geçti. Şimdi diğerlerinden bahsedelim... Yalnız biz "makbûl olmayan" derken, "Bunlar Müslüman-Mümin değildir" falan demiyoruz. Asla!.... Kimin Müslüman, kimin Mümin olduğunu ancak ALLAH bilir. Biz sadece görünüm olarak, etrafa verdiği intiba olarak makbûl bir İslâm inancı ve uygulaması yansıtmadıklarını söylüyoruz. Bu, hiç unutulmaya!

Bâtınî bir fırka olarak İsmailîyye daha çok Hindistan’ın bazı yerleşim merkezlerinde yaşamakta olup, Müsta’li İsmaililer 2 milyon, Nizârî İsmaililer en çok 20 milyon civarındadır.

Yezidîler Türkiye'de 5.000 kadar, Irak'ta 650.000, Suriye'de 50.000, Ermenistan, Almanya, Rusya gibi Hıristiyan ülkelerde 150.000 kadardır. Bunlara "Siz Kürt'sünüz" baskısı yapılmasına rağmen, değildirler. Bilhassa Ermenistan'da olanlar bunu asla kabul etmez. Yezid ismi Türkiye'de kötü bir çağrışım yaptığı için, Kürt bölücüler hiçbir anlamı olmayan "ezidî" kelimesini icad etmişlerdir ama, gerçeği silemez. Bütün kayıtlarda "Yezidî" diye geçer.

İslâm’la ilişkisi tartışmalı fırkalardan Dürzîlik daha çok Lübnan, Suriye, Filistin ve Ürdün’de hayâtiyetini devam ettirmekte olup, toplam sayılarının 400-500 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir.

Nusayrîlik, Suriye Müslümanlarının % 10-12’lik dilimini teşkil etmektedir. Ayrıca sınırlı oranda Lübnan’da ve ülkemizin Hatay, Adana ve Mersin illerinde varlığını sürdürmektedir.

***

ŞEYHİLİK

İran'daki din ve ırk meselesi hakkında ansiklopedilerde dahi yeterli bilgi bulamazsınız. (İnanmazsanız Meydan Larousse bakın.) Ancak 80 milyona yaklaşmış olan nüfusu şehirli, göçebe ve yarı-göçebe olarak yaşar. Dağlık ve çöllük bölgelerde aşiret sistemi hâlâ güçlü ve etkilidir. Timur bölgede sünniliği bir ölçüde kuvvetlendirmiş, ancak Şah İsmail döneminden beri bilhassa sünnî şehirliler baskı altında tutulmuştur. Ne var ki Timur'un getirdiği şeriata bağlılık İran Şiileri'ni Anadolu Alevileri'nden ayırır. Şimdiki Şiilik, Şah İsmail'in Alevî görüşünden çok uzaklaşmıştır... Bu sayfadaki bilgiler İslâm Ansiklopedisi'nden alınmıştır.

Batı İran ile Anadolu’da yedinci hicrî asırdan itibaren dört yüzyıl süresince aralıksız süregelen dinî karışıklıklardan dolayı ortaya birçok Tarikat ve zümreler çıkmıştı. Horasan Melâmetîliği’nin kurulduğu yer olan, ve üçüncü hicrî asırdan itibaren birçok mutasavvıfın vatanı olarak bilinen Nişâbur’da Hamdun’el-Kassar’dan sonra daha birçok hulûl inancı ihtivâ eden ve dinîn zâhirî ahkâmına muhalefet eden “İbahiyye” mensûbu “Şî?a-i Batıni” toplulukları çoğunlukla Melâmîyye’nin içerisine dâhil oldular. Şeyh Cemâl’ed-Dîn Sâdî’den itibaren Suriye, Mısır, Irak, Hindistan, Orta Asya sınırlarına kadar genişleyen ve “İbaha” i’tikadı gereği birçok tavır, tutum ve ibâdetin zâhirî hükümlerinin yerine getirilmesi mevzuunda göstermiş oldukları kayıtsızlıklarıyla dâima şiddetli kınanma ve eleştirilere mâruz kalan Kalenderîler ile eski yazarlar tarafından “Tâife-i Abdalan ve Cevâlika” olarak isimlendirilen çeşitli Tarikat mensuplarının, Osmanlı yazarlarınca abdal, âşık, torlak, şeyyâd, Haydari, Edhemî, Câmî, Şemsî gibi aynı mânaları taşıyan ifadelerle anıldıkları görülmektedir. Bunların hepsi de ortak kanallardan süzülenen benzer itikatların çeşitli parçalarını barındırmaktaydılar.

Öte yandan XIX. Yüzyıl'da önce ortaya Şeyhilik diye bir akım çıkmış, sonra Bâbiliğe dönüşmüş, bir kısmı da Bahailik olarak sürmüştür. Bazı bölgelerde de 7 imamlı İsmailiye mezhebi mensupları görülür. Bunların hiç biri bizim anladığımız anlamda Ali yolundaki Aleviliğe benzemez.

Şeyhilik, İmam Mehdi'nin 941 yılında başlıyan "gaybet" döneminden beri "hüccetullah" adı taşıyan imamlara, nurunu aksettirecek bir "kâmil şii"nin varolduğu inancına dayanır... Bu inanca göre, imam mâsumdur. Yâni ne yapsa doğrudur...İranlılar İmam Hümeyni'ye böyle inandıkları için, neredeyse İran'ın üçte biri kadar olan Irak'a yeniliyorlardı!.

Böyle bir iddia ile ortaya çıkan Şeyh Ahmed, "Hz. Muhammed'in nurunun Oniki İmam'da görüldüğünü, 1000 yıl gizli kaldıktan sonra kendisinde tekrar tecelli ettiğini" söylemiş, kendinden sonra da "nurun Kâzım Reşti'ye" geçeceğini bildirmişti.(Bakınız: NOTLAR - 6A - 24) Şeyh Ahmed tarikatının yayıldığını gördükten sonra, 1826'da ölmüştür.

Öyleyse Şeyhiyye, Ahmed el-Ahsâî’nin düşünceleri etrafında teşekkül eden, sonraları Keşfiyye olarak da anılan Oniki İmâmlı-İsnâaşerî kökenli ama ondan kopmuş, dinî-kelâmî bir ekoldür.

XIX. Yüzyıl'dan itibaren özellikle İran ve Irak’ta etkili bir grup haline gelen Şeyhiyye, kurucusunun ve sonraki liderlerinin "dinden uzaklaşmış kişiler" diye suçlanması ve İsnâaşeriyye dışına itilmesi sebebiyle, düşüncelerini Usûliyye Şîası’yla uzlaştırmaya çalışmış ve zaman içinde kendini ayrı bir fırkadan ziyade, "Şîa içinde bir düşünce" ekolü olarak benimsetmeyi kısmen başarmıştır.

Bazı Şiî müellifleri tarafından “tercümânü’l-hükemâi’l-müteellihîn", "lisânü’l-urefâ ve’l-mütekellimîn", "gurerü’d-dehr ve feylesûfü’l-asr” gibi abartılı unvanlarla anılan Şeyh Ahsâî, damgalanır ki, İslâm'ı ifsada yönelik her faaliyetin altında Hıristiyan Batı Dünyası olduğu için, pek muhtemeldir.

Kırk yaşına kadar Ahsâ’da kalan, daha sonra Kerbelâ ve Necef’teki medreselerde öğrenim görerek müctehid pâyesini elde eden, bu arada teosofik metinler, tıp, nücûm, harf, sayı ve tılsımlarla ilgili çalışmalar yapan, bilhassa imamlar hakkında birtakım rüya, müşahede ve tecrübe iddialarını ortaya atan Ahsâî, imamlardan Kur’an ve hadisleri yorumlama konusunda yetki aldığını belirterek, "asıl bilgi kaynaklarının sezgi ve ilham (keşf) olduğunu" söylemiştir.

Ahsâî Kazvin’de bulunduğu sırada mi‘râcın, ayrıca vuku bulacak haşrin cismanîliğini reddetmesi ve ilâhî fiillerin imamlara tefvîz edildiği konusundaki düşüncelerinde İsnâaşeriyye’nin görüşlerine muhalefet etmesi yüzünden, küfürle itham edilmiştir. Ömrünün sonuna doğu hacca gitmek üzere yola çıkmış ve Medine yakınlarında vefat ederek Cennetü’l-Bbâkî‘ya defnedilmiştir .

Şeyhiyye, Şîa’nın dinî doktrin ve usûlü konularında farklı düşünceler ileri sürenlerin oluşturduğu bir ekoldür. Bu düşüncelerin tahlili neticesinde Şeyhiyye’nin, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin nazarî tasavvuf anlayışı yanında, Sühreverdî’nin İşrâki teosofisinden yararlanan İsfahan kökenli hikmet-i ilâhî ekolünün gelişmiş şekli olduğu ortaya çıkar.

Ulûhiyyet konusunda Şeyhiler "Allah hay, kadîm, bâki ve alîmdir" der. O’nun biri zâtî, diğeri muhdes olmak üzere iki tür ilmi mevcut olup, zâtî ilmi zattan ayrılmaz, muhdes ilmi ise yaratılmışlar arasında icra ettiği hususların bilgisidir. Zâtî ve muhdes ayırımı Allah’ın bütün sıfatları için uygulanabilir. Allah ile insan arasında benzerlik bulunmadığından, insanın O’nun zâtını bilmesi mümkün değildir. Şu halde Allah dünyada da, âhirette de gözle görülemez. İrade ve kelâm zâtî değil fiilî sıfatlardandır ve hâdistir. Âlemin meydana gelişinin sebebi ilâhî iradenin taallukudur. Bu düşüncenin sonucu olarak Şeyhiyye’nin, sûfîlerin vahdet-i vücûd ve Allah ile mistik birleşme (ittihad) telakkilerini reddettiği anlaşılmaktadır.

İnsanlar Allah’ın emir, yasak ve tavsiye şeklindeki tebliğlerini doğrudan alma imkânına sahip olmadıkları için Cenâb-ı Hak vahyini seçtiği elçiler vasıtasıyla bildirir. Fertlerin ve toplumların ihtiyacını karşılamak üzere peygamber gönderilmesi gereklidir. Hz. Muhammed son peygamberdir. Peygamber fizikî görünüm ve ahlâk açısından en mükemmel kişidir, hayatı boyunca her türlü günahtan korunmuş, ulaşılması mümkün olanın ötesinde kabiliyet ve sıfatlarla donatılmıştır. Bu ümmetin peygamberi bütün insanlığa gönderilmiştir. İsrâ ve mi‘râc cismânî değildir ve Hz. Muhammed’in misâl âlemindeki varlığıyla cereyan etmiştir.

İmâmet. Peygamber’den sonra onun yerine geçecek, adına icraatta bulunacak ve getirdiği nizamı koruyacak bir halefinin bulunması gereklidir. Vasî denilen bu kişi peygamberlerin sıfatlarına sahip olup, Allah ve Peygamber tarafından tayin edilir, ona itaat Allah’a ve resûlüne itaat demektir.

Allah’ın iradesinden ortaya çıkan ilk nur, nûr-ı Muhammedî’dir; bundan imamların nuru, imamların nurundan müminlerin nuru zuhur etmiştir. Dolayısıyla imamlar yaratılışın vasıtaları, âletleri ve nihaî gayesidir. Onlar mârifetullaha vasıta olmalarının yanı sıra, ilâhî lûtfun insanlara ulaşması hususunda da aracılık ederler. Şeyhiyye’nin bu düşüncesi İsnâaşeriyye Şîası tarafından tepkiyle karşılanmış, Allah’a ait fiillerin başkasına izâfe edilmesi (tefvîz) biçiminde değerlendirilmiştir. Bu zümre, imamların kabirlerini ziyaret ederken başları hizasında değil, ayak uçlarında durup, dua ettiklerinden “Püşt-serî”; İsnâaşerîler ise imamların başucunda durdukları için “Bâlâ-serî” diye anılmıştır.

Fizikî âlemle ruhânî âlem arasında bir misâl âlemi vardır. Bu âlem, bir anlamda berzah âlemiyle aynı olup, Ahsâî tarafından Süryânîce’den alındığı ileri sürülen Hûrkalyâ/Huvarkalyâ kelimesiyle ifade edilir. Fizikî âlemde bulunan her şeyin Hûrkalyâ Âlemi'nde bir karşılığı mevcuttur. Bu sebeple bütün insanlar biri fizikî âlemde, diğeri Hûrkalyâ’da olmak üzere iki varlığa sahiptir. 874 yılında Gaybet'e giren ve hâlen yaşamakta olan Onikinci İmam Muhammed Mehdî el-Muntazar’ın bulunduğu Câbülsâ (Câbülka) beldeleri, Hûrkalyâ Âlemi'nde yer almaktadır. Cennet ve Cehennem de Hûrkalyâ Âlemi'nde ortaya çıkacak iyilik ve kötülük tarzındaki ferdî hayat şeklinde anlaşılmalıdır. Bu sıraladiğılız düşünceler Şeyhiyye ile İsnâaşeriyye arasında büyük ihtilâflara yol açmıştır.

Şeyhiyye’nin kurucusundan ziyade halefleri tarafından geliştirilen bu esasa göre tevhid, nübüvvet, imâmet, adl ve meâddan oluşan İsnâaşeriyye’nin beş esası adl tevhide, meâd da nübüvvete dahil edilerek üçe indirilmiş, bunlara Kâzım Reştî ve Muhammed Kerîm Han Kirmânî zamanında Dördüncü Rükün (Rükn-i râbi‘) eklenmiştir. Bu da Hûrkalyâ’da bulunan İmam'la fizikî âlemdeki insanlar arasında aracılık yapan bir kâmil Şiî’nin mevcut olduğu inancıdır. Gaib İmam'ın iradesi onun bu aracıya verdiği tâlimatla yerine getirilir. Nücebâ ve nükabâ silsilesinin başında olan bu kişi İmam'ın bilgisi ve otoritesi dahilinde faaliyet gösterir. Rükn-i râbi‘ ifadesi kâmil bir Şiî için kullanıldığı gibi, bazan bir hiyerarşiyi belirtmektedir. Şeyhîler rükn-i râbi‘ yahut bâb olarak öncelikle Ahsâî’yi, ondan sonra Reştî’yi tanımaktadır. Doktrinin zaman içinde gelişmesi ve Şeyhîler’in Şîa ile daha az ihtilâfa düşme gayretleriyle, rükn-i râbi‘ tâbiri ulemâ topluluğu için kullanılmaya başlanmış ve bu mânada “nâibü’l-âm” kavramıyla eş anlamlı hale gelmiştir.

Şeyhiyye mensupları keşf veya sezgiye dayanan bilginin İmamlar'ın doğrudan bildirmesi ve onların tâlimatıyla elde edilebileceğini söyler. Bunu desteklemek amacıyla şöyle bir rüya nakledilir: Ahsâî bir gece rüyasında Hz. Hasan’ı görmüş, Hasan ağzını onun ağzının üzerine koymuş, tükürüğünü tattığında bunun baldan daha tatlı, miskten daha güzel kokulu olduğunu hissetmiş, uyanınca kendisinin ilâhî mârifet nuruyla kuşatılmış ve Allah’ın lutuf ve inâyetiyle bütün ilimleri öğrenmiş bulunduğunu farketmiştir. İsnâaşeriyye âlimlerinin bilgi teorisiyle bağdaşmayan bu düşünce, ictihad yöntemini ve diğer aklî metotları uygulamak suretiyle elde edilen bilgileri ortadan kaldırdığı için buna karşı mücadeleye girilmiştir. Kurucusunun keşfe dayanan bilgiyi benimsemesi dolayısıyla Şeyhiyye daha sonra Keşfiyye olarak da anılmış ve Kâzım Reştî zamanında daha çok bu isimle tanınmıştır. Gaib İmam'ın Gaybet'i üzerinden yaklaşık 1000 yıl geçtiğinden o günkü Şiî çevrelerinde hâkim olan milenyum inancı ve mehdînin zuhuru düşüncesi Reştî’de de görülmektedir. Reştî sadece zuhuru müjdelemekle kalmamış, geleceği vaad edilen kişinin meclisinde bulunduğunu, kendisinin ölümünden sonra onun zuhur edeceğini belirterek müstakbel kâmil Şiî’nin özelliklerini ortaya koymuştur.

Bu durum, Bâbîlik fırkasının kurucusu Mirza Ali Muhammed Şîrâzî’nin bâb olarak ortaya çıkması için gerekli zemini hazırlayacaktır... Yâni, bir sapıtmış mezhep, bir başka sapıklığa yok açacaktır.

Kâzım Reştî halef tayin etmemiş, ölümünün ardından Bâbîliğe yönelenler dışında kalan mensupları Kerbelâ’da, Tebriz’de, Kirman’da olmak üzere üç gruba ayrılmıştır. Kerbelâ’da Mirza Hasan Gevher’e tâbi olanlar Şeyhiyye içinde önemli bir nüfuz kazanmıştır. Bu grubun ileri gelenlerinden biri Mirza Muhammed Hüseyin Muhît Kirmânî, diğeri 1878’de öldürülen Ahmed b. Seyyid Kâzım’dır. Grubun liderliği daha sonra Molla Muhammed Bâkır Üskûî’ye ve ardından oğlu Mirza Mûsâ’ya geçmiş, cemaatin liderliği günümüzde Küveyt’te yaşayan Ali el-Hâirî’ye intikal etmiştir. Bu gruba bağlı Şeyhîler Üskûîler diye anılmaktadır. Tebriz Şeyhîleri, aykırı görüşlerini bertaraf ederek Usûliyye’ye mensup olduklarını belirtmelerine rağmen, İsnâaşeriyye’nin düşmanlığından kurtulamamış, XIX. Yüzyıl'ın ortalarında Tebriz’de Şeyhîler’e karşı ortaya çıkan hareketler yüzünden Şeyhî ve İsnâaşerî bölgeleri birbirinden ayrılmıştır. Tebriz’de Şeyhiyye’nin liderliğini Hüccetülislâm ve Sikatülislâm aileleri üstlenmiştir.

Başlangıçta cemaate hâkim olan Hüccetülislâm ailesinin başkanı, Hüccetülislâm Camii’nde imamlık görevini yürüten ve Azerbaycan bölgesinin dinî lideri olan Molla Muhammed Mâmekanî’dir (ölümü 1852). Ardından kendisine halef olan üç oğlu Muhammed Hüseyin, Muhammed Taki ve Mirza İsmâil ile torunu Mirza Ebü’l-Kasım, Hüccetülislâm unvanıyla adı geçen câmide imamlık yapmış, Ebü’l-Kasım’ın ölümüyle ailenin varlığı sona ermiştir.

Sikatülislâm ailesinin lideri olan Hacı Mirza Şefî‘ (ölümü 1884), Muhammed Mâmekanî gibi Şeyh Ahmed ve Kâzım Reştî’nin öğrencisidir. Kendisinden sonra oğlu Şeyh Mûsâ ve torunu Mirza Ali, Sikatülislâm unvanıyla Tebriz’de liderliği yürütmüştür. Mirza Ali zamanında Sikatülislâm ailesi Hüccetülislâm ailesinin nüfuzunu ortadan kaldırarak Tebriz’deki Şeyhîler’in çoğuna hâkim olmuştur. Mirza Ali, 1912 yılında Tebriz’in Ruslar tarafından işgâli sırasında gösterdiği direniş neticesinde idam edilmesinden dolayı, millî kahraman kabul edilmiştir. Muhammed Kerim Han ve halefleri, Şeyhîlik düşüncesini İsnâaşeriyye’nin prensiplerine yakın bir şekilde açıklamaya çalışmıştır. 1950’de Âyetullah Burûcirdî’nin temsilcisi Âga Muhammed Taki Felsefî’nin Hacı Ebü’l-Kasım Han İbrâhimî’ye doktrinle ilgili olarak sorduğu yirmi beş soruya onun İsnâaşerî düşüncesine uygun cevaplar vermesi üzerine Felsefî bu zümrenin niçin bu isimle anıldığı konusunda hayrete düştüğünü belirtmiştir.

Küçük bir azınlık olarak Şiî dünyasında varlığını sürdüren Şeyhîler’in İran’da Tebriz, Kirman, Hürremşehir, Abadan, Tahran, Mervdeşt, Refsencan, Şîraz ve Zünuz’da 200.000 civarında, çoğunluğu Basra’da olmak üzere Irak ve Körfez ülkelerinde 300.000 kadar olduğu tahmin edilmektedir. Kirman’daki Şeyhîler’in Medrese-i İbrâhîmiyye adında otuz-kırk kadar öğrencinin okuduğu bir medreseleri, yayınevleri, Basra’daki Şeyhîler’in de dinî öğrenim veren medreseleri bulunmaktadır.

BÂBÎLİK

Bâbîliğin kurucusu Mirza Ali Muhammed de, Reşti'nin müritlerindendi. Azerbeycan, Şiraz'da yeni bir mezhep kurdu. (1844) "Onikinci İmam Mehdi'ye açılan kapının (bâb) kendisi olduğunu" iddia ettiği için, bu yola Bâbîlik denmiştir.

Mirza Ali Muhammed, 1 Muharrem 1235 (20 Ekim 1819) tarihinde Şîraz’da doğdu. Küçük yaşta babasının ölümü üzerine tüccar olan dayısı tarafından yetiştirildi. Gençliğinde dayısının kendisini gönderdiği Bûşehr’de ticaret yapacağı yerde, küçük yaştan beri merak duyduğu Hurûfîliğin tesiriyle kızgın güneş altında saatlerce güneşe bakarak oturmak ve bununla zikir gücüne kavuştuğunu ileri sürmek gibi gayri tabii davranışlara ve iddialara girişti. Bunun üzerine dayısı tarafından şifa bulması için gönderildiği Kerbelâ’da, Onikinci İmam'ın kaybolmasından sonra başlayan Gaybet*-i Suğrâ'yı (873-941) takip eden Gaybet-i Kübrâ döneminde imamların nurunu ve Hz. Muhammed’in hakikatini aksettirecek bir “kâmil Şiî”nin var olması gerektiği ve kâmil Şiî olarak bu nurun en mükemmel şekilde kendilerinde tecelli ettiği inanışını savunan Şeyhîliğin kurucusu Şeyh Ahmed el-Ahsâî’nin önde gelen müridi Seyyid Kâzım Reştî (ölümü 1843) ile tanıştı ve onun tesirinde kaldı.

Seyyid Kâzım ayrıca beklenen Mehdî'nin pek yakında, fakat kendisinin ölümünden sonra zuhur edeceğini, dolayısıyla onu mutlaka arayıp bulmaları gerektiğini taraftarlarına tavsiye etti. Bu durumu değerlendiren Mirza Ali Muhammed 23 Mayıs 1844 tarihinde, önce kendisinin beklenen "Mehdî'ye açılan bab*, hemen arkasından, aynı senenin sonbaharında hac için gittiği Mekke’de veya Maskat’ta sadece bâb değil bizzat “beklenen Mehdî” (el-Mehdiyyü’l-Muntazar) olduğunu ilân etti.

Bu "mehdilik" sârî bir hastalık galiba... Az buçuk tanınmış kişiler bu hastalığa yakalanıp kendini hemen "mehdi" ilan ediveriyor!... Adnan Hoca, Fethullah, Salih Mirzabeyoğlu hep "mehdi"!... Her dönemde bir kaç "mehdi" çıkmadan olmuyor! Siz bizim Mehdi yazımıza bakın.

Mirza Ali'nin bu iddiası ilk anda Şeyhîler’den 18 kişi tarafından kabul edilmiş ve bunlara, ebced hesabından hareketle, “hurûfâtü’l-hay” (Hay =10+8) denilmiştir. Buna bir de Mirza Ali'yi katınca, sayı 19 olur.

Bâb Mirza Ali Muhammed, 1845 ilkbaharından itibaren Şîraz, Tahran, İsfahan ve Tebriz’de dâîleri vasıtasıyla iddiasını yaymaya çalıştı. Bu arada, Bâbîlik hareketinin ileride Bahâîlik adı altında gelişmesini sağlayacak olan Mirza Hüseyin Ali, kardeşi Mirza Yahyâ en-Nûrî ve Zerrîntâc adıyla meşhur Ümmü Selmâ Fâtıma bint Molla Muhammed Sâlih Bâbîliğin saflarında yer almıştı.

Kurretü’l-Ayn, Cenâb-ı Tâhire ve Ferahu’l-Fuâd lakablarıyla da tanınan Zerrîntâc, "İslâm şeriatının neshedilmiş olduğunu, yenisinin ise henüz zuhur etmediğini, dolayısıyla gayri meşrû olarak telakki edilecek her türlü davranışın meşrû sayılması gerektiğini" fütursuzca ileri süren Türk asıllı bir kadındı.

Kendisine inanıp bağlananlar tarafından Nokta-i Ûlâ veya Hazret-i A‘lâ unvanlarıyla anılan Mirza Ali Muhammed’in önce bâb (Mehdi'ye açılan kapı) , sonra da Mehdî olduğu şeklindeki iddiaları, bizzat kendisinin "mukaddes kitab" olarak takdim ettiği "el-Beyân" adlı eserinde son derece ileriye götürülmüştür.

Ona göre Hz. Muhammed’in nübüvvetinin hakikati, Onikinci İmam'ın kaybolmasından (873) sonra 1000 yıl devam ederek 1844'de kendisinin zuhuru ile sona ermiştir. Esasen o, önce Gaybet-i Kübrâ döneminde kapatılmış olan Mehdî'ye açılan kapı (bâb) olduğu iddiasında bulunmuştu. Bâb, gelmesi beklenen, gelişi yakın olan ve Allah’ın ortaya çıkaracağı (men yuzhiruhu’llah) daha önemli birinin habercisi demekti. Aslında bu beklenen sadece Mehdî değil, aynı zamanda yeni bir peygamberdir.

Mirza Ali Muhammed bu iddiasının sonucu olarak "Kur’ân-ı Kerîm’in neshedildiğini, dolayısıyla İslâm şeriatının emir ve yasaklarının kaldırıldığını ve el-Beyân ile yeni hükümlerin getirildiğini" ileri sürmüştür. Bu noktadan hareketle "el-Beyân’ın Kur’ân-ı Kerîm’den üstün olduğunu ve hatta insanoğlunun onun bir tek harfinin bile benzerini getirmeye muktedir olamayacağını" söyler.

Bâb Mirza’ya göre her bir harfin ve sayının ayrı bir özelliği ve değeri vardır. Nitekim 19 sayısı Bâbîlik ve Bahâîlik’te mukaddes bir rakamdır ve her şey buna dayalıdır. Yıl 19 ay, aylar da 19 gündür. Her Bâbî, her 19 gün sonunda bir bardak su ile de olsa, 19 Bâbî’ye ikramda bulunmak zorundadır. Cenaze namazı dışında cemaatle ibadet kaldırılmıştır. Zekât olarak malların beşte biri verilir. Bâb Mirza’nın doğum yeri olan Şîraz ile, hapsedildiği yerler hac merkezi olarak kabul edilmiştir. Sigara içmek, alkollü içki kullanmak, dilencilik yapmak ve dilenciye para vermek yasaklanmıştır. Boşanma câiz, fakat hoş görülmeyen bir husustur. Dul erkekler boşandıktan doksan gün, dul kadınlar da doksan beş gün sonra tekrar evlenmeye mecburdurlar; aksi halde cezaya çarptırılırlar. Her Bâbî en çok 19 adet kitaba sahip olabilir. Katil, maktulün vârislerine 11.000 miskal altın ödemek ve 19 yıl her türlü cinsî ilişkiden uzak durmak zorundadır.

Bu ve benzeri görüşlere inanan Bâbîler, İran’ın muhtelif yerlerinde giriştikleri propaganda faaliyetleri neticesinde birkaç bin taraftar kazanmaya muvaffak olmuşlarsa da, devrin idarecilerinin sürekli takiplerinden kurtulamamışlardır.

Bâbîler İran Şahı Nasirüddin'in tahta çıkışı sırasında ayaklandılar. Başlarında Küretülayn adında ilmi, lisanı ve güzelliği ile meşhur bir Türk kızı vardı. Asıl adı Zerrin Taç idi. Molla Salih Berekam'ın kızı idi. Halka şöyle diyordu:

- "Bab Hükümeti teessüs etmedikçe şeriata itaat edip etmemekte serbestsiniz. İyi olan şeyi yapın. Kötülükten kaçın.
Hepiniz kardeşsiniz. Mallarınızı aranızda taksim edin!"

Küretülayn da, İranlılar'a açık saçık gelen kıyafeti ve sözleri yüzünden, korkunç bir zindana atıldı. Bâbîler’in, giriştikleri propaganda ve ileri sürdükleri görüşler itibariyle İran’da tehlikeli bir hareket halini almaları sonucu Mirza Ali Muhammed, müctehidlerin fetvaları üzerine Nâsırüddin Şah’ın emriyle Tebriz’de kurşuna dizilerek öldürüldü (1850).

Bâb Mirza Ali Muhammed’in öldürülmesinden sonra iki Bâbî’nin 16 Ağustos 1852 tarihinde Nâsırüddin Şah’a karşı başarısız bir suikast teşebbüsünde bulunması üzerine pek çoğu hapsedildi veya öldürüldü. Küretülayn yakılarak idam edildi. Bu hadise sonunda hapsedilen Bâbîler’den, daha sonra Bahâullah adıyla anılacak olan Mirza Hüseyin Ali en-Nûrî ile baba bir kardeşi Subh-i Ezel Mirza Yahyâ en-Nûrî, Rus ve İngiliz sefâretlerinin devrin hükümeti nezdinde teşebbüs ve baskıları üzerine 15 Ekim 1852 veya 12 Ocak 1853 tarihinde Bağdat’a sürgün edildiler. Bu tarih aynı zamanda Bâbîliğin Bahâîlik adı altında devam etmesinin başlangıcı sayılabilir.

Muhammed Bab'ın talebelerinden Yahya ile kardeşi Bahaullah Bağdad'a kaçtılar. Fakat orada da kışkırtıcı hareketlerde bulunduklarından, Osmanlı hükümeti Yahya'yı Kıbrıs'a, Bahaullah'ı Akka'ya sürdü. Bâbîler'in kötü ve câhil olanları Yahya ile kaldı, âlim ve aydınları Bahaullah'la gitti... Bahaîler, sonra Osmanlı İmparatorluğunun başına dert olmuştur.

BAHAÎLİK

Bahâîliğin tarihi, İsnâaşeriyye fırkası içinde doğan ve Şeyhiyye diye adlandırılan tasavvufî hareketin mahsulü sayılan Bâbîlik ile başlar.

Bahâîliğin kurucusu olan Mirza Hüseyin Ali el-Mâzenderânî en-Nûrî, 2 Muharrem 1233 (12 Kasım 1817) tarihinde Tahran’da, İran şahının sarayında maliye işlerinden sorumlu önemli bir mevkiye sahip bulunan Mirza Abbas Büzürg’ün oğlu olarak dünyaya geldi. Saraya mensup olmanın sağladığı imkânla çocukluğunda iyi bir tahsil gördüyse de Bahâîler’ce “ümmî” olduğunu ispat etmek için herhangi bir mektep ve medreseye gitmediği söylenir.

Babasının ölümünden sonra yirmi yaşlarında iken saraydan ayrılarak çeşitli yerleri dolaşmaya ve dinî meselelerle uğraşmaya başladı. 1844 yılında şahsen hiç görmediği Bâb Mirza’nın görüşlerini benimsedi. Dokuz yıl sonra da bu yüzden kardeşi Mirza Yahyâ en-Nûrî ve ailesiyle birlikte Bağdat’a sürgün edildiler. Mirza Hüseyin Ali, burada kardeşiyle arasında Bâb Mirza’nın vekilliği konusunda çıkan anlaşmazlık üzerine gizlice Bağdat’tan kaçarak iki yıl boyunca Süleymaniye dağlarında münzevi bir hayat yaşadı.

Onun bu tavrı Bâbîler arasında gittikçe büyüyen bir tesir uyandırdı ve Bağdat’a döndüğü zaman Bâbîler’in büyük çoğunluğu kendisinin etrafında toplandı; hatta İran’dan da birçok ziyaretçi geldi. Bağdat’taki âlimlerin şikâyeti ve İran hükümetinin ricası üzerine, bu defa İstanbul’a sürgün edilen Mirza Hüseyin Ali bu sürgünden önce, Bahâîler’in daha sonra “Bâğ-ı Rıdvân” adını verecekleri Bağdat yakınlarındaki Necib Paşa bahçesinde yakın taraftarlarına, kendisinin Bâb’ın önceden haber verdiği “Allah’ın ortaya çıkaracağı zat” (men yuzhiruhu’llah) olduğunu ilân ederek, Bâbîler’i kendisine uymaya çağırdı (21 Nisan 1863).

Bu iddia Bâbîler arasında büyük yankılar uyandırdı; çünkü onların bir kısmına göre Bâb, “Allah’ın ortaya çıkaracağı zat”ın kendisinin ölümünden 2001 yıl sonra zuhur edeceğini, o zamana kadar başka bir zuhur olmayacağını söylemiş ve yerine Subh-i Ezel diye isimlendirdiği Mirza Yahyâ en-Nûrî’yi vasî ve halef tayin etmişti. Yâni, Mirza Hüseyin Ali kardeşi Yahya'ya ekarte etmiş oldu.

3 Mayıs 1863’te Bağdat’tan hareket ederek önce İstanbul’a getirilen Mirza Hüseyin Ali, Mirza Yahyâ en-Nûrî ve yakınları, burada dört ay tutulduktan sonra Ocak 1864’te topluca Edirne’ye sürgün edildiler. Mirza Hüseyin Ali, burada açıkça ortaya attığı “men yuzhiruhu’llah” olma iddiasını, bütün Bâbîler’i kendi etrafında toplanmaya ve hatta İran Şahı Nâsırüddin, Osmanlı Padişahı Abdülaziz Han, Rus Çarı II. Alexander, Fransız İmparatoru III. Napolyon, Papa IX. Pius, İngiliz Kraliçesi Victoria ve daha birçoklarına mektup yazarak kendisine uymaya çağırmak şeklinde sürdürünce; Sultan Abdülaziz, Subh-i Ezel Mirza Yahyâ ve ona bağlanan az sayıdaki Bâbî’yi Kıbrıs’a, taraftarlarınca “Bahâullah” (Allah’ın ululuğu, güzelliği, nuru, rahmeti ve lûtfu) adıyla anılan Mirza Hüseyin Ali ve taraftarlarını da Akkâ’ya kimseyle görüşmemeleri ve başka yerlere gitmemeleri şartıyla sürgün etti (1868).

Kıbrıs’ta Magosa’da ikamete mecbur edilen Mirza Yahyâ 1912 yılında öldüğü zaman artık Bâbîler arasında çok az taraftarı bulunan, fakat orada bugüne kadar Bahâîlik’ten küçümsenemeyecek izler bırakmış olan biri idi.

Akkâ’da önce Akkâ Kalesi’ne hapsedilen, ancak daha sonra Akkâ surları dışına çıkmasına izin verilen Mirza Hüseyin Ali ise Bâbîler’i "Bahâî" adı altında kendi etrafında toplamayı başarmış ve gerek eserleri, gerekse görüşleriyle onların varlıklarını sürdürmelerini sağlamıştır. Mirza Hüseyin Ali, 29 Mayıs 1892 tarihinde son olarak yerleştiği Akkâ ovasındaki el-Behce adlı konakta öldü.

Mirza Hüseyin Ali irili ufaklı birçok eser ve risâle yazmıştır. Bunların ilki, Bağdat’ta iken yazdığı" el-Îkan", esas itibariyle bâtınî te’viller, İsrâiliyat ile süslenmiş birtakım hikâyelerle dolu, fakat kendi iddiasına göre ona iman etmeyi ve bağlanmayı gerektirecek her şeyi ihtiva eden Farsça bir eserdir. "el-Îkan", başta Arapça olmak üzere pek çok dile tercüme edilmiştir. Yine “ilâhî irade” semasından geldiğini iddia ettiği ve 1871-1874 yılları arasında kaleme aldığı "Kitâbü’l-Akdes" hareketin temel eseridir. Kur’ân-ı Kerîm’in üslûbunu son derece kötü ve beceriksiz bir tarzda taklit etmek sûretiyle yazdığı bu eserinde," daha önceki mukaddes kitapların insanlığın ihtiyacına cevap veremedikleri için bu kitapla neshedildiklerini" ileri sürmüştür. Ayrıca kendisine Arapça ve Farsça olarak vahyedildiğini iddia ettiği on dokuz sûreden ibaret "Kelimât-ı Meknûne", İbnü’z-zihb", "Tarâzât", "Kelimât-ı Firdevsiyye", "İşrâkat ve Tecelliyât" gibi eser ve risâleleri vardır. Bunlardan ilki "Bahaullah’ın Levhleri" adıyla 1974’te, ikincisi ise "Kurdunoğlu" başlığıyla 1976’da Mecdi İnan tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir.

Mirza Hüseyin Ali, ölümünden önce, 23 Mayıs 1844'de doğan büyük oğlu Abbas Efendi’yi Abdülbahâ unvanıyla halef tayin etmiştir. Abdülbahâ, 1908’de Meşrutiyet’in ilânı üzerine tamamen serbest kalan Bahâîliğin kısa sürede Mısır, Avrupa ve Amerika’ya nüfuz etmesine çalışmış ve bu iş için buralara seyahatler yapmıştır.

I. Dünya Savaşı sırasında Bahâîliğin ana merkezi olarak seçilen İsrail’deki Hayfa şehri ve civarında, İngilizler lehine gösterdiği gayret ve faaliyetlerinden dolayı, Hayfa’da 27 Nisan 1920’de İngiliz hükümeti tarafından “şövalyelik” rütbesiyle mükâfatlandırılmıştır.

28 Kasım 1921’de ölen Abdülbahâ, Hayfa’da Kermil dağına nakledilen Bâb Mirza’nın mezarının yanına gömüldü. Ölmeden önce de büyük kızından büyük torunu olan Şevki Efendi’yi “veliyy-i emrillâh” sıfatıyla Bahâîler’in ruhanî reisi ve emrin açıklayıcısı olarak tayin etti.

1 Ekim 1873’te Akkâ’da doğan Şevki Efendi Oxford’da öğrenim gördü. 1937’de Amerikalı Bahâîler’den, daha sonra Ruhiye Hanım adını alan Mary Maxwell ile evlenen Şevki Efendi, 4 Kasım 1957’de Londra’da ölümüne kadar Bahâîliği dünyaya yaymak için büyük gayret sarfetti. Bu arada, çocuğu olmadığından Bahâîliğin idaresini, ölmeden önce “baş koruyucular” diye nitelendirdiği ve Bahâîler’ce “emrin elleri” kabul edilen yirmi yedi yardımcıya emanet etti. Bunlar onun ölümü üzerine, Bahâullah tarafından esasları belirlenen, Abbas Efendi tarafından da gerçekleştirilen idarî teşkilâtı uygulamaya koydular.

Buna göre Bahâîliğin idarî nizamı Mahallî Ruhanî Mahfiller (Beytü’l-adl-i mahallî), Merkezî veya Millî Mahfiller (Beytü’l-adl-i millî-merkezî) ve en üstte son söz sahibi durumundaki merci olan Umumi Adalet Evi’nden (Beytü’l-adl-i umûmî) oluşmuştur. Bu üç heyet üyeleri şöyle belirlenir:

1. İdare veya belediye taksimatına göre bölge, şehir, kasaba ve köylerde 21 yaşından yukarı en az dokuz Bahâî varsa, bunlar her yıl “rıdvan bayramı”nın birinci gününde (21 Nisan) 9 kişiyi gizli rey açık tasnifle, propagandasız ve aday gösterilmeksizin Mahallî Ruhanî Mahfil üyeliğine seçerler.
2. Millî Ruhanî Mahfil, Bahâîliğin bulunduğu ülkedeki Bahâîler’in merkezidir. 9 kişiden ibaret olan üyeleri, iki dereceli bir seçim sistemiyle, o ülkede bulunan Mahallî Ruhanî Mahfiller’in belirli sayıda gönderecekleri ve 19 delegeden oluşan bir meclis tarafından rıdvan bayramının12. günü (2 Mayıs) yapılacak bir toplantıda (convention), o ülkedeki bütün Bahâîler arasından seçilir.
3. Umumi Adalet Evi’nin seçimi üç derecelidir. Millî Ruhanî Mahfil üyeleri dünya Bahâîleri arasından Umumi Adalet Evi’nin 9 kişilik üyelerini seçerler. Bunlar Hayfa’da oturur. Bahâullah’ın Kitâbü’l-Akdes’indeki hükümleri veya onun diğer emirlerini, yahut Abdülbahâ ve Şevki Efendi’nin te’vil ve tefsirlerini değiştiremezler. Ancak şartlar icap ettiriyorsa kendi kararlarını değiştirebilirler.

Bahâîler 1963 istatistiklerine göre, dünyada 6151 Mahallî Ruhanî Mahfil ve 56 Millî Ruhanî Mahfil’e sahip olduklarını ve 253 devlet, bölge veya adada Bahâî bulunduğunu iddia etmektedirler. Böylesine şümûllü ve kendine mahsus bir teşkilâta sahip bulunan Bahâîlik, Bâb Mirza tarafından ortaya atılan görüşleri bütünüyle benimsemekle kalmamış, aynı zamanda ona yeni bazı ilâvelerde de bulunmuştur.

Bahâîliğin inanç ve ibadet esasları ile ahlâkî ve içtimaî görüşleri şöyle özetlenebilir:

Allah, Bâbîlik’te olduğu gibi Bahâîlik’te de bütünüyle bilinemez ve insan idrakinin üstündedir. Ayrıca bir, eşsiz, sonsuz olmakla ve hiçbir şey kendisine benzememekle beraber onun vücudu emrinin “mezâhiri”ne (belirtiler) muhtaçtır. Onun zuhurları nebîler ve resullerdir. O onlarda zuhur eder ve güneşin temiz bir aynada yansıması gibi kulları için onlarda tecelli eder. Nitekim Bahâullah’a göre peygamberlerin iki vasfı vardır. Birincisi beşerîdir; peygamber yer, içer, uyur, hastalanır ve ölür. Diğer sıfatı ise ilâhî vasfıdır; bu sıfatla o bir anlamda Tanrı’dır. Onunla konuşulduğu zaman Tanrı ile konuşulmuş, ona secde edildiği zaman da Tanrı’ya secde edilmiş olur. Bahâîler’e göre Hz. Âdem’den bu yana gelip geçmiş bütün nebîler ve resuller, sadece “Tanrı zuhuru” olan Bahâ’yı müjdelemek için gönderilmişlerdir, çünkü o bütün dinlerin sözünü ettiği “mev‘ûd”dur (geleceği müjdelenen).

Ayrıca bütün dinler sadece Bahâ’nın görüşleri ve zuhuru için birer başlangıç olarak gönderilmişlerdir; hepsi de noksandır ve ancak Bahâ’nın gelişiyle tamamlanmıştır. Ondan sonra da peygamberler gelecektir. Ancak Bahâ’dan sonraki Tanrı zuhuru 1000 yıldan önce olmayacaktır. Hz. Muhammed’in “hâtemü’n-nebiyyîn” (nebîlerin sonuncusu) olması, Allah’ın ondan sonra resuller göndermesini engellemez. Bu noktada Bahâîliğin son derece büyük bir tutarsızlık ve zırvalama içinde bulunduğu âşikârdır; çünkü ileri sürülenin aksine nebîlik resullükten daha umumidir; her resul nebîdir, resullüğün içinde zaruri olarak nebîlik de mevcuttur. Nübüvvet kapısı kapatılmışsa, zorunlu olarak resullük kapısının da kapatılmış olması gerekir.

Bahâîler’e göre, Allah’ın “hâlik” sıfatının mevcut olmayacağı bir an düşünülemeyeceğinden dünya da hâlik sıfatı gibi ebedîdir. Bu bakımdan dünyanın son bulması, kıyametin kopması söz konusu değildir. Ölen herkesin kıyameti ölümüyle birlikte kopar. Onlara göre Cennet, Cehennem sadece birer semboldür. Cennet Tanrı’ya yolculuğu, Cehennem de yokluğa gitmeyi ifade eder.

Bahâîlik’te bazı amelî ve şer‘î hükümler de mevcuttur. Bunlar namaz, oruç, hac, zekât ve kutsal âyetlerin okunması gibi hususlardır. Bahâîler’e göre namaz, ferdî olarak sabah öğle ve akşam samimi bir kalple Allah’ı anmaktır. Oruç, 19. ay olan a‘lâ ayında (2-21 Mart) 19 gün olarak tutulur. Hac yalnız erkeklere ve malî durumu müsait olanlara farzdır ve hac ya Bâb Mirza’nın Şîraz’daki evine yahut Bahâullah’ın Bağdat’ta ikamet ettiği eve yapılır. Belli zamanı ve merasimi yoktur. Zekât vergi olarak alınır. Bâb’a göre malların beşte birinden alınan zekât, Bahâîlik’te de aynı olmakla beraber ayrıca gelirin % 19’undan ibaret “hakku’llah” denilen bir vergi vardır. Her sabah ve akşam, yorgunluk vermeyecek miktarda Bahâullah’a ait dua ve sözlerden okumak her Bahâî için vâciptir.

Bahâîliğe göre herkesin kendi geçimini temin etmek maksadıyla ticaretle, sanatla veya kazanç sağlayacak başka bir işle meşgul olması ibadet sayılır. Bu arada yıl içinde çalışılması haram olan 9 gün vardır. Bunlar Bahâîliğin mübarek günleridir. Ayrıca miras, evlenme boşanma, zina, hırsızlık, içki, kundakçılık vb. hakkında da Bâbîliğe göre kısmen farklı görüşleri benimsemişlerdir. Bahâîler’de cihad yasaklanmış bir dinî hükümdür.

Bahâîliğin ahlâkî ve içtimaî esasları, Abdülbahâ (Abbas Efendi) tarafından şu 12 başlık altında toplanmıştır:

1. İnsanlık âleminin birliği
2. Gerçeğin araştırılması
3. Bütün dinlerin birliği
4. Birliği sağlamak için dinin lüzumu
5. Din ve ilim arasındaki âhenk
6. Kadın-erkek eşitliği
7. Her türlü dinî, ırkî, millî, vatanî, siyasî ve benzeri taassupların insanlar arasında anlaşmazlıklara, düşmanlıklara ve hatta savaşlara sebep olduğu için terkedilmesi
8. Dünya barışına bağlılık
9. Genel ve mecburi öğretim
10. Aşırı zenginlik ve fakirliği kaldırarak içtimaî meselelerin dinî esaslarla çözümlenmesi
11. Yardımcı bir milletlerarası dilin kullanılması
12. Milletlerarası bir mahkemenin kurulması.

Bahâîler bu inanış ve görüşlerini, halen dünyanın 7 yerinde bulunan Meşriku’l-ezkâr adlı 9 cepheli mâbedlerinin çevresinde kurdukları okullar, hastahaneler, yetimler yurdu, çocuk yuvaları, turizm dernekleri ve benzeri sosyal yardım kurumları aracılığı ile yaymaya çalışmaktadırlar... Biz hep deriz: Hiçbir doktrin, hiçbir şeyh bazı doğruları söylemeden taraftar toplayamaz, çünkü insanlar aptal değildir. Ne var ki, çoğu doktrin ve şeyhler-şıhlar bu doğruların arasına kattıkları yanlışlar ile insanları saptrırlar. Niye?.. İsanlar aptal mı?... Değil, ama çoğu saftır. Duydukları bir kaç doğruya kapılıp, yanlışları farketmezler bile... Bâb'a, Baha'ya kapılanlar da öyle.

Bahâîler’in zamanımızda en fazla bulundukları yer İran’dır. Buradaki sayıları hakkında ileri sürülen rakamlar 300.000 ile 1.000.000 arasında değişmektedir. İkinci büyük merkezleri olan Amerika Birleşik Devletleri’nde 10.000 kadar, Avrupa’da birkaç yüz, Pakistan’da birkaç bin Bahâî vardır. Irak, Suriye, Lübnan ve İsrail’deki Bahâî sayısı önemsizdir. Başta Uganda olmak üzere bazı Afrika ülkelerinde de hissedilir bir ilerleme kaydetmişlerdir. 1986 yılında Hayfa’da Bahai World Center tarafından yayımlanan istatistiklerde dünyada mevcut Bahâîler’in sayısı 4.739.000 olarak gösterilmiştir.

Önceleri Bahaullah gizli gizli faaliyet gösterirken "El Dürr-ü Behiye" adlı kitabının yayınlanması ile Bahaîliğin içyüzü meydana çıktı. Bahaullah; Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet'in esaslarını çorba ederek sözde ideal bir din kurmaya çalışmıştı. Böylece her üç dinden taraftar toplamayı umuyordu. Gerçekten de Türkler'den ve müslümanlar'dan daha çok Avrupalı ve Amerikalılar'ı etkilediler.

1908'den sonra Amerika'ya, Mısır ve Avrupa'ya yayılan Bahaîliğin merkezi, İsrail'de, Hayfa'dadır. Sonraki önemli merkezi ise ABD, Chicago'dur. Yâni arkasında Yahudi sermayesi ve Amerikan siyaseti olduğu bir gerçektir. Türkiye'deki Bahâîler, yarattıkları bütün problemlere rağmen, büyük müsamaha görmüşlerdir. O kadar ki, kendilerinin ayrı bir dinden sayılmalarını istedikleri halde, sanırız halen nüfus cüzdanlarına "dini: İslâm" yazmaktadır.

Bahâîler 19 rakamına önem verirler. Aslında 19 rakamı Kuran'da da önemi olduğu bildirilen bir sayıdır. (Bakınız: NOTLAR - 6A - 25) Ancak Bahâîler bunu başka türlü alırlar. İslam'ı son din, Hz. Muhammed'i son peygamber olarak kabul etmezler. ALLAH'ı herkesin kendi Cemâl aynasında görebileceğine inanırlar. Kıbleleri Kâbe değil, İsrail'de Akka'da sürgünde iken ölen Bahaullah'ın mezarıdır.

Bahaîler'e göre yaradılışta her şey temiz olduğu için taharetle uğraşmak lüzumsuzdur!.. Buna rağmen hemen hepsi temizdirler. Namazları 2 rekat, oruçları 19 gündür. Kadın ile erkek arasında hukuken bir fark yoktur. 19 yaşını dolduran herkes bir Bahaî ile evlenmek mecburiyetindedir. Boşanmak caiz değildir.

Sözün özü, ne şeyhîlik, ne Bâbîlik, ne de Bahaîlik gerçek Muhammed-Ali'nin yolu değildir. Öyleyse, Türk Aleviler'in İran'a özenmesini gerektirecek bir husus yoktur. Sünnilerin de gözlerini açıp görmesi gerekir ki, Şeyhîlik, yâni şeyhleri-şıhları, hacıları-hocaları-imamları kutsallaştırmak Türkler'e bir şey vermez.

VAHHABÎLİK

Başka bir sayfada uzun uzun yazdık ama, tekrarlıyalım. Çünkü Türkiye'deki bir kısım Sünniler'in kendilerine örnek aldıkları Suudi Arabistan da, bizim anladığımız anlamda Muhammed yolunda değildir. 19. Asır'da ortaya çıkmış Vehhabîliğin etkisindedir. O da makbulu değildir.

1803'de Hanbeli âlimi Abdülvehhab Muhammed Tami, Arabistan'da palazlandıktan sonra, kızını yörenin nüfuzlu adamı Muhammed bin Suud'a vererek iyice güçlendi. Mekke'ye girdi. Mübarek kabirleri yıktırdı. Mezhebini kabul etmiyenleri kılıçtan geçirdi. Aynı vahşeti Medine'de de yaptı. Hatta peygamberimizin kabrini de yıktırmak istediyse de, Mustafa Kemâl'den öyle bir telgraf aldı ki, vazgeçmek zorunda kaldı. Sözde "En iyi kabir, en çabuk kaybolan kabirdir" hadisini uyguluyor bütün kabirleri ortadan kaldırıyordu. Halbuki Peygamberimiz kâfirlerin, münafıkların kabrini idahi yıktırmamıştı. Ona göre, müslümanlar kabirleri görünce, âkıbetlerini düşünüp, kendilerini âhırete hazırlamalıydılar.

Vehhabî mezhebine göre ölmüşlerden medet dilenmez, ki bu doğrudur. Ziyaret yasaktır, ki bu yanlıştır. Tütün, nargile haramdır. Muska bidattir. Cemaatle namaz vâcip, münferit namaz Şiiliktir. Camiye yoklamayla gidilir. Gitmeyen cezalandırılır. Suudi Arabistan'da hâlâ bu kurallar uygulanmaktadır. Suud krallarının bile mezarı yoktur.

Vehhabîler 1813'de ayaklandılar. Mısır, Şam ve Irak cihetlerinde olaylar çıkardılar. Dönemin Sultanı 2. Mahmut Vehhabîlerin üzerine Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa'yı gönderdi. Sonunda reisleri Abdullah bin Suud yakalanıp idam edildi.

Ancak Vehhabîlik sönmedi. Üstelik İngilizlerden gördükleri destekle 1. Cihan Savaşı sırasında Osmanlılara karşı ayaklandılar ve Arabistan'ın elimizden çıkmasından kısa bir süre sonra, Şerif Hüseyin'i devirip Arap topraklarını bir ailenin malı imiş gibi gören Suud krallığını kurdular. İngiliz altınlarını cebe indirip, Osmanlı'ya ihanet etmiş olan Peygamberin hayırsız torunu Şerif Hüseyin bu suretle cezâsını gördü, ama Arap halkı hâlâ kurtulamadı. Arabistan'da sözde Şeriat düzeni uygulıyan, fakat Hacc'ı bir ticarete çeviren, namaz kılmayana, oruç tutmayana sopa atan, ama sarayda her türlü ahlâksızlığın döndüğü bir idare oluştu.

Araplar sözde Osmanlı'dan bağımsızlıklarını elde edeceklerdi 1918'de, ama Vehhabiler Arap yarımadasındaki bütün Arapları Hıristiyan Batı'nın kan emici sömürüsü altına soktular. Vehhabîler ve Şerif Hüseyin yüzünden neredeyse Türkiye de bağımsızlığını kaybediyordu. Biz kurtulduk, ama Suudlular hâlâ Hırıstiyan bayraklarının gölgesinde namaz kılıyorlar. Petrollerini diğer müslümanlar değil de, İngilizler, Amerikalılar koruyor. Peygamber diyarında onların sözü geçiyor.

Şu halde Suudi Arabistan müslümanlığının da Türkler'e verebileceği bir şey yoktur!..

Çok şükür ki, Kur'an ayeti, Peygamberin hadisi hâlâ hükmünü sürdürmektedir. Ve İslam dünyasını gene yüceltecek biri varsa, o ne Acem, ne de Arap!.. Sadece TÜRK'tür.

SİHLER

XIV. Yüzyıl'dan itibaren Kuzey Hindistan’da farklı din ve inançlar arasında uzlaşma hareketleri görülmüş, bu kapsamda İslâm’ın tevhide dayalı sınıfsız toplum anlayışı ve bölgede yaşayan mutasavvıfların öğretisi, Hint toplumunu derinden etkilemiştir. Sih dini de Hindular’ın çok tanrılı ve putperest inanışlarına, kast sistemine ve Brahmanlar’ın aşırılığa varan uygulamalarına karşı bir tepki olarak, XV. yüzyılın sonlarında Hindistan’ın kuzeybatısındaki Pencap bölgesinde ortaya çıkmıştır.

Sih dini yerli Hindu düşüncesi, özellikle belli bir Tanrı’ya bağlılığa dayanan Bhakti geleneğiyle, İslâm Tanrı inancının bir karışımı olarak; aşırı ibadet ve riyâzet yerine ahlâkî davranışlara önem veren, uzlaştırmacı ve eşitlikçi bir dinî hareket olarak gelişmiştir. Ancak bu dinin şekillenmesinde ve akîdesinin oluşumunda esas pay Guru Nanak’a âittir. Nanak’ın hayatı ve düşünceleri üzerinde başka birçok kişi gibi, XV. Yüzyıl sûfî düşünürü Kabir’in de etkisi olmuştur. Nanak’ın onunla görüştüğü ve ondan etkilendiği söylenir.

Yeni bir din ortaya koyma iddiasında bulunmayan Nanak’ın gâyesi "dinler arasında uzlaşma" sağlayarak toplumsal ve ahlâkî bir ıslâhat meydana getirmekti. Tek, yüce ve evrensel Tanrı anlayışının yanı sıra; dürüstlük, hoşgörü, sevgi, barış ve alçak gönüllülük ilkelerini benimseyen Nanak’ın eleştirisi, dinlerin aslından ziyade onların mesajını iyi algılayamamış olan din mensuplarına yönelikti. Nanak, Hindu’nun iyi bir Hindu, müslümanın da iyi bir müslüman olmasını istiyordu. Başlangıçta farklı ırk ve kastlardan insanların bir araya gelmesiyle oluşan dinî cemaat zaman içinde kendilerine Sih adı verilen bir topluluğa dönüştü. Pencap dilinde “çırak” veya “öğrenci” anlamına gelen sih (sikh) kelimesinin Sanskritçe ve Pali dilindeki karşılığı "sişya" ve "sikha"dır.

Guru Nanak’tan sonra gelen ve öğretileri Sih dininin şekillenmesinde etkili olan dokuz mânevî rehberin sonuncusu Guru Gobind Singh, 1699’da Khalsa teşkilâtını kurarak barışçı bir ülküsü olan Sih dininin askerî bir görünüm almasında ve Sihler arasında farklı düşünce ve mezheplerin ortaya çıkmasında rol oynadı. Khalsa teşkilâtının kuruluşu Sihler’i yeni ve farklı bir millî kimliğe büründürdü.

Bir Sih’in Khalsa’ya girmesi için giriş merasimi yapılır. Khalsa’ya katılmış erkeklerin adlarının sonuna “singh” (aslan), kadınlarınkine “kaur” (prenses) pâyesi eklenir. Khalsa’ya katılmış bir Sih erkeği “beş k” olarak bilinen kılık kıyafet kurallarına uymak zorundadır. Bunlar “kah” (kısa pantolon), “kangha” (tarak), “kara” (sağ bileğe takılan demir bilezik), “keş” (kesilmemiş saç-sakal) ve “kirpan”dır (kama / kılıç). Bir Sih erkeği kesilmemiş saçını, başına sardığı ve kulaklarını dahi örten "türban" adı verilen bir çeşit sarık içinde saklar.

Sih cemaati pek çok mezhebe sahip olmakla birlikte temelde iki gruba ayrılır: Sehajdari (tıraşlı olanlar) ve Keşdari (tıraşsız olanlar). Birinci gruba Nanakpanthi de (Nanak’ın takipçileri) denir.

Sih dininin sembolü, Tanrı’nın bilgisini temsil eden simetrik iki kama arasında dik duran ve “khanda” olarak isimlendirilen, iki ağızlı bir kılıçla Tanrı’nın sonsuzluğunu temsil eden bir daireden oluşan şekildir. Pek çok yerde kullanılan bu sembol Sihler’in “nişân-sâhib” diye adlandırdıkları turuncu bayraklarının üzerinde de yer alır. Günümüzde çoğunluğu Hindistan’da olmak üzere dünya genelinde 23 milyona yakın Sih dini mensubu bulunmaktadır. Hindistan’daki Sihler’in büyük kısmı Pencap bölgesinde yaşar ve Pencâbî dilini konuşur. Hindistan dışındaki Sihler ise başta İngiltere, Güneydoğu Asya, Kuzey Amerika, Doğu Afrika, İtalya, Avustralya ve Yeni Zelanda olmak üzere dünyanın çeşitli bölgelerine dağılmış durumdadır. Eğitime çok önem veren Sihler politikadan ekonomiye ve spora kadar hayatın her alanında kendilerini göstermektedirler.

Sih dininin kutsal metni olan "Guru Granth Sahib" toplam 1430 sayfadan oluşan, Pencâbî dilinde ve Guru Nanak’a âit Gurmukhi alfabesiyle yazılmış bir kitaptır. Adi Granth isimli metin ise beşinci guru Arjan (Arjun) tarafından derlenmiş olup (1604) Guru Granth Sahib’in küçük bir bölümünü ihtiva eder.

Guru Granth Sahib’de Sih gurularının manzumelerinin yanı sıra Ramanuja (ölümü 1137), Namdev (ölümü 1350) ve Ramananda (ölümü 1470) gibi Hindu Bhakti hareketi mensuplarının, ayrıca Şeyh Ferîdüddin Mes‘ûd (ölümü 1265) ve Kabir (ölümü 1518) gibi müslüman sûfîlerin deyişleri yer almaktadır. Onuncu guru Gobind Singh kitaba son şeklini vermiş ve kendisinden sonra yeni bir guru gelmeyeceğini bildirerek, Guru Granth Sahib’i sonuncu ve ebedî olarak yaşayan guru ilân etmiştir. Gobindh ayrıca kendine âit manzumeleri Dasam Granth isimli bir kitapta toplamıştır.

Her Sih âilesi evinde bir Guru Granth Sahib bulundurmak ve her gün ondan bir bölüm okuyarak üzerinde düşünmekle yükümlüdür. Aşırı sevinç ya da üzüntü durumlarında kitabın kırk sekiz saatte hatmedilmesi âdet olmuştur. Guru Granth Sahib’in on günde hatmedilmesi ise daha çok başvurulan bir uygulamadır. Bir Sih belli zaman aralıklarıyla kitabın tamamını hatmetmelidir.

Sih dini her nekadar İslâm'dan "Tek Tanrılı Din" anlayışını almış ve iki müslüman tarafından etkilenmiş ise de, İslâmî bir uygulama sıayılmaz. Üstelik İngiliz sömürge döneminde ve daha sonraları İngilizler tarafından Müslümanlar ve Hintliler aleyhine kullanılmışlardır.

KADYANÎYYE

Mirza Gulâm Ahmed’in adına izâfetle Mirzâiyye, ortaya çıktığı yere nisbetle Kadyâniyye adıyla anılır. Gulâm Ahmed’in 4 Kasım 1900 tarihinde yayımladığı bildiriyle Hz. Peygamber’in ismine işaret etmek üzere Ahmediyye olarak ilân edilmiş, bu tarihten itibaren gerek kendileri, gerekse Batılılar bu adı kullanmışlardır. Müslüman âlimler ise bu adlandırmanın Gulâm Ahmed’in kendisine işaret etmek üzere yapıldığını belirterek Kadiyâniyye’yi tercih etmiş ve yakın dönem mezhepler tarihi literatüründe daha çok bu isimle yer almıştır.

Gulam "köle" demektir. Gulâm Ahmed, Hindistan’da Pencap eyaletinin Gurdâspûr bölgesinde küçük bir kasaba olan Kadiyân’da kendi ifadesiyle 1839 yılında dünyaya geldi. Gulâm Ahmed’in âilesi, 1526’da Bâbürlü Devleti’nin kurucusu Bâbür ile birlikte veya ondan biraz sonra (1530) Hindistan’a göç eden Hacı Barlas soyundan gelmektedir, yâni Türk'tür. Gulâm’ın babası Mirza Gulâm Murtaza, kendi babası Mirza Hâdî gibi bir halk hekimi olup her ikisi de İngiliz idaresine karşı gösterdiği bağlılığın sonucu âilenin elde ettiği topraklarda tarımla uğraşmıştır.

Eğitimine Kur’ân-ı Kerîm, Arapça ve Farsça öğrenmekle başlayan Gulâm Ahmed, daha sonra mantık ve felsefe dersleri alıp babasından da hekimlikle ilgili bazı bilgiler edindi. Babası onu Siyâlkût’a gönderip bölge mahkemesinde hukukçu olmasını istedi. 1864’te Siyâlkût’a memur olarak giden Gulâm orada hukuk imtihanında başarılı olamadı, babasının çağrısı üzerine Kadiyân’a döndü (1868) ve inzivâ hayatı yaşamaya başladı. Bu süreçte Kur’an, tefsir, hadis alanında ve diğer dinler üzerinde çalışmalar yaparak denemeler kaleme aldı. Kendisinin “vahiy” dediği bazı sesler duyduğunu ileri sürmesi de bu yıllara rastlar... Bu duyduğu sesleri melekten, Cebrail'den zannetti, sapıttı.

Gulâm Ahmed, 1876 yılından itibaren gazetelerde Hindular ve Hıristiyanlar'a karşı yazılar yazdı. 1857 sipahi ayaklanması sonucunda tamamen İngiliz hâkimiyeti altına giren Hindistan’da Hindular’la Hıristiyanlar'ın Hint Müslümanları'na hücum ettiği bir dönemde İslâm’ı savunmak için girişilen bu faaliyet, beklenen ilgiyi çekti ve Gulâm Ahmed’in o tarihe kadar pek farkına varılmayan kişiliği ön plana çıktı. Bu fırsattan faydalanan Gulâm Ahmed, Hindu ve Hıristiyanlar'a karşı elli ciltlik bir reddiye yazacağını ilân ederek esere abone olunmasını istedi. Ancak 5 cilt reddiye yazabildi , ama başka pek çok kitap yazdı.

Gulâm Ahmed 1885'te kendisinin hicrî XIV. Yüzyıl'ın müceddidi olduğunu ilân etti... Bu "müceddid"lik, yâni "dinde yenilikçilik meraklısı da çoktur. Az buçuk mürekkep yalamış din adamları Hemen kendileri "müceddid" ilan eder. Said-i Kürdî de onlardandır.

kerâmeti kendinden menkul "müceddid" Gulam Ahmed, "Allah’ın kendisine taraftarlarından biat almasını ve ayrı bir cemaat oluşturmasını emrettiğini" bildirdi. Gulâm Ahmed biraz daha ileri giderek 1891 yılında, aldığı vahiy ve ilhamlara göre "Îsâ b. Meryem’in diğer nebîler gibi tabii bir ölümle öldüğünü, Allah’ın kendisini Hıristiyanlar'ın ve Müslümanlar'ın beklediği Mesîh ve Mehdî olarak gönderdiğini" söyledi. "Müslümanlar'ın beklediği Mesîh ile Mehdî aynı kişi olup bu da Mirza Gulâm Ahmed Kadyânî’dir" diye ortaya çıktı. Gulâm Ahmed, iddiasına göre, hem Hz. Muhammed’in hem Îsâ’nın ruhunu taşıdığı için barışçıdır; cihadını kılıçla değil, tebliğle yaparak İslâm’ı yayacaktır. Dâvâsının doğruluğunu ispat etmek için ileri sürdüğü deliller, kendisine indirilen vahiy ve verilen mûcizeler sebebiyle ona inanmak zorunludur.

Bu aşırı iddialarından dolayı Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Arya Samac mensupları Gulâm Ahmed’e şiddetle karşı çıktılar. Daha önce Berâhîn-i Ahmediyye’yi öven Muhammed Hüseyin el-Batalevî, 8 Mayıs 1891'de Luziyana’da onun küfrüne dair bir fetva neşretti.

Buna rağmen Gulam Ahmed kitap yazmaya devam etti. Gulâm Ahmed, 11 Nisan 1900 tarihinde kurban bayramı namazında Arapça bir hutbe okudu. Taraftarlarından Mevlevî Abdülkerîm onun için “nebî” ve “resûl” sıfatlarını kullandı. Bağlılarından bazılarının itirazına rağmen Gulâm Ahmed, karşı çıkmadı. Gulâm Ahmed 2 Kasım 1904 tarihinde Siyâlkût’ta, kendisinin Müslümanlar ve Hıristiyanlar için Mehdî ve Mesîh olduğu gibi, Hindular için de Vedalar döneminde tanrı Vişnu’nun iki şahsiyetinden biri ve insanın Tanrı'yı tanımanın aracı olan Krişna-Avatar olduğunu ilân etti.

26 Mayıs 1908’de bir toplantı için bulunduğu Lahor’da ansızın ölen Gulâm Ahmed, ertesi gün Kadiyân’a götürülerek orada taraftarları için ayrılan Bihiştî Makbere’ye gömüldü.

Kendisinden sonra ikiye ayrılan taraftarları arasında ciddi tartışmalara sebep oldu. Kadyân grubu onun gerçek anlamda nebîliğini ileri sürerken; Lahor grubu Hz. Muhammed’in son peygamber olduğunu, ondan sonra hakikî veya mecâzî anlamda hiçbir nebînin gelmeyeceğini, Gulâm Ahmed’in sadece müceddid yahut Mesîh ve Mehdî olduğunu ileri sürdü.

Kadyânîler, Pakistan’ın kuruluşuyla birlikte yönetim kademelerinde önemli yerlere geldiler. Özellikle Kadyân kolunun nübüvvet iddiası, küfür telakkisi, kılıçla cihadı reddetmesi ve Gulâm Ahmed’e inanmayanların kâfir sayılması gibi aşırılıkları, Pakistan’daki Müslüman halkı galeyana sevketmiş ve 1953 yılı başlarında patlak veren ayaklanmalar askerî tedbirlerle bastırılabilmiştir.

Sonuçta Kadiyânîliğin her iki kolu da Pakistan Parlamentosu’nun 7 Eylül 1974 tarihinde aldığı kararla “İslâm dışı azınlık” olarak kabul edilmiş ve Pakistan anayasasının 260. maddesine eklenen bir fıkra ile, “Hz. Muhammed’in nübüvvetinin mutlak sonluğuna inanmayan, Muhammed’den sonra peygamberliğini iddia eden veya böyle bir iddiada bulunanı peygamber ya da dinî bir müceddid olarak tanıyan kişi anayasanın ve hukukun hedeflerine göre Müslüman değildir" hükmü getirilerek Pakistan’da yaşayan Kadyânî faaliyetleri ciddi biçimde kısıtlanmıştır.

Günümüzde Pakistan dahil 2 milyon dolayında bir nüfusa sahip bulunan Kadyânîler faaliyetlerinin ağırlığını Avrupa, Asya, Pasifik, Amerika ve kısmen Afrika misyonlarına kaydırmışlardır... Zaten Kadyanilik baştan beri İngiliz himayesinde İslâm'ı ifsat etmekte kullanılmıştır.

Kadiyânîler’in her iki kolunun başlıca gelir kaynakları Kadiyân ve Lahor’a beytülmâl hissesi olarak gönderilmesi gereken zekâttır. İsmailiye tarikatında ve bizde Fethullah'taki "himmet" gibi tarikata "zekat" verirler. İkinci gelir kaynağı her ay yapılan mecburi ödemelerdir. Buna göre her Kadyânî, aylık gelirinin on altıda birini mecburi olarak ve düzenli bir şekilde hareketin mâlî organizasyonuna öder. Ayrıca fedakârlık ve cömertlik derecesine göre gelirinin onda birinden üçte birine kadar olan bölümünü hareketin fonlarına aktarır. Bunların dışında her Kadyânî’nin, ölümü halinde malının onda birini mezhebe ayırması ve bu hususu önceden vasiyetine kaydetmesi istenir.

NURCULUK

Nurculuk, Said Kürdî (1878-1960) tarafından telif edilen Risale-i Nur adlı eserler istikametinde teşekkül eden ve 20. yüzyıl başlarında doğan bir harekettir. İddiaya göre Nurcular şu kurallara uyarlar:

- Siyaset ve idareyle iştigâl etmemek
- Müspet hareket etmek ve menfi hareket etmemek
- Allah rızasını esas alarak yalnız iman hizmeti yapmak
- Ayrıca "Nurculuk tarikat değil, cemaattir. Şeyhlik-müridlik gibi makamlar yoktur" derler. Ancak bu cemaat Masonik hareket eder. yâni kendi cemaatinden olanlar biraderdir, olmayanlar ise yarı-müslüman görülür.

Nurs köyünde doğduğu için Nursî diye de bilinen Kürt Said'in bütün hayat hikâyesi, kendi yazdığı "Tarihçe-yi Hayat" adlı kitaba dayanır. İddiasına göre Meşrutiyet taraftarıdır. Abdülhamid zamanında konuşmalarından dolayı Akıl hastanesine, sonra hapihaneye atılır. 31 Mart Vak'ası'na karşı çıkmıştır. Lâkin o yüzden Divân-ı harb-i Örfî'de yargılanmış ve beraat etmiştir. Yine iddiasına göre, ı. Cihan Savaşı'nda Enver Paşa tarafından milis alayı komutanı yapılır, Kafkasya'da çarpışır, Ruslar'a esir düşer. Ama dönünce harp madalyası alır. Bu madalyayı hiç göreni olmamıştır. Kurtuluş Savaşı'na katılmış, bir ara Meclis'i ziyaret etmiştir. Mustafa Kemâl'e posta atmıştır. (ziyaret doğru, posta yanlış)

Said-i Kürdî kendine Bedi-iz Saman ünvanını yakıştırmıştır ki, "Zamanın eşi benzeri olmayanı" demektir. Onun bu densizliğini, talebeleri "15 yaşında iken hocası bu adı vermiş" diye örtmeye çalışırlar. En uzun eğitimini üç ay olarak 14 yaşında iken Ağrı ilinin kazası Doğubeyazıt'taki yeraltı Beyazıt Medresesi'nde, Şeyh Mehmet Celâlî'den almış. Bu üç ayda, medrese eğitiminde yer alan kitapların tümünü bitirdiği gibi, pek çok başka kitabı da okumuş. Buradan icazetini, yâni hocalık diplomasını alarak Doğubeyazıt'tan ayrılmış. Doğu'daki bir çok ilim merkezlerine giderek, o dönemin medrese âlimleri arasında gelenek hâlinde olan ilmî münazaralara katılmış. Keskin zekâsı ve güçlü hâfızasının yardımıyla, katıldığı bütün münazaralardan başarıyla çıkmış. 16 yaşında medresede ders vermeye başlamış. Gel de inan!....

Kur'an-ı kerim'i ezberlediği, yâni hâfız olduğu, 90 kitap okuduğunu, onları da ezberlediği iddiaları arasındadır. Üstelik her üç ayda bir doksanını da ezberinden tekrar edermiş... İnanıp inanmamak size kalmış!....

Said-i Kürdî'nin Nakşıbendi tarikatına bağlılığı, Mevlâna Hâlid'in şeyhleriyle irtibatı münasebetiyle olmuştur. Zâten Türkiye'deki Mevlevîlik, Bektaşilik hariç, hemen bütün tarikatlar Mevlâna Halâd'e bir şekilde bağlıdır. Yâni, Türkiye'de Nakşıbendîler, Bahauddin Nakşıbendî'ye değil, Hindistan'dan icazet almış olan Mevlâna Hâlid'e bağlıdırlar. Kendilerini Nakşıbendî zannederler. Kadirîler de öyle. Abdülkadir Geylânî'ye değil; Kürt Mevlâna Hâlid'in mürididirler. Bu akımların yayılması doğudaki yeraltı Kürt medreselerinden dolayıdır. Diyanet İşleri Başkanlığı bile işin farkında değildir, Hâlid'i öven yazılar yazar. İnternet'e bakarsanız, hemen bütün tarikatların onu övdüğünü görürsünüz, çünkü ona bağlıdırlar. Politikacılarımız bile Mevlâna Hâlid'e bağlıdır. İnanmazsanız okuyun, ama övgülere kapılmayın. Bizim Mevlâna diye bildiğimiz Celâleddin-i Rûmî var, Hacı Bektaş'ımız var, Yunus'umuz var. Hindistan'da eğitim görmüş, İngiliz'in Osmanlı toprağına yolladığı Hâlid'e muhtaç değiliz.

Said-i Kürdî'nin Kürtçülük güden ifadeleri vardır ama, herhalde sonunda akıllanıp şöyle demiştir:

- ""Allah'ü zül Celal Hazretleri Kur'an-ı Kerim'de mealen;
'Öyle bir kavim göndereceğim ki, onlar Allah'ı sever Allah da onları sever.'
diye buyurmuştur. Ben de bu beyan-ı ilâhî karşısında düşünürken,
bu kavmin; bin yıldan beri Alem-i İslâm'ın bayraktarlığını yapan
TÜRK MİLLETİ olduğunu anladım. Bir akılsız Kürt kavmiyetçisinin
peşinden gitmem. Bu milleti TÜRKLER idare etmiştir.
Bundan sonra da yine onlar idare edecektir. "

Said-i Kürdî, Şeyh Said isyanına karışmadığını iddia etmesine rağmen sürgüne uğradı, hapis yattı. Gözetim altında tutuldu. 1935'de taleberiyle birlikte Eskişehir hapishanesi'ne atıldı. 11 ay sonra Kastamonu'ya sürüldü. 1943'de bu sefer Denizli Hapishanesi'ne atıldı. Bu sırada sürekli risale yazıyordu. Sonra Emirdağ'a sürüldü. Sonra Afyon Hapihanesi'nde yattı. 1949'da tekrar Emirdağ'a döndü. O dönemlerde küçük bir çevreye hitap ediyor, ama ortalığı karıştırıcı bulunduğu için sık sık takibata uğruyordu.

Demokrat Parti'nin iktidara gelmesi ve Necip Fâzıl'ın Said-i Kürdî'yi övmesi üzerine şöhreti arttı, çevresi genişledi. Bu arada risâlelerinin yargılanması devam ediyordu. İstanbul'da yargılanırken, Fener Rum Patriği'ne, "Hazreti İsa'nın bozulmamış olan gerçek dinini kabul edip, Hazreti Muhammed (s.a.v.'in peygamberliğini ve Kur'an'ın da Allah'ın kelamı olduğunu kabul etmeleri halinde kurtuluş ehli olacaklarını" söyledi. Gene kendi iddiası... Söylemiş olabilir, ama Patrik dinlemedi. 1953 yılında Isparta'ya yerleşti. Mart 1960'da hastalandı, 20 Mart'ta Urfa'ya gitmek istedi. Urfa'da polisler Isparta'ya dönmesi gerektiğini söylediler. Ancak 23 Mart'ta vefat etti ve Halilürrahman (İbrahim Aleyhisselâm) Dergâhı'nda öğrencileri tarafından kendisine ayrılan yere defnedildi. Ancak 27 Mayıs İhtilâli üzerine cesedi oradan alınarak Isparta'da bilinmeyen bir yere defnedildi.

Said-i Kürdî'nin vefatından sonra Nurculuk bir çok dallara, yeni isimlere bölünmüştür. Bazıları şöyledir:

YAZICILAR : Ahmet Husrev Altınbaşak'ın takipçileridir. Risale-i Nurların Osmanlıca yazım ve basımına önem verirler.

OKUYUCULAR : Zübeyir Gündüzalp'in takipçileridir. Okuyucu-Meşveret grubu olarak da bilinen grup kendi içinde kollara ayrılmıştır.

YENİ ASYA: Mehmet Kutlular'ın takipçileridir.

NESİLCİLER: Yeni Asya grubundan kopan Mehmed Emin Birinci tarafından kurulmuştur.

MED-ZEHRACILAR: Muhammed Sıddık Dursun'un takipçileridir. Said Kürdî'nin Kürt kimliğine önem verirler

ZEHRA VAKIFÇILARI : İzzettin Yıldırım'ın takipçileridir. Med-Zehra grubundan ayrılmıştır

FETHULLAHÇILAR : Onlar da uzaktan, yakından Nurcudurlar.

İBDA -C : Salih Mirzabeyoğlu'nun terör örgütü de Fazıl ve Said-i Kürdî takipçisidir.

ADNAN HOCACILAR : Onlar da Said-i Kürdî'nin eserlerini okurlardı. Sonra da oyun havaları çalar göbek atarlardı.
Daha niceleri var.

Said-i Nursî yazdıklarını abartmış, KUR'AN'ın en iyi tefsiri olduğunu öne sürmüş, gelecek Mehdi'nin onun risâleleri ile hareket edeceğini iddia edecek kadar ileri gitmişti.

Eserleri karışık ifadelerle doludur. İçinde doğrular elbet vardır ama; bizce ne risâleleri, ne de binbir dala ayrılmış Nurculuk İslâm'ın makbul bir tarzı değildir.

MENZİLCİLER

Menzil Cemaati, Nakşibendiye'ye bağlı olup Türkiye'deki cemaatler arasında en fazla mensubu olanlardandır. Tabii burada gene "Nakşıbendî" derken, Muhammed Makşıbendî'ye bağlılığı değil; Kürt Mevlâna Hâlid'e bağlı tarikatı kastediyoruz.

Menzil Cemâati Adıyaman doğumlu, Kürt asıllı, yeraltı Kürt medresesinden mezun "Muhammed Raşit Erol" (1930-1993) tarafından kurulmuştur. Bizim Kürtler'le bir problemimiz yok, ama doğuştan ârif halkımızın tâbiri ile

Kürt'ten evliya,
Sokma avluya!

inancındayız. Tecrübeyle sâbit. Said-i Kürdî, Fethullah, Mevlâna Hâlid, ve diğerleri.... Bu Devlet'ten izinsiz, denetimsiz, ne idüğü belirsiz yeraltı Kürt medreselerinden mezun olanlar Devlet'in ve Millet'in başına belâ olmakta devam ediyorlar.

Bunlar da kendilerine "tarikat" demez, "cemaat" derler. Bugün önderleri Seyyid Abdulbaki Erol'dur. Adıyaman merkezli olup cemaat Ankara ve İstanbul'da da mevcuttur. Ekonomik gücü, mensuplarının işlettiği firmalardan kaynaklanmaktadır. Adıyaman kolu ve Ankara kolu olmak üzere iki kola ayrılır.Ankara'da, Hacıbayram Türbesi'nin orada Semerkant kahvehanesinde toplanırlar. Biz de bir-iki kere ziyaret ettik. "Menzil Tarikatı"nın belirlediği usûllere göre eğitim gören talebelerin en büyük özelliği, sünnete sıkı bağlılık ve çokça Allah'ı zikretmeleridir. Tabii iddia bu.... Meselâ âyete uyarlar mı?.... Nâmuslu kadınlara iftira atıp ta, dört şahit getirmeyene 80 değnek vururlar mı?... Hiç sanmam.

Kendilerinin de kabul ettiği şekilde Mevlana Halid Bağdadi kolundan gelen bu yol, Adıyaman merkezli ve Menzil'de kurulduğu için bu şekilde adlandırılır. Babası Nakşibendi büyüklerinden biri olarak anılan Seyyid Abdulhakim el-Hüseyni'den onay alan Seyyid Muhammed Raşid Erol tarafından başlatılmıştır. Seyyitliği de kendilerinden menkûl....

Adıyaman'da Menzil'in çok ziyaretçi çekmesi üzerine, Muhammed Raşid, 12 Eylül askeri yönetimi tarafından Gökçeada'da zorunlu ikamete gönderilmiş, fakat sağlık problemleri yüzünden Konsey kararı ile Ankara'ya yerleşmiş, sonra Menzil'e dönmüştür.

12 Eylül'de idamla yargılandıktan sonra afla serbest kalan bazı eski ülkücülerin de her nedense cemaate katılmalarıyla Menzilciler Orta Anadolu, Ege, Akdeniz, Marmara ve hatta Trakya bölgesinde etkili olmaya başladılar. Çünkü Alparslan Türkeş'e karşı bayrak açan Büyük Birlik Partisi lideri, eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu ve eski Maraş Ülkü Ocakları Başkanı Ökkeş Kenger Şendiler gibi önemli siyasi isimler, Menzil Şeyhi Erol'un müridleriydiler

Menzil Cemaati'ni diğer cemaatlerden ayıran özellikleri şunlardır:

- Cemaatin başında Mürşid bulunmaktadır, Mürşid, büyük velilerin onayını alarak yol gösterendir.... Hangi büyük velilerin, söylenmemiş. Mevlâna Hâlid ise, geç onu!

- Bilgi edinmek erkekler gibi kadına da farzdır... Bu çok doğru.... "İlim öğrenmek kadın-erkek her Müslüman'a farzdır" sözü Peygamber hadisidir. Ama gerçek ilim... Acaba hadise uyuyorlar mı?

Bizce Mevlâna Hâlid'den kaynaklanan bütün tarikatlar gibi Menzil tarikatı da İslâm'ın makbûl yüzü değildir.

Daha nice sahte tarikat, sahte şey var!... Ama yazmaya takâtımız kalmadı.

ALTINCI BÖLÜM : MUHAMMED-ALİ'NİN YOLU

Peki, bunlar makbûl değil de; makbûl olan ne?.... Biz deriz ki, Orta Asya'ya giden Ehl-i Beyt'in orada yetiştirdikleri Ahmed Yesevî gibi muhterem zatlardan Anadolu'ya yansıyan İslâm anlayışı.... TÜRK'ün İSLÂM anlayışı....

Sünni mezheplerin en çok üzerinde durdukları husus ve bizce de en önemli özellikleri imama, yani emire, (yani devleti yönetene) hatâlı olsa da,vatana ihanet etmedikçe karşı çıkılmaması ve itaat edilmesi hususudur. Çünkü isyan ve itaatsizlik, hatta sürekli eleştiri fitneye vesile olur. Neticede Kuran'ın kaçınılmasını istediği karışıklık ve nizamsızlık ortaya çıkar. Devletin gücü, milletin birliği ve vatanın bütünlüğü tehlikeye girer.

Haricî ve Şii mezhepler ise, mizaçları gereği hep muhalefet ve ayaklanma taraftarıdırlar. Zaten kendilerince ortaya çıkışları Hz. Ali'nin hakkının yendiği bahanesiyle Emevi halifelere ayaklanmaları şeklinde olmuştur. Aslında Emevi hanedanından önce Hz. Osman'ı, ondan sonra Hz. Ali'yi öldürecek kadar devrin idarecilerine baş kaldırmışlardır.

Daha sonraları da Peygamber soyundan olan Abbasiler'e, İslam'ı savunan Selçuklular'a, Osmanlılar'a, velhasıl devleti idare eden kim varsa ona ayaklanmışlardır.

Halbuki Sünniler ve Aleviler, "ALLAH'a, Resul'üne ve aranızdaki emire itaat ediniz" ayeti ve "Başınızdaki hurma kadar başı olan bir Habeşli bile olsa itaat ediniz," hadisi gereği hareket ederler. Hz. Ali de bu hadise uyduğu için aslında halifeliğin kendi hakkı olduğunu bilmesine rağmen; Ebubekir'e, Ömer'e ve Osman'a biat ve itaat etmiştir. Ve asla onlara karşı gelmemiştir.

Ne var ki, onun hakkını savunduklarını öne sürenler, hiç bir zaman bu hususu gözönünde tutmamışlar ve ilk fırsatta ayaklanmaya kalkışmışlardır.

Maalesef Türk Aleviler'in bir kısmı da zaman zaman bu akıma ayak uydurmuştur. Selçuklular dönemindeki Babai isyanları, hatta Şeyh Bedreddin müritlerinin tutumu, Yavuz Sultan Selim zamanında padişahı endişe düşüren olaylar, ve 1980 öncesi hadiselerinde Aleviler'i Devlet'e karşı olan safa çekme çabaları, işte bu Şii özelliği yansıtmaktadır.

1990'larda hızlanan Alevilik akımı, Ali'nin yaptığı gibi müslümanları birbirine yakınlaştıracak, Hacı Bektaş'ın yaptığı onları Türklük'te birleştirecek, Muhammed-Ali'in yolu, 12 İmam'ın izi üzerinde duracakları yerde; Devlet'i hedef alma eğilimindedir.

Ancak böyle bir gayrete girenlerin unuttukları iki şey vardır: Birincisi, Türk Aleviler'in büyük bir kısmının, ta ilk baştan beri Devlet'ten yana olmıyanı desteklemediğidir. Bunun en büyük örneği Eba Müslim-i Horasani'dir. Kendisi Alevi olmasına, ve Peygamber soyunun yanında olmasına rağmen; Abbasiler'in halife tahtına oturmasını sağladıktan sonra, ayaklanan diğer Peygamber torunlarını Ehl-i Beyt'ten olmalarına bakmadan cezalandırmaktan çekinmemiştir!..

Muaviye de zamanın halifesine karşı gelmişti. Ancak Muaviye kurnazdı. Doğrudan halife Ali'ye yüklenmedi, Osman'ın kanını aradığını öne sürdü ve hilafeti hile ile elde etti. Yani DEVLET'E KARŞI ÇIKMAK ALİ'NİN DEĞİL, MUAVİYE'NİN YOLUDUR!..

İkinci özellik ise Şii tarzındaki Devlet'e karşı ayaklanmaların pek nadir başarı ile sonuçlandığıdır. Emevi dönemindeki ayaklanmalardan, sadece Eba Müslim hareketi başarılı olabildi. Bunun da gerçek sebebi Emeviler'in Arap ırkçılığı, hatta Emevi ailesi hakimiyeti gütmeleriydi. Ne var ki, Eba Müslim dahi bu tutumunun cezasını başıyla ödemiştir.

Abbasi döneminde Fatimiler, Karmatiler, Haşhaşinler, Büveyhiler gibi pek çok Şii grup, hem halka hem de Devlete kan kusturmuştur. Bunların arasından devlet kuranlar da çıkmıştır. Ancak bunda, Abbasi halifelerinin gerçekten kişiliksiz ve bulundukları mevkiye yakışmıyan insanlar olmalarının rolü büyüktür.

Yine de bunlar, Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey'in gelmesiyle birer birer silinip gitmişlerdir. Yani Türk, daima varlığı ile devlet düzeninin ve istikrarın teminatı olmuştur.

Şiilik eğilimiyle baş kaldırıp ta başarılı olan ve devlet kurabilen bir de Şah İsmail vardır. Onun sonu da Yavuz'a yenilmek olmuştur. Şah İsmail'in Yavuz'a yenilmesi ile Yıldırım Bayezid'in Timur'a yenilmesi arasında hiç fark yoktur. Bu iki olayda kazananlar himaye görmüşler, kaybedenler ise gururlarına ve ihtiraslarına mağlub olmulardır. Timur'un mânevi hâmisi Ahmed Yesevi, Yavuz'un hâmisi ise Hacı Bayram ve Balım Sultan'dır. Bu olaylardaki incelikler gönlü zengin Alevi ve Bektaşiler'in dikkatinden kaçmamalıdır.

Şu halde Devlet yöneticilerine, (ülkeye ihanet etmedikleri sürece) baş kaldırmak, isyan etmek, hatta onları uluorta haysiyet kırıcı şekilde eleştirmek, müslümana yakışmaz. Çünkü hilafet kalkmış olsa dahi, her İslam ülkesinin yöneticisi, aslında Hz. Muhammed'in halifesi durumundadır. Onun adına icraatta bulunmaktadır. Dolayısiyle de TANRI adına, HAK için faaliyet göstermektedir.

Bu dediğimizi anlamak için, Atatürk'ün ülkeyi ne zor şartlardan geçirip selâmete erdirdiğini hatırtlatmak yeter. Üstelik Atatürk, bütün ders kitaplarının aksine, hiç bir zaman padişaha karşı bir kıyamda olduğunu söylememiştir!..Tam tersine Halife'yi kâfirlerin elinden kurtarmak için yola çıktığını hep dile getirmiştir. 1923 yılında dahi, Türkiye bütçesine padişah için ödenek koydurmuştur. Onun derdi İstanbul'daki beceriksiz hükümetle idi, padişahla değil!.. Bunu görmek için "Nutuk"u okumak yeterlidir.

Türkiye'deki Alevileri Devlet aleyhine kışkırtmaya çalışan bazı sol gruplar olduğu gibi; böyle davranan bazı Sünni gruplar da vardır. Bunlar hem Aleviler'i-Şiiler'i kınarlar, hem de Devlet yöneticilerini sürekli eleştirmekten, halkı kışkırtmaktan, hatta ayaklanmaya teşvik etmekten geri kalmazlar. Fethullah cemaati buna en iyi misâldir.

Bunlar arasında "Türkiye'nin bir islam ülkesi olmadığı, cuma namazı kılınamıyacağı, çünkü başımızdakinin gerçek müslüman ve halife olmadığı"nı öne sürecek kadar İslamiyet'ten uzaklaşmış olanları da vardır. (Bakınız: NOTLAR - 6A - 26)

Halbuki 21. yüzyıl Türkler'in ve İslamiyet'in çağıdır. Ancak bu Türkler'in ahlâk ve fazilet yönünden önder almalarıyla, İslamiyet'in de çağın gereklerine uyacak şekilde ele alınmasıyla mümkündür. Boy-soy kavgalarıyla, hilafet tartışmalarıyla geçirilecek vakit yoktur. İlahi Takdir'in geçmişten beri çizdiği yolu iyi görmek gerekir!..

Sünnî Türkler, Alevî Türkler'e, Vehhabî Araplar'dan daha yakındır!.. Alevî Türkler Sünnî Türkler'e Şii İranlılar'dan daha yakındır!.. Bu gerçeği iyi kavramak gerekir.

TÜRK'ün Hâce Ahmed Yesevî Hazretleri'nden, yâni Ehl-i Beyt'ten gelen İSLAM anlayışı en makbûlüdür.

  • ÖNEMLİ SAYFALAR: GÜNÜMÜZDE BEKTÂŞÎLİK , GÜNÜMÜZDE ŞİİLİK / DÜNYADA ŞİİLİK / TÜRKİYE'DE CAFERİLİK , 12 İMAM DÖNEMİ , İSLAM'A FESAT KATANLAR , SİTEMİZDEKİ SAYFALAR