İSMET PAŞA MUAMMASI - AÇIKLAMALAR

(1)- Bu kısımda daha önce verdiğimiz bazı bilgileri tekrarlamak durumunda kaldık... Sıkıcı olduysa özür dileriz... Ancak her BÖLÜM ayrı bir kitapçık gibi olduğu için, kendi içindeki bütünlüğü de sağlamak zorunda idik….. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu değerlendirmeler de büyük ölçüde Rıza Nur, Yakup Kadri, Şevket Süreyya, Fethi Okyar, Rauf Orbay, Kılıç Ali, İsmet Bozdağ ve Kemal Tahir'in eserlerinden alınmıştır.

İsmet Paşa'nın "Abdurrahman Çelebi" olması meselesine gelince, biz demiyoruz, onu "2. Adam" diye göklere çıkartan Şevket Süreyya diyor:

" MİLLİ MÜCADELE'den SULH DEVRİ'ne geçen ve MECLİS'te yer alan sivil kadro içinde de "lider" ve "önder" vasfı gösteren şahsiyetler belirmedi... Böyle olunca da İsmet Paşa, TEK ADAM'ın hemen bütün hayatı boyunca yanında ve siyaset alanında bir 2. Adam olarak kaldı." (İkinci Adam Cilt 1, sf.281)

(2)- "Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin makus talihini de yendiniz" cümlesini taşıyan telgrafı, aslında Hamdullah Suphi Tanrıöver yazmış, MUSTAFA KEMAL okumadan çektirmiştir.

(3)- Şevket Süreyya Mudanya görüşmelerine katılan General Harrington'dan şu satırları nakleder:

" Halledilmesi gereken 6 nokta bulunuyordu. İkisini hallettik, ikisini de konferansın umumi heyetinde görüşmeye başladık... Geri kalan ikisi ise Boğazlar ile jandarma adedinin tesbiti konularıydı...Daha önceki konuşmalarımda İsmet, Çanakkale konusundaki fikirlerini kabul etmemi istemişti... Bunu kat'iyetle reddetmiştim. Ne vakit ki, daha fazla bir şey elde edemiyeceğini anladı :

-"J'accepte! (kabul ediyorum!)"

diye bağırdı...Jandarma miktarı hususunda da daha fazla zorluklar bekliyordum. 10.000 rakamını kabul edeceğini söyledi, 8.000 üzerinde mutabık kaldık... O da, ben de ferahladık!.."

Görüldüğü gibi İsmet, öyle "müthiş" bir "müzakereci" filan değil, teslimiyetçidir!... Kurtarabileceğinden çok daha azını elde edip, İngiliz generali "ferahlat"mıştır!.. Aynı tutumu Lozan'da da sürdü.

KÂMRAN İNAN nefis eseri HAYIR DİYEBİLEN TÜRKİYE'de TÜRK DIŞIŞLERİ'nin yabancılara hep EVET demeyi politika olarak benimsediğini, bu yüzden çok kaybımızın olduğunu belirtir...İşte CUMHURİYET DÖNEMİ DIŞ SİYASETİ'ndeki bu YES-MAN (EVET EFENDİMCİLİK) tavrı İSMET'in MUDANYA'daki J'ACCEPTE demesiyle başlamıştır... ATATÜRK bir ölçüde frenliyebildi. Ama onun ölümünden sonra dejenere DIŞİŞLERİ kadrosu İSTİSNASIZ her BATI isteğine EVET çekti!..

(4)- İsmet'in Lozan'daki marifetlerini LOZAN BARIŞI yazımızda uzun uzun ele aldığımız için burada tekrarlamıyoruz... İbretle okunması gerekir.

(5)- Herhalde ATATÜRK'ün kastettiği asıl "arıza" İsmet'in Meclis'te yarattığı bu alerji idi.

(6)- Yani İsmet Paşa Rauf Bey'le olduğu gibi Fethi Bey'le de geçinememişti!.. İsmet'in evhamı gibi, huysuzluğu da meşhurdur.

(7)- Hele İsmet Paşa'yı başvekil yapmak hiç mümkün olmazdı... Ona bütün Meclis karşı idi. İsmet Paşa başbakan olduğu zaman dövizin ne olduğunu bilmiyordu!..

(8)- Görüldüğü gibi muhalefet; paşalardan Meclis'e, Meclis'ten basına ve halka yayılmıştır... Ancak bu muhalefet ATATÜRK'e değil; hep İsmet Paşa'ya karşıdır... Onun "milli şef" olmasından sonra da bütün halk karşısına geçecek, İsmet de ülkeyi demir yumrukla yönetmeye kalkacaktır.

(9)- Tarih nasıl da tekerrür ediyor!.. Şeyh Sait isyanından telaşlanan İsmet'in oğlu Erdal Efendi'nin SHP-DEP ittifakıyla Meclis'e soktuğu Kürtçü milletvekilleri, evlerinde terörist saklıyorlar, sahte sağlık karneleri ile yaralı militan tedavi ettiriyorlar, DEVLET'in aldığı tedbirleri kuryeler aracılığı ile PKK'ya bildiriyorlardı!...(1993) Çoğu, parasını DEVLET'in ödediği telefonlarla, bölücü hainler ile uzun görüşmeler yapıyordu.

Bu şeytan ruhlu ailede şeytan tüyü var!.. Bütün bu ihanetin müsebbibi Erdal Efendi, 50. hükümette "Dışişleri Bakanlığı"na lâyık görüldü!.. Ne diyelim!..

(10)- Biz daha evvel söyledik: Bu tip isyanların hep "İsmet Paşa'nın iktidarda olmadığı" dönemlerde çıkması, ve o iktidara gelince "ayaklanma" olmaması, bizi hep pirelendirmiştir. Konunun gerçekten incelenmesi gerekir.

(11)- Bu terör meselesini de biz uydurmuyoruz... Falih Rıfkı Atay diyor ki:

- " Nüfuzu o kadar büyüktü ki, bugün kendisinden lâğubalice bahsedenlerin, İsmet Paşa sofraya gelince, ağızlarını bile açamadıkları sayısız akşamları hatırlıyarak içimden gülüyorum."

Bu tavır sık gördüğümüz bir davranışı hatırlatır... Patron karşısında el pençe divan duran şefler müdürler; gariban memurlar karşısında kral kesilir. "Patron gitsin, ben sana yapacağımı bilirim," diye oturduğu yerden gözdağı verir.

(12)- Buna benzer bir durum son IRAK-AMERİKA savaşında görülmüştür... Saldırıya uğrayan İSRAİL'i savaş dışı tutup ARAPLAR'ın tepkisini önleyen AMERİKA, İSRAİL'e bu fedakârlığı karşılığında 15 milyar dolar vermeyi kabul etti... TÜRKİYE, İsrail'in 30 katı büyük bir ülke olmasına rağmen bu yardımı 30 yılda alamıyor!..Aldığının çoğu da HİBE değil, KREDİ!..

(13)- Gayrımilli Şef burada kendini şöyle savunur:

- " Biz bu harbi İngiltere, Fransa, Rusya ile aynı safta karşılamak istedik... Ama Rus-Alman beraberliği, müttefiklere ve TÜRKİYE'ye karşı en şiddetli ithamlarla patlak verdi... Yani harpte beraber olacağımız cephe, ikiye ayrılmış oldu."

İyi ya!.. Almanya, İtalya ile ittifaka girmiş... Sana da "Bana cephe alma yeter. Sırf bunun için sana EGE ADALARI'nı vereyim!" demiş... Rusya, BATI ile taahhüde girmenden rahatsız olmuş...Senin yapacağın, onların nasırına basar gibi SAVAŞ İTTİFAKI imzalamak mı?..

Bizce o dönemde hem Almanya, hem de Rusya ile "saldırmazlık" anlaşması imzalanması, İngiltere ve Fransa'ya da verilen taahhütlerin hafifletilmesi gerekirdi... Halbuki, İsmet ne yapmıştır?.. General Weyland'ın eline harbe girecekmiş gibi bir "ihtiyaç listesi" vermiştir... Bu liste hiç bir şekilde karşılanmadı. Zaten karşılansa, ve TÜRKİYE harbe girseydi; halimiz 1. Dünya Harbi'nden beter olurdu!

Hoş, burada Sovyetler'in "Boğazlar'ı birlikte savunmak" gibi bir talebi vardı ama, BATI ile imzaladığımız anlaşma da, "Eğer İngiltere ve Fransa; Yunanistan ve Romanya'ya verdikleri garantiler yüzünden harbe girerse, TÜRKİYE'nin de onlarla çarpışacağı" hükmünü taşıyordu!.. Yani, yağmurdan kaçarken, tam anlamıyla doluya tutulmuştuk!

Üstelik Molotof bizi, "TÜRKİYE, bir gün bu hareketine esef etmiyecek mi?" diyerek tehdit etmişti... Çünkü anlaşma her ne kadar "Sovyetler'e karşı TÜRKİYE'nin cephe almıyacağını" belirtiyor ise de, Sovyetler TÜRKİYE'ye saldırdığı takdirde hiç bir garanti vermiyordu!..

Nitekim savaş bitip te Sovyetler TÜRKİYE'den toprak isteyince, BATILILAR hiç tepki göstermediler... TÜRKİYE'yi yalnız bıraktılar.

Kaldı ki, Sovyetler Romanya meselesini kendi işleri sayıyorlardı... Bu yüzden bir savaş çıkarsa, TÜRKİYE kendini savaşın ortasında bulacaktı!

BATILILAR, Üçlü İttifak'a dayanarak bizden pek çok taleplerde bulundular... İşte ikisi:

- İngiliz harp gemilerinin Boğazlar'dan geçerek, İngiliz uçaklarının TÜRKİYE'den havalanarak Almanlar'a saldırması, (Mayıs 1942)

- İngiliz uçaklarının TÜRKİYE'den havalanarak Bakü petrol kuyularını, Batum rafinelerini bombalaması (1942)

Eğer bunlardan bir teki bile uygulansaydı, felaket olurdu!.. TÜRKİYE hiçbir menfaati olmadığı halde, istikbalini BATI'ya işte böyle bağladı!.. O günden beri de kurtaramadı.

Burada yine tekrarlıyalım ki, TÜRKİYE'nin RUSYA ile arasının iyi veya kötü olması önemli değildir!... ÖNEMLİ olan RUSYA'nın BATI ile arasının BOZUK olmasıdır. Bu, STRATEJİK KURAL'dır!.. Ancak o zaman iki taraf ta TÜRKİYE için KESENİN AĞZINI AÇARLAR!..

ÜÇLÜ İTTİFAK bizi korumadığı gibi, EGE ve AKDENİZ'de güvenliğimizi dahi sağlıyamamış, deniz ticaretimiz Almanlar tarafından engellenmiş, Saldıray adlı denizaltımız ise İngilizler tarafından "alman" sanılarak vurulmuştur.

(14)- Öte yandan BATILILAR, TÜRKİYE'nin gerçekten ihtiyacı olan malzemeleri karşılamak konusunda mırın kırın ediyorlardı... Hem bizi savaşa sokacaklar; İstanbul, İzmir, Adana, Ankara ilk günden bombalanacak; hem de bu beyler onlar için girdiğimiz bu savaşın masrafını üstlenmiyecekler!.. İşte BATI açıkgözlülüğü!.. Hoş, biz bu dolmayı Körfez Savaşı'nda da yuttuk!. 75 milyar dolar zarara girdik.

(15)- Savaş sırasında bir Milli Korunma kanun çıkartılmış, bu kanun İsmet döneminde tam 8 kere tadil edilmiştir... Ancak İsmet meseleleri bir bütün olarak düşünemediği için istenilen sonucu vermemiş, uygulanamamış, suistimalleri önliyememiştir... Şevket Süreyya fotoğraf kağıdını rafta bulundurmadığı için tanınmış bir tacirin uzun süre hapsedildiğini; öte yandan binlerce sahte ekmek karnesi basan kişinin "bu karneler sahte sayılmaz, şu köşesi aslına benzemiyor" bahanesiyle serbest bırakıldığını yazar... Halbuki, o dönemde İstikal Mahkemeleri gerekir; bütün kaçakçı, sahtekar, vatan hainlerinin şiddetle cezalandırılması icab ederdi.

(16)- Bu sözler "türkçe"leştirilmiş EZAN'ın değiştirilmiş halidir... "türkçe" EZAN da bizce büyük bir hata idi... Menderes'in tekrar Arapça ezana dönmesi çok yerinde olmuştur... Hele 1950'den sonra dükkânların adları yabancılaşırken, şarkıcılar bilmedikleri dillerde İtalyanca, İspanyolca, şarkılar söylerken ve milletin bundan zevk aldığı iddia edilirken; bütün MÜSLÜMANLAR'ın ortak çağrısı olan Ezan'ın "millileştirilmiş" olduğunu savunanlar, komik durumu düşmüşlerdi!...

Yapılması gereken Ezan'ı Türkçeleştirmek değil; sadece 6 cümleden oluşan, ve İSLAM'ın temel ifadelerini ihtiva eden bu çağrının anlamını okullarda öğretmekti!..

(17)- Burada yanlış propogandası yapılan bir hususu dile getirip, İsmet'i temize çıkartmak istiyoruz.

Yurdumuzdaki gayrımüslimler "varlık vergisi"nin sadece kendilerinden alındığı ve ayırım yapıldığını iddia ederler!.. Hatta bunu tarih bilmez yapımcıların marifeti ile televizyona çıkıp bir kaç kere belirtmişler, kimse de cevap verememiştir.

Halbuki varlık vergisi, durumu iyi sayılan herkesten alınacak idi... Görüldüğü gibi fahişeler bile bundan âri tutulmamıştır... Eğer bir ayırım yapılmış ise, o da yine Kemal Tahir'in ifadesinde görüldüğü gibi, zenginlerin, bilhassa gayrımüslimlerin kayırılması şeklinde olmuştur... Şevket Süreyya şöyle bir tablo verir:

Adı......................... Borcu ................... Ödediği

Hamparsun Erkman... 400.000 ....5.000 TL.

Arşak Çuhacıyan....... 400.000 ........ 800

Samoel Varon.......... 240.000 ......... 8.100

Yorgi Beyko............. 200.000 .......... 100

Gad Granko ............ 375.000 ..... 1.000

Artin Topaloğlu ......... 210.000 ...... 600

Paskalidis................ 450.000 ............ ---

Kostantin Kürkçüoğlu.... 200.000 ..... 200

Bir fahişeden bile 6 aylık memur maaşı kadar vergi alınırken, zengin gayrımüslimler yukarda gösterilen kadarını vermişlerdi!... Varlık Vergisi'nin yükü de TÜRK'e binmiştir. Biz olsaydık, İsmail Ağa'nın pavyona yatırdığı 40.000 lirayı, öte yandan gayrımüslimlerin borcunun iki katını alırdık!.. Çünkü onlar bu ülke için hiç kanlarını dökmediler. Bari altınlarını döksünler!..

(18)- İsmet sadece korkak değil, aynı zamanda müteredditti... Harbin başlangıcında İngiltere-Fransa safında yer almış, Almanlar Fransa'ya girince fırt diye Almancı olmuş, ta 1943 başına kadar da Almanya'nın kazanacağından emin olarak bu tutumunu sürdürmüştür... Bu saplantısı tıpkı Alataş Mağlubiyeti'nde Yunan'ın İnönü'den saldıracağı saplantısına benzer!.. Bu yüzden Stalin'i bize düşman etmiştir...

İsmet'in gereksiz zamanlarda arslan kesilip TÜRKİYE'yi harbe sokmayı düşündüğü de olmuştur. Mesela Kasım 1943'de Tarih Kongresi üyelerini kabul ettiğinde:

"Gün pek yaklaşmıştır. Siz öğretmensiniz... Milleti bu zarurete alıştırmalısınız. TÜRKİYE bu harbe katılacaktır." demiştir!

Bilindiği gibi, 1. ve 2. Dünya Harpleri emperyalist ülkelerin dünyayı kendi aralarında pay edememelerinden çıkmıştır. 2. Dünya Harbi'nde Almanya-Sovyetler-Japonya ittifakı en saf insanları bile şaşırtacak bir özellik taşır... Biri faşist, biri komünist, biri kapıtalist üç ülke. Biri katolik, biri ortodoks, biri budist üç millet!.. Üç benzemez!.. Onları bir araya getiren sebep, İngiltere-Fransa-Amerika'nın sömürgecilik ile dünyanın üçte ikisini ellerinde tutmaları ve başkalarına pay vermeye yanaşmamaları idi... Bu üç ülke genelde protestandı. Beyaz deyince akla bunlar gelirdi.

Bir kere daha belirtelim ki, bizim yerimiz ne ilk ittifak, ne de ikincisi!..Biz bunların hangisinin safında savaşırsak savaşalım, "gurka"lardan,"zenci"lerden farkımız olmaz. Çünkü sadece onlar için ölmüş oluruz... Bizi aralarına almazlar, pay vermezler.

Kaldı ki, TÜRKİYE ne emperyalisttir, ne kapitalist!.. Ne katoliktir, ne budist!.. Onun "batılılaşmak" hevesi, Kemal Tahir'in çok doğru teşhis ettiği gibi, "ben de senin gibi sömürgeci, kan içici olmak istiyorum, pay almak istiyorum" anlamına gelir... Vermezler!

Kaldı ki, biz o tıynette değiliz, beceremeyiz!.. Bizim yerimiz ATATÜRK'ün dediği gibi MAZLUM MİLLETLER'in safı!.. TÜRKLER'in yanı, MÜSLÜMANLAR'ın önderliği!.. Buna da izin vermezler, rahat komazlar ama, başka çare yok!.."Gurka"lıktan iyidir!

TÜRKİYE bu emperyalistleri birbiriyle tokuştura tokuştura, bu yamyamların birbirini yemesini sağlıyarak ayakta kalabilir... Yoksa onlara insan eti servisi yaparak değil!..

İşte biz "TÜRK CUMHURİYETLERİ'ne BATI ile birlikte girme" teşebbüsünü bu yüzden "garsonluk" olarak görüyoruz... Çok tehlikeli buluyoruz!..

(19)- İsmet'ten sonra bu konuda azgınlaşan, Turgut Özal'dır!.. O da Araplar'ın parasına tamah ederek toprak satışına ruhsat vermiş, ve Suriyeliler'in GAP bölgesinde toprak almasına sebep olmuştur... Bu arada Avrupalı düşmanlarımızın müstesna bölgelerimizden, tabii kaynaklarımızın yoğun olduğu yerlerden ne kadar toprak aldığı meçhuldür.

Biz bu toprak ve tesis satışı üzerinde çok hassasız!... Artık kaybedecek bir karış toprağımız, bir tek tuğlamız yok!.. Yabancılara satılan her bina, her arazi ülkemizden bir parçasının düşman eline geçmesi demektir.

Dünya bu tür ülkeler ile doludur... Haiti, Hawai, Pasifik Adaları yerli halkın değil, artık Amerikalılar'ın, Fransızlar'ın, Japonlar'ın ülkesidir!.. Esas sahipleri orada sadece uşaklık ve turistlere soytarılık yaparak karınlarını doyurabilirler.

Biz buna layık değiliz!.. İnsanımız her ne kadar Özal sayesinde paraya tapmaya başladı ise de; artık gerçek benliğimize dönmenin, haysiyetli İNSAN olmanın zamanı gelmiştir.

Açıkçası biz toprağını satmakla, karısını satmak arasında fark görmeyiz!.. Böylelerine de "pezevenk" nazarıyla bakarız!..

Eski TÜRKLER, "AT, AVRAT, PUSAT! DERLERMİŞ!.. BİZ "AVRAT, TOPRAK, UÇAK!" DİYORUZ!.. Bu üçüne sahip çıkmadan artık dünyada şerefli yaşamak mümkün değil!

(20)- Yanlış anlaşılmasın!... KARAYOLLARI'nın elbette gelişmesi gerekiyordu... Ama bunun için DEMİRYOLLARI'nın feda edilmesi gerekmezdi!.. O dönemdeki bağımlılıktan hala kurtulmuş değiliz. Hala yakıt ihtiyacımızı karşılayacak seviyeye ulaşmış değiliz... Otomobil, kamyon fabrikalarımız var ama, onlar dahi dışa bağımlı. Lisansla çalışıyor.

Halbuki ATATÜRK'ün başlattığı DEMİRYOLU hamlesi ile bu sektör dışa bağımlılıktan kurtulmuş, kendi vagon hatta lokomotifini imal edecek seviyeye gelmişti.

Eğer İsmet Paşa'nın gizli taahhüdü olmasaydı, biz çoktan "HIZLI TREN" sistemine geçmiştik... Demirel'in 1995'de bu konudan bahsedebilmesinin sebebi, İsmet Paşa'nın tahhüdünün 1997'de son ermesi, ancak o tarihten sonra böyle bir şeye kalkışabileceğimizdir.

(21)- İsmet gerçek bir lâik-din dışı kişidir!.. Onun bu yönünü gizlemek isteyen kızı Özden Toker, müze yaptıkları Pembe Köşkü ziyaretçilere gezdirirken, bir odayı "İsmet Paşa'nın ibadet odası" diye göstermektedir!...

TÜRKİYE'de müslüman hiç bir insanın özel "ibadet odası" yoktur!... Çünkü İSLAM'da kişiler için özel ibadet mekanlarına gerek yoktur!.. Camiler,mescitler fert için değil, CEMAAT içindir... Öyleyse, bu oda da neyin nesi?..

Biz söyliyelim: Bu oda İsmet Paşa'nın İslami ibadet mekanı değil, özel "mason ritueli" yaptığı odasıdır!..Ancak İsmet'in masonluğu pek bilinmez... Kendisi yabancılar tarafından "tekris" edilmiştir de ondan!

(22)- Bu konuyu TÜRK DİLİ İNKILÂBI bahsinde ve DİL Eki'nde uzun uzun anlattık... Fazla detayına girmiyeceğiz.

(23)- Bu açılma 1950'lerden sonra artar, 1970'lerden sonra ise çılgınlık halini alır!.. İstanbul'da oturup "köy" romanı yazanlar türer... Bazı aydınlar hem İstanbul'un "köy"leşmesinden şikayet eder, hem de gecekondulara arka çıkarlar... Teröristler hakkında "Darağacında Üç Fidan" diye destan yazanlar bile çıkar!..

Biz ÇANAKKALE ŞEHİTLERİ için destan yazan MEHMET AKİF'i hatırladıkça, teröristlerin vurduğu askerlerimizi unutup hainlere ağıt düzenleri gerçekten şaşkın buluyor ve acıyoruz!..

(24)- Bu yozlaşma da 1960'lardan sonra hızlanır... Şair, yazar, besteci, şarkıcı, ressam, heykeltraş sayısında inanılmaz bir artış olurken; eserlerin seviyesi ve kalitesinde de korkunç bir düşüş yaşanır... Bunlardan bazıları zıpırlaşır. Aziz Nesin gibi kendi insanına "geri zekâlı, aptal" diyen mi istersiniz, Nobel Ödülü alabilmek için yurt dışına çıkıp TÜRKİYE'yi jurnalliyen Yaşar Kemal gibilerini mi?.. Bazısı da YOL, 40 M. KARE ALMANYA, İSTANBUL KANATLARIMIN ALTINDA, HAMAM, HAREM gibi TÜRKİYE'yi kötülemekle görevli film siparişleri alır dışardan... Mükafatı da "uluslararası ödül"dür.

Velhasıl İsmet Paşa'nın "atatürkçü" politikası sayesinde aydın kesim, bir demir heykelcik veya üç kuruşluk menfaat için ülkeyi satacak kadar tiynetsizleşmiştir!

(25)- Hep söylediğimiz gibi, bir DEVLET'in temelini TOPRAK sistemi teşkil eder. OSMANLI DEVLETİ'ni 624 yıl yaşatan TİMAR sistemi idi. SELÇUKLU'da da olan bu sistemi FATİH SULTAN MEHMET perçinlemişti.

OSMANLI TOPRAK meselesini nasıl çözmüştü?.. TOPRAK Padişah'ın yani Devlet'in Rakabesi, Velayet-i Amme'si, yani MİLLET adına mülkiyet murakebesi altında idi... Çok sıkı kaidelere göre düzenlenmiş esaslar dahilinde geçici olarak şahıslara tahsis edilirdi... TİMAR, ZEAMET, HAS adı altında toplanmıştı. Sipahilere, kılıç erlerine, ordu mensuplarına, Ocak gazilerine, veya onların çocuklarına, paşalara, beylerbeyine, vezirlere, şehzadelere DİRLİK olarak tahsis edilirdi. Yahut ta padişahın mülkiyetinde bırakılırdı.

OSMANLI'nın sistemini tam olarak yerleştiremediği Doğu ve Güneydoğu Anadolu, bazı Arap sancakları, Rumeli'de Bosna-Hersek, Eflak, Boğdan gibi yerlerde eskiden olduğu gibi feodal sistem veya toprak mülkiyeti sürdü... Bu bölgelerde mülkün vergisi, oranın hakim veya beyinden tahsis edilirdi.

TİMAR sisteminin uygulandığı bölgelerde ise, toprak bir çift öküzün işliyebileceği arazi olarak hesap edilir, ÇİFT adıyla köylüye tahsis edilirdi... DEVLET'in malı olan toprak babadan oğula geçen bir sistemle köylüler tarafından işlenir, topraksız köylü görülmezdi.

Üç yıl işlenmiyen veya kaidelere uymayan çiftçilerin toprağı bedelsiz olarak alınır, başkalarına tahsis edilirdi... Toprağı DEVLET namına murakebe eden SİPAHİLER veya BEYLER, VEZİRLER daima değişirdi. Ancak ÇİFTÇİ kuralları çiğnemedikçe değişmezdi... Bu suretle hem topraksız köylü yoktu, hemde Avrupa'daki gibi bir feodalite, asil sınıf oluşmamıştı... Toprağı işliyenler ile işletenler arasında pek ihtilaf çıkmazdı. Kadılar anlaşmazlıkları kolaylıkla çözebilirlerdi. (Bak Kanunname-i Al-i Osman, 1602, çeviren Hadiye Tuncer, 1962, Tarım Bakanlığı yayınları, Osmanlı İmparatorluğu'nda Toprak Hukuku, 1962)

Aslında İKTA tabir edilen bu sistemin kurucusu 2. Halife Hz. ÖMER'dir... Ondan SELÇUKLULAR'a geçmiştir. OSMANLI'lar ilk başta fethedilen toprakların beşte birini padişaha ayırıyor, kalanı da gaziler arasında pay ediyordu... Böylece bir süre sonra beyler padişahtan ve dolayısiyle devletten zengin olmuşlardı. Yıldırım'ın Timur'a esir düşmesi üzerine oğullarından Musa Çelebi, Şeyh Bedreddin'in telkini ile beylerin toprağına el koymak istedi... Bunun üzerine beyler Mehmed Çelebi'yi desteklediler. O padişah oldu. Daha sonra Fatih Sultan Mehmet konuya el attı. Başta Çandarlı Halil Paşa olmak üzere bazı beyleri idam pahasına, topraklarını devletleştirdi... Ancak iktidarı güvenle sürdürebilmek için de yerli beylere değil, devşirme beylere dayanmak durumunda kaldı... Bir süre sonra yerliye dönmek gerekirdi, ama olmadı...

İmparatorluktaki 32 eyaletten 23'ü HAS, 9'u SALYANE idi... Yani 23'ü devletleştirilmiş, 9'u da özel mülkiyetin olduğu, yıllık vergiye tabi idi...(Eflak, Boğdan, Bosna-Hersek, Yemen, Habeşistan, Tunus gibi) HASLAR; CEBELÜ, ZEAMET, TİMAR diye bölünürdü.

Bu sistemin bir tamamlayıcısı da VAKIF TOPRAKLARI idi... (Bak Ahkam-ül Evkaf, Ömer Efendi) SELÇUKLULAR'dan beri varolan bu sistem gene DEVLET'e bağlı idi.

Ancak o "muhteşem" diye yutturulan Kanunsuz Süleyman, damadı Rüstem Paşa başta olmak üzere bazı kişilere toprak bağışladı!.. Sipahi ve TİMAR sistemi onun döneminde bozulmaya başladı. Elinde toprak bulunanlar bunu ailelerine devredebilmek için, VAKIF sistemini de dejenere ettiler... Ancak o dönemde DEVLET güçlü olduğundan bu bozulma hemen fark edilmedi.

1729'da ZEAMET usülü kaldırıldı... Zeamet kaldırılınca DEVLET'in toprakları sahipsiz kaldığı için, kapanın elinde kaldı... Yaygınlaşan İLTİZAM usülü sorunu çözmedi. Mütegallibeler, toprak ağaları peydah oldu. Bazıları kendileri asker toplayıp DEVLET'e kafa tutmaya başladılar... Rumeli'de Pazvantoğlu, Çorum'da Çapanoğlu bunların en azılıları idi. Bilhassa mülkiyetin baştan beri varolduğu Doğu'da ağalar beyler yeni topraklara da el koyup bunları tescil ettirmenin yollarını aradılar.

1826'da YENİÇERİ OCAĞI kaldırıldı... YENİÇERİ OCAĞI'nın kaldırılmasından sonra yeni ordu hemen devreye giremediğinden ülkelerde büyük karışıklıklar yaşandı... Hatta Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa'nın oğlu çıkan ihtilaf üzerine Konya'ya kadar dayandı.

TANZİMAT işin tuzu biberi oldu... 1839'da eski toprak kanunları kaldırıldı... 1858'de serbest çiftçiliği getiren, alım satıma izin veren ARAZİ kanunu yürürlüğe girdi... Böylece TOPRAK'ta ŞAHSİ MÜLKİYET ve TAPU uygulaması başladı... Arazi beşe bölündü:

1- Arazi-i Memlüke: mülkiyete geçirilebilen topraklar

2- Arazi-i Mevkufe: vakıf toprakları

3- Arazi-i Emiriye: Hazine'ye ait topraklar

4- Arazi-i Metruke: müşterek köy arazisi, yol, çarşı, pazar yerleri

5- Arazi-i Mevat: ölü, işlenmiyen topraklar

Aynı şekilde vergilerin 1. Süleyman'dan beri mültezimler, ayan tarafından toplanması usülüne de son verildi... Vergi memuru da maaşlı oldu. Aşar vergisi bütün ülkede onda bir olarak tesbit edildi. (1840)

"Yenilikçi" diye yutturulan 2. MAHMUD, YENİÇERİLER'i topa tutunca, ve hemen arkasından TANZİMAT rejimi gelince, çözülme başladı... Ayan takımı başıboş kaldı. Toprak ağasına dönüştü... 1858'de Arazi Kanunu çıkıp tapu verilmeye başlanınca bunlar DEVLET'e ait olup ta köylünün işlediği hemen bütün toprakları kendi mülkiyetlerine geçirdiler... BATI'daki FEODALİTE'ye benzemese de yarıcı, murabacı tarzı topraksız bir köylü tabakası oluştu. Ağalık, beylik türedi... Aşar vergisini DEVLET adına toplayan bir EŞRAF sınıfı türedi. Bunlar zenginleştikçe köylü yoksullaştı.

Cumhuriyet'le birlikte bu karışık duruma Ermeniler ve Rumlar'ın terkettiği topraklar eklendi... Binlerce hektar toprak kapanın elinde kaldı... Ayrıca ormanlar, mer'alar yağmalandı... Menderes dönemi ile birlikte gecekondular ile şehirlerdeki hazine hatta tapulu araziler işgal edildi... "Mülkiyet hakkı kutsaldır" diyenler, oy uğruna ne DEVLET'in mülkünü, ne de şahıslarınkini korudular.

(26)- İktidarda olanlar kendilerine karşı ayaklananları asma hakkına sahiptirler!.. Ancak vatana ihanet edenlerin, kaatillerin de asılması aynı şekilde gereklidir... İsmet'in birini uygulayıp, diğerine karşı çıkması; çifte standart göstergesidir.

(27)- Bu kişinin daha sonra kendi başbakanlığında çıkardığı "kapıcılar yasası" da milletin başına dert olmuştur... Dağdan gelip külhanbeyi gibi davranan, hiç iş yapmayan, apartman sakinlerini taciz, hatta tehdit eden kapıcılar işten atılamaz hale gelmiştir... Hele 1977-80 döneminde yasadışı örgütler kapıcıları "devrim olduğunda, apartmanları siz idare edeceksiniz" diyerek teşkilatlandırmışlar, Âdeta ajan gibi kullanmışlardır... O dönemdeki pek çok suikastte saldırıya uğrayan kişinin oturduğu apartman kapıcısının mutlaka payı vardır... Ve tabii Ecevit'in de vebali!

(28)- Bu konuda duyduklarımız korkunç boyutlardadır... Bazı maden mühendislerinin, Maden Teknik Arama Enstitüsü'nde çalışırken tesbit ettikleri madenleri DEVLET'ten gizledikleri; sonra emekliye ayrılıp kendi adlarına ruhsat aldıkları, veya bu bilgileri yabancılara satıp onlarla ortak çalıştıklarını öğrendik... Ayrıca tahlillerin gerektiği gibi yapılmadığı, çoğu zaman başka maddeler ile karışık bulunan değerli elementlerin ziyan olup gittiği de bir gerçektir.

Bu konuda duyduğumuz bir rivayeti, uzmanların ilgilenmesi dileğiyle naklediyoruz: 1970'li yıllarda Bulgarlar'a Muğla civarındaki bir madenden kömür satılmaktadır...Bir ara makinalarda arıza olur. Kömür işletmesi, oradan çıkan kömür yerine Kütahya kömürlerinden göndermeyi teklif eder... Ancak Bulgarlar kabul etmezler. Bizimkilerin Kütahya kömürünün çok daha kaliteli olduğunu söylemeleri dahi onların fikrini değiştirmez. Bunun üzerine madenciler kuşkulanırlar ve Muğla yataklarından çıkan kömürü tahlil ettirirler... Kömür yatağının civarında Uranyum bulunduğu, Bulgarlar'ın aslında o kömürü Uranyum için satın aldıkları tesbit edilir!..

Doğru mu, bilemeyiz...Ancak 1993'de Kırgızistan'da Kanadalı Kumtor şirketinin 3500 metrelik dağlarda altın arama ruhsatı için bir başbakanı trafik kazasında(!) öldürttüğünü, gözünü altınla birlikte bulunan uranyuma diktiğini biliyoruz!..

Ayrıca yabancı şirketler tarafından açılıp petrol bulunduğunda kapatılan kuyular, işletilmeyen madenler de bu soygunun bir parçasıdır... 1996 yılında ERBAKAN, Balıkesir'deki SODA madenini işletmeye açarak ABD tekelini kırmaya kalkınca, başına gelmedik kalmadı.

(29)- Biz hep söyleriz... EKONOMİ, SANAYİ, TARIM hep bir savaştır!.. Düşman daima sizin üretiminize, piyasa payınıza göz diker!.. Tıpkı ülkenizi işgâl etmek istediği gibi, bunları da teslim almak; kendine tâbi kılmak ister. Bu yüzden yapmıyacağı şey yoktur!.. Zararlı böcek, hastalık sokup pahalı ilaçlarını satmaya çalışır... Ürünün kalitesini düşürüp kendisininkinin değerini arttırmayı amaçlar.

O yüzdendir ki, "tarım uzmanı" niteliğindeki kişileri birer ajan gibi kabul edip her hareketlerini takip etmek, tavsiye ettikleri hususları, "yardım" diye verdikleri malzemeleri laboratuvarlarda iyice tahlil edip denemeler yapmadan kullanmamak gerekir.

(30)- Tansu Çiller de böyle yükseldi, iktidara geldi... Yalnız o da Demirel'in hatasını yapmaya başladı.

Demirel'in sonunu getiren, seçim konuşmalarında "Avrupa'da ne varsa, bizde de olacak!" sloganıyla ortaya çıkmasıdır!..

Bu ifade, "Biz de Avrupa kadar uçkuru düşük, ırzı kırık, uyuşturucuya, alkole müptela olacağız... Filimlerde gördüğünüz ana-baba saygısı bilmez, büyük hatırı saymaz çocuklar bizde de olacak. Gençler vurup kıracak, yakıp yıkacak... Homoseksüeller Avrupa'da papaz oluyor, bizde de imam olacak... Fahişeler Meclis'e girecek" anlamına geliyordu!..

Gümrük Birliği'ni "ÖLÜ DİRİLTME İLACI" olarak gören, TÜRKİYE'nin kurtuluşunu sadece oraya bağlıyan Çiller de, bu başarısından(!) sonra, Demirel'in cümlesini kullandı... Vazgeçmediği için de kendini sonunu hazırlamış oldu, 1996'da oyu %12'lere düştü. Ancak RP ile koalisyon kurup MİLLİYETÇİ davranmaya başlayınca toparlandı.

(31)- Nasreddin Hoca'ya sormuşlar, "Eski ayları ne yaparlar?" diye... "Kırpıp kırpıp yıldız yaparlar, demiş!..

Bizde de başarısız başbakanları cumhurbaşkanı yapıyorlar!.. Böyle bir "terfi" mekanizası, sadece bizde var!..

Gözümüz kaldı sanılmasın... Hayır!.. Endişemiz şu ki, başarısız milletvekilleri için Bakan koltuğu icat etmek mümkün... Ama Cumhurbaşkanlığı makamı bir tane!.. Bu kadar başarısız parti lideri, başbakan için bir koltuk yetmez ki!.. Başka çare bulmak lâzım.

Biz deriz ki, en iyisi hepsini ÇÖPE ATMAK!..

(32)- Bazıları Menderes'i, Özal'ı "evliya" ilan etmeye kalkmış, onlara "özel" kabirler yaptırmıştır.

Eminiz ki, hayırlısı ile Demirel de ahırete intikal edince, ona da bunu yapmaya kalkanlar çıkacaktır.

İşin enteresanı, bütün yaygaraya rağmen, TÜRK İNSANI Menderes'e de, Özal'a da düşkün değildir!.. Onların BATICI yönlerini hazmedememiştir. "Nallı Baba" türbesi bile onlarınkinden fazla ziyaret edilir.

Bilmiyenler için kısaca anlatalım:

Adamın biri İstanbul'u taşının toprağının altın olduğunu duyup eşeğine binmiş, kalkıp gelmiş. Ama İstanbul'a varınca eşeği ölmüş... Adam bakmış ki, İstanbul'da "yatır, baba" bol; en kârlı gelir kapılarından biri de türbe bekçiliği; eşeğini gömmüş... Üzerine bir "türbe" yapmış, "Nallı Baba" diye de bir levha koymuş... Kısa zamanda "Nallı Baba"dan medet umanlar sayesinde zengin olmuş!...

Latife bir yana, TÜRK İNSANI gerçekte sadece ATATÜRK'ü sever!.. Ona yapılmış olan türbeyi samimiyetle ziyaret eder... Tek şikayeti o mekanın bir gösteriş yeri haline gelmesi, rahatça bir FATİHA bile okuyamamasıdır.

(33)- İSLAMİ ESASLARA BAĞLILIK İLKESİ'ne ek olarak verdik, ama burada tekrarlıyalım: Kendini hızlı "atatürkçü" sayan Ahmet Altan adlı kendini bilmez yazdığı makalede ATATÜRK'ün "dinsiz" olduğunu sözde ispata çalışıyor.

Bir de Mustafa Ekmekçi diye biri vardı. Yıllardır TÜRK İNSANI'na domuz yedirmeye çalışırdı... Domuz etinin faziletinden bahsederdi. Bilmezdi ki, Avrupa ve Amerika'da domuz eti ucuzdur, ama makbul değildir!..

TRT'de gösterilen "Jefersonlar" dizisinde(1993), bu kişinin komşuları tarafından ayıplanmamak için çok sevdiği domuz yahnisini gizli gizli pişirişini hikâye eden bir film de yayınlanmıştır.

Hal böyle iken hâlâ ısrar niye?.. Kendin yemek istiyorsan, piyasada var, al ye!.. Çok istiyorsan Gavuristan'a git, doya doya ye!.. Ama gizli ye ki, onlar seni ayıplamasın!

Aziz Nesin denen kişi de ilhamını kaybedip mizah yapamayınca, küfür etmeye, dine çatmaya, "Şeytan Âyetleri" ile uğraşmaya başlamıştı... Yahu, senin dinsizliğinle imansızlığınla uğraşan var mı?.. Sen niye milletin inancı ile uğraşıyorsun?.. Yoksa siz "aydınlar"ın "laiklik" anlayışı böyle mi?..

Peki, bu adamların bu kadar şikâyetçi oldukları, %99'u MÜSLÜMAN olan bir ülkede ne işleri var?.. Kendilerinin değişmesi bu kadar kolay iken, bir de ATATÜRK'ü âlet edip 75 milyon insanı dinden imandan etmeye çalışmaları ne ile izah edilir?..

(34)- Bu kişilerin bir kısmı 1975'den itibaren Halk Evleri'ni ve CHP'yi ele geçirmiş, Sovyet sempatizanı solcu kisvesi altında Kürtçü-Alevi bölücülük yapmışlardır!..

Ecevit te 1977 yılında bu oyuna geldi. Adalet Partisi'nden bakanlık vererek transfer ettiği Şerafettin Elçi adındaki hain, Kürtçe imtihan yaparak Bayındırlık Bakanlığı'na eleman aldı!.. Gümrük Bakanı olan Mataracı mafyanın adamıydı, kaçakçılık yapan bir gemiyi bizzat giderek ekiplerden kurtardı!... Bu kişiler İDAM edilmeleri gerekirken hala ortalıkta dolaşıyorlar.

1991 yılında İsmet Paşa'nın kendisinden de beceriksiz oğlu Erdal efendi, başında olduğu Sosyal Demokrat Halkçı Parti'yi Kürtçü DEP ile ittifaka soktu, güneydoğu illerinden 20 kadar Kürt militanın Meclis'e girmesine sebep oldu!..

İsmet'in çömezinin bağrına bastığı militanlar torunu, PKK gerilla komutanı Sakıp Sakık'ın kardeşi, ve 12 Eylül öncesinde tehditle ve sadece 4000 oyla Diyarbakır Belediye Başkanı seçilmiş olan militan Mehdi Zana'nın karısı da vardı!..

Bunlar daha ilk gün Meclis'te yemin töreninde Kürt bayrağı açmağa kalktılar!.. Hemen der dest edilip hapse tıkılmaları gerekirken, 3 yıl lojmanlarda oturdular, MİLLET kesesinden 3 milyar TL aylıkla beslendiler!.. DEVLET harcırahı ile Avrupa'ya gidip "Kürt kongreleri"ne katıldılar. Azılı bir bölücü olan Kamer Genç SHP'den Meclis Başkan Vekili seçildi!. Bir önceki de eski DİSK ve Kürt militanı Fehmi Işıklar idi. Yani Demirel yurt dışına gitse, Cindoruk ta hasta olsa, bu herifler TÜRKİYE CUMHURİYETİ'ni temsil edecek mevkiye geldi!..

ATATÜRK'ün astığı vatan hainlerinin zihniyetini TBMM'ne taşıyan İsmet'in oğlu, "demokrasi" diye diye ülkeyi ikiye bölüyordu!.. Cezasını gördü mü, dersiniz?.. Ne gezer!.. 50. hükümette Dışişleri Bakanı oldu!.. Kürtçü Mehmet Moğoltay, dönme Ercan Karakaş, eski Rus ajanı Aydın Güven Gürkan da birer koltuk kaptılar... Zaten parti başkanı Kürt asıllı Hikmet Çetin'di!..

Ne dersiniz?.. Biz TÜRKLER için "eşit haklar" isteme zamanı gelmedi mi?. Silahı kapıp, YENİDEN MİLLİ MÜCADELE için dağa çıkmaktan başka çaremiz kalmadı da!..

(35)- Aslında bu sahte "atatürkçüler" ile ATATÜRK düşmanları arasında cibilliyet bakımından fazla fark kalmadı... SHP (CHP) Kürtçü, DEP, HEP, HADEP de Kürtçü!.. DYP, ANAP Batıcı, HADEP de BATICI... Bazı "dindar"geçinenler de BATICI ve Kürtçü!

Bunda şaşacak bir şey yok!.. Sahte "atatürkçü", aslında ATATÜRK DÜŞMANI'dır!.. Sahte "dindar" aslında, DİN DÜŞMANI'dır!.. Kürtçü, bölücü de ATATÜRK DÜŞMANI'dır... Bu sebepten hepsi aynı noktada buluşurlar!...

----------------------

KAYNAKLAR:

- Atilla İlhan, Hangi ATATÜRK?

- İsmet Bozdağ, Kemal Tahir'le Sohbetler

- İsmet Bozdağ, Bitmeyen Kavga

- Kemal Tahir, Hür Şehrin İnsanları 1-2

- Kemal Tahir, Kelleci Mehmet

- Yakup K. Karaosmanoğlu, Politika'da 45 Yıl

- Hasan İzzettin Dinamo, Kutsal İsyan, Kutsal Barış 1-15

- Şevket Süreyya Aydemir, 2. Adam 1-3

- Fethi Okyar, Üç Devirde Bir Adam

- Feridun Kandemir, Rauf Orbay

- Kamran İnan, HAYIR Diyebilen Türkiye, Timaş Yayınları

- 20. Yüzyıl Ansiklopedisi 4, Tercüman Yayınları

***

> İÇİNDEKİLER< > MENDERES DÖNEMİ <