AŞK
Ben kendimin kölesi
"Nereye gitsek kendimizi de götürüyoruz". Bu sözün Heidegger'in
"Her insan kendi ölümünü ölür" sözü kadar saçma olduğunun
farkındayım; saçma ama varoluşumuzun ağırlığını hissettiren... Bu ağırlığı
hissedebilmek için sözü kanırtmaktan başka çare kalmıyor. Hep kendimizle baş
başayız; zamana ve mekana yayılmış bir halde, varolmaya mecburuz. Varlık
karşısında edilgen olmaya, ona boyun eğmeye mahkumuz. O yüzden Levinas,
"varolmak lütuf değil, ağırlıktır"; Sartre, "varolmak susamadan
içmek gibi bir şeydir" demiştir. O yüzden karanlıkta yalnız kalan çocuk,
varolmaktan korkar; onun korkusu karanlıkta beliren korkunç yaratıklardan,
fantastik imgelerden, ölmekten değil, bizzat varolmanın kendisindendir; uçsuz
bucaksız ve biteviye akıp duran varlık karşında hissettiği çaresizlik
duygusundandır. Varoluşun ölümle nihayet bulması bile insanı kapsayan durmak
bilmeyen varoluştan daha az korkutucudur. Bizim trajedimiz, bir gün fanilik
yazgımıza bağlı olarak hiç olup gideceğimizin değil, varlığın içinde tutsak
olmanın; yabancı bir gücün benimiz üzerindeki iktidarının değil, benimizin
kendisine bağlanmasının trajedisidir.
Varoluşumuz, terk edemeyeceğimiz, ebediyen bağlı olacağımız bir doluluktur;
benimizin bir ayağı her zaman kendi varoluşumuzdadır. Kendi benimize çakılıyız;
başkalarından önce kendimizin kölesiyiz; benimizin ilk sahibi, kendimiziz;
bilincimizin kendi tutsaklığını keşfettiği ilk bağ, kimlik bağıdır; ne yaparsak
yapalım kendimize döner geliriz; bu, bizim trajedimizdir. Bu trajediyi anlayabildiğimizde,
hep kendimize geri dönme kaderimizi yenme hayalini gerçekleştirmenin aslında
kendimiz olma, kendi kimliğimizi edinme mücadelesinden daha temelde yer
aldığını görürüz.
"Ben sana mecburum bilemezsin", sen bana mecbursun bilemezsin
Bu trajediden, varoluşun ağırlığından bir nebze olsun kurtulmak, ancak
başkasının varlığı içinde erimekle olanaklıdır. "Dünya içinde
varlık"ımız, bir çevrede yaşamanın ve kendisi için varlık yanımızın yanı
sıra "başkasıyla varlık" olmamızı da zorunlu kılar.
Başkasının varlığı ve onun bana bakışı sayesindedir ki, nesne durumuna
gelirim; bir başkasına ait olur ve kendimin olmaktan bir an için
sıyrılabilirim. Toplumsal ilişki, insanın kendisinden sıyrılma mucizesidir
(levinas). Bu yüzden başkasının arzusunun arzulamak, benim arzumun, tüm insani
arzunun en temel niteliğidir (Hegel).
Başkasının varoluşsal bunaltıyı hafifletici mucizevi niteliğinin yanı sıra,
kendisinin varlığı da apayrı bir sorunun kaynağıdır. Çünkü benim için gerçek
olan onun için de gerçektir; ben de onun varoluşsal bunaltısını
hafifletebilmesinin bir aracıyım. İnsan, yağmurdan kaçarken doluya, kendi
varoluşundan kaçarken "öteki"nin egemenliğine yakalanır. Başkası
benim için, kah varlığımı benden çalan, kah bana ait bir varlık olduğunu ortaya
çıkarandır (Sartre). Başkası bana baktığında, üzerimde tartışmasız bir üstünlük
sağlar; başkası kaygısı, beni sanki bir sarsıntının etkisi altındaymışım gibi
bana rağmen ele geçirir. Öteki, varlığıma engel olarak benim tam anlamıyla var
olmamı imkansızlaştırır. Ben, ötekinin sorumluluğunu almaya zorlanmış, bu
konuda bir istek duymamama rağmen ahlaki bir zorunluluk tarafından kuşatılmış
birisiyim. Bu yüzden insan, hep anlatıldığı gibi kalbi sevgiye susamış,
barışsever bir varlık değildir; insanın özünde hiç de o ne olduğu belirsiz
sevgi yoktur; sevgi, insana kurtulamayacağı bir sorumluluk olarak
dayatılmıştır. Bu yüzden benimle o arasındaki zorunluluğun diyalektiği, kişiler
arası alan, hem sevginin hem şiddetin yuvalandığı yerdir. Bu yüzden Sartre,
sadist şiddetten duygusal aşkın yumuşaklığına kadar tüm arzu biçimlerini,
öznenin "öteki"nden kurtulmak için ortaya koymuş olduğu savaş
hileleri olarak tanımlar. Benim kendimi göremeyeceğim biçimde beni görerek
(Bakhtin) bana sahip olan "öteki"yle ilişki "ben
bilinci"min temelinde bulunur. İşte bu nedenle hayat, benle öteki
arasındaki mücadeledir. İşte bu nedenle, "Ben"den kurtulmak ve
"ben"i tekrar kazanmak için sürdürülen bu mücadelede gerçek bir
"ben-sen ilişkisi"nin kurulabilmesinin tek yolunun Tanrı'yla ilişki
olabileceğine işaret eder Buber. Bu mücadele, Heidegger'in, Hegel'in,
Bakhtin'in ve Levinas'ın, Sartre'ın ve Buber'in iliklerine kadar hissettikleri,
felsefelerine ana tematik yaptıkları şeydir. Onlar sayesinde artık dünya
yüzünde "birey" diye bir tek başına bir varlığın olmadığını, soyut
bireyin içinde özsel olarak sevgiyi ve şiddeti taşımadığını biliyoruz. Biz,
sevgi ve şiddetin geçiş nesneleriyiz. Onlar sayesinde ayrıca şunları da
biliyoruz:
İnsanın hayat mücadelesi, doğayla değil "öteki"yledir; yalnızca
"öteki"yle değil fakat aynı zamanda "öteki" sayesindedir.
"Öteki", anatomiden duyarlık, biyolojiden edebiyat çıkartır; onunla
"surat"-"yüz"e, "cilt"-"ten"e,
"dokunma"- "okşama"ya dönüşür. Başkasının yüzü beni
benliğimden başka tarafa yönelterek yükümü hafifletir. Okşama, arzulanan
varlığın bakışı altında yaşamaktan kurtulmak için onu kendi tenine hapsetme
girişimidir (Finkieltkraut).
Başkalarının bizim için önemini anlamak için aslında fazlasıyla kanıt da
gerekmiyor. Ama tüm bu düşünürlere baktığımızda, onların başkalarının bizim
için önemini oldukça iyi ele aldıklarını fakat "Nasıl oluyor da bazı
başkaları bizim için 'vazgeçilmez öteki' haline gelebiliyor?" sorusuna
doğru düzgün bir cevap veremediklerini görüyoruz. "Vazgeçilmez
öteki", tutkumuza yapışandır; yeri doldurulmaz dost, yeri doldurulmaz
düşman ve aşık olduğumuz kimsedir; bırakamadığımız alışkanlıklarımız, fanatiği
olduğumuz her şeydir.
İnsan varoluşunun ("Dasein"ının) kapsayıcı bir analiz projesini
bize sunan Heidegger de "vazgeçilmez öteki" sorununu aydınlatmadan yaşamını
yitirdi. Belki bu "nasıl oluyor da" diye başlayan sorunun cevabını
"neden"lerle ilgilenen felsefeden beklemek, haksızlık.
Zaten bugün bu soruya cevap verebilmek, "vazgeçilmez öteki"
sorununu ele alabilmek için elimizde "kendilik psikolojisi" ve
"nesne ilişkileri teorisi" gibi değerli teoriler var; bu teorilerin
"kendilik-nesnesi", "birincil nesne" gibi kavramları
sayesinde bazı ilişkilerin bizim için nasıl olup da olmazsa olmaz nitelik
taşıdıklarını belli ölçülerde açıklama şansına sahibiz.
Ama biz bugün burada "vazgeçilmez öteki" sorununun
bileşenlerinden birisi olan "aşk" konusunda konuşurken bu şansımızı
kullanmayacağız ya da şansımızı sona saklayacağız. Çünkü psikopatoloji
teorileri, haklı olarak bize ilişkilerin ve duyguların ontolojisi hakkında bir
fikir vermiyorlar; "Dürtü, gerilimi azaltmaya değil nesne aramaya
yöneliktir; insan, ilişki arar" (Fairbairn) gibi felsefi tezlere
dayanıyorlar. Oysa biz işe tam da oradan; Heidegger'in yarım bıraktığı yerden
başlamak, "ilişki"yi esas alan çağdaş psikopatoloji teorilerinin
yaslandıkları felsefi temeli biraz daha sağlamlaştırmak ve bu temel üzerine
çağdaş psikopatoloji terorilerini yerleştirmek istiyoruz. Yani "aşk"ı
nesne ilişkileri içinde aramadan önce varlığımızda, varolma mücadelemizde aramaktan
yanayız; o yüzden baştan beri felsefi söylemin girdaplarında bir yol bulmaya
gayret ediyoruz.
Irmakta yüzen yapraklar
Birbirimize neden mecbur olduğumuz konusunda, varoluşumuzun
"başkalarıyla varlık" olan yanı üzerinde biraz durmuştuk; şimdi bu
mecburiyetin tikel ve özel yanına gelmek, "aşk"tan söz etmek
istiyoruz. Bunun için Heidegger'in duygudurum (mood) hakkında söylediklerinden
yaptığımız bazı çıkarımlara ihtiyacımız var.
Dünya içinde varlığımız hep bir mod'a sahiptir. Bu mod, hem daima,
kendiliğinden bir tarzda, bizim toplumsal dünyamız tarafından etkilenir hem de
daima bir "duygudurum" (mood) içindedir. Bir duygudurum içinde olmak,
verili bir zamanda hep duygulanımsal özel bir konum veya zihin durumuna sahip
olmaktır. Her zaman "Nasılsınız?" veya "Kendinizi nasıl
hissediyorsunuz?" sorularına vereceğimiz bir cevabımız vardır.
Duygudurumumuz sayesinde, tıpkı bir çalgının bir müzik parçası için akord
edilmesi gibi, kendimizi yaşam dünyamıza akord eder, ayarlarız; daha doğrusu
akord edilir, ayarlanırız. Üstelik bir duygudurumun yerini yalnızca bir başkası
alabilir; duygudurumun yerine bilişsel bir içgörüyü koymamız mümkün değildir;
her zaman bizi dünyaya ayarlayan bir duygudurum içindeyizdir. Bu duygudurumsal
ayarlanma sayesinde bir "yük" olarak taşıdığımız varoluşumuzun
ağırlığından kurtulmak isteriz; "iyi duygudurum", "elasyon"
varoluşun yükünü hafifletirken, "kötü duygudurum",
"disfori" bu yükü ağırlaştırır. Bu nedenle ayarlanmamızı
olabildiğince "iyi duygudurum"la yapmaya, hayatı güzel bir müzik
parçası dinler gibi yaşamaya çalışırız. Ne ki bu o kadar kolay değildir; kimi
zaman bizzat çalgının yapısal olumsuzlukları (genetik ve biyolojik sorunlar)
nedeniyle kimi zaman da kah bizim akord yapma yeteneksizliğimiz (iletişim ve
başa çıkma becerileri) ya da ortamın uygunsuzluğu (tarihsel ve kültürel
gelenek) yüzünden akord iyi yapılamaz ya da yapılsa bile ortaya çıkan beste iyi
olmadığından hiçbir işe yaramaz.
İşte artık evrensel bir insani fenomen olduğuna inanılan "aşk",
varlığın ağırlığı altında ezilmeden varolabilmemiz için, başkalarına olan
mecburiyetimizin tek bir kişi üzerinden, üstelik belli ölçülerde iyilik vadeden
bir duygudurumla sürdürülebilme fırsatıdır; hayatı iyi bir beste dinler gibi
yaşamak için sunulan bir olanaktır. Aşk, bu haliyle yalnızca bir duygudurum
değil, duygudurumsal bir iyilik vaadiyle giden başkalarıyla olan varlığımızın
bir sürdürülme biçimidir; bir durumdur. İnsan topluluğunda bir azınlık
oluşturan, "sevme" ve "ilişki" yeteneğinden yoksun olan,
kendilerine zamklanmış narsisistikler ve şizoidler dışında, hemen herkes bu
olanaktan yararlanmak ister; aşık olur. Bunu beceremediğimizde yaşanılacak
varoluşsal vakumdan kurtulmak için genellikle kendimize bir başka
"vazgeçilmez öteki" yaratacak bir haz politikası izleriz.
Aşk nesnesinin seçimini belirleyen özellikler ve koşullar konusunda, bize
çağdaş psikopatoloji teorileri, özellikle bebeklikte birincil bakım verenlerle
kurulan ilişkinin niteliğinden yola çıkarak çok şey söyler. Bizim bunlara bir
itirazımız yoktur; ancak aşk nesnesinin seçimi konusunda varoluşsal bakışın
ilave söyleyecekleri vardır. Buna göre aşk nesnesini seçerken varoluşsal
konumlanışlar arasında paralellik (benzerlerin aşkı) ya da angajman imkanı
(zıdların aşkı) ilkelerine göre hareket ederiz. Yine varoluşsal bakış, psikopatoloji
teorilerine ek olarak, aşkın bir gün başımıza gelen bir kaza veya başımıza
konan bir talih kuşu olmadığını söyler: Biz, potansiyel olarak hep aşkı arar,
uygun nesne bulduğumuzda varlığımızı hemen aşkın üzerine oturturuz. Aşka hep
hazırız; aşk bize gelmez, biz ona gideriz.
Çoğumuz aşkı yaşarız; bu doğru ama nasıl?
Bu sorunun cevabının ilk kısmı, "Aşkı öncelikle yaşadığımız çağın
genel duygudurum akışının belirlediği koşullara göre yaşarız" şeklinde
olmalıdır. Çünkü duygudurumlarımız, yaşadığımız çağın ana duygudurumuna uygun
olarak biçimlenir. Örneğin Heidegger'e göre Grekler'de şaşkınlık ve saygıyla
karışık korku; Kartezyen çağda kesinlik ve içinde yaşadığımız "Dünya
Tablosu Çağı" ya da teknoloji çağında dehşet ve can sıkıntısı ana
duygudurumlardır. Biz diğer tüm yaşantılarımız gibi aşk yaşantılarımızı da bu
ana duygudurum ırmağında giderken icra etmek zorundayız. (Çağımızda aşkın
aldığı biçimler için "Bir terör olarak aşk" -Virgül, Temmuz-Ağustos
1998, sayı 10- yazımıza bakınız)
Aşkı nasıl yaşarız sorusuna verilecek cevabın ikinci kısmı, iki bölümdür.
Birinci bölüm, evrenseldir: Aşkı yaşayan herkes, bu yaşantı sırasında evrensel
aşk fenomenolojisinin özelliklerini gösterir. İkinci bölüm ise aşkı yaşayanın
psikolojik gelişiminin düzeyine, kişilik örüntülerine, savunma düzeneklerine
göre değişir. Buna göre aşk yaşantılarının çok büyük bir kısmı, aşkın
duygudurumsal iyilik vaadine rağmen patolojik dolayısıyla çoğu zaman vadedilen
iyilikten uzak, çok az bir aşk yaşantısı ise, vadedilen iyilikle uyumlu,
sağlıklıdır.
Şimdi sırasıyla bunları ele alalım:
Aşkın fenomenolojisi
Birçok insanın yaşadığı aşkın fenomenolojisini, bize ancak Proust ve
Stendhal gibi iyi edebiyatçılar anlatabilirler. Aşkın evrensel
fenomenolojisinin en tipik özelliği, aşkla sanat yapıtı arasındaki sıkı bağa ve
aşığın olanca yaratıcılığına rağmen, aşığın kendisini her zaman değersiz bir
sanatçı, başarısı engellenmiş bir ressam, niteliksizliğe yenik düşmüş bir şair
gibi görmesidir. Bir türlü sevilen kimsenin tam, doyurucu bir anlatımı
sağlanamaz; bu yüzden aşk söze dökülemez, aşk anlatılmaz yaşanır denir. Bu
durumu Proust, sevilen kişiye bakarken takınılan araştırıcı, kaygılı ve titiz
tavra bağlamaktadır. Gözümüz, kulağımız, tüm duyularımız ondadır; onun ertesi
güne randevu verip vermeyeceğini, umutlarımızı ortadan kaldırıp
kaldırmayacağını merakla bekler dururuz. Aşık kişi için anlamak seyretmekten
önce gelir; sevgilinin sözleri her zaman görüntüsünden daha önemlidir; yüzün
görsel çekiciliği yargılardan sonra gelir. Tüm duyularımız ve hayal gücümüz
aynı anda harekete geçtiğinden dikkatimiz ürkekleşmiştir. Ondan bize kalan, her
zaman iyi çıkmamış fotoğraflardır. "Her nereye baksam biraz sana
benziyor" ya da "Ne kadınlar sevdim zaten yoktular" deriz
demesine ama sevdiğimiz kimsenin yüzünü bir türlü tam olarak betimleyemeyiz.
Sevilen yüz, bir yandan tüm yüzleri tekeline almıştır bir yandan da hiçbir
zaman açık seçik hale gelemez. Aşırı dikkat, aşığın bakışını
bulanıklaştırdığından ondan kalan hatıra resme tekrar tekrar bakılır. O yüzden
"Yanımdayken bile hasretimdin" denilir. Aşk, betimlemenin yasak
olduğu yüz dinidir (Finkielkraut).
Aşık, betimleyemeyen olduğu kadar niye sevdiğini de bir türlü bilmeyendir.
Bir gün Pascal gibi sevgilisini kişiliğinden dolayı değil, hasletlerinden
dolayı sevdiğini düşünür; bir başka gün Hegel gibi sevgisinin nedenini sevilen
kişinin hasletlerinin çok ötesinde arar, onu "o" olduğu için
seviyordur, yarın bir keder gelse tüm güzelliklerini, tüm özelliklerini alıp
götürse onu yine sevecektir. Oysa ne kişilik, ne haslettir aşkta belirleyici
olan; önemli olan tek şey onun bizden daha farklı olması, bize eşit
olmamasıdır. Bir insanın özelliklerini, güzel, çirkin, kaygılı sakin, histerik,
takıntılı olup olmamasını ancak aşık değilsek saptayabiliriz. Aşk, tüm bunları
siler, herkesin sevgilide gördüğünü aşık görmez; herkes için sıradan biri olan
sevgili onun için herkesten farklıdır; önemli olan gerçekten bir fark olup
olmaması değil, bizatihi "fark"tır. Sevgililer beraberdirler ama henüz
değil. (Blanchot) Aşkta yalnızca "fark" görüldüğü için aşkın gözü
kördür. Göremeyen aşık öngörüsünü de yitirmiştir, saçmalamaktadır. Psikozdadır
kısacası ama sıradan psikozdan farklı olarak gerçeği değerlendirme yetisini
yitirme nedeni, ilişki kopukluğu değil, karşılaşmadır; "öteki"nin
unutulmasına değil, benliği işgal etmiş olmasına bağlıdır (Finkielkraut).
Aragon'un "Mutlu aşk yoktur" dizesi, aşk fenomenolojisinin bir
başka yanına ayna tutar. Sevileni kendinden ve diğer insanlardan ötede görmek,
doğal bir biçimde acıyı da beraberinde getirir. Arzunu ancak büyük acılar
çekerken gerçekleştirirsin; görünürdeki acının altında gizli bir tad vardır.
Fakat aşk ıstırabı, sinsi bir mutlu olma yöntemi değildir. Aşk yaşantısı, basit
bir tatmin modeline göre açıklanamaz. Aşığın arzusu, doyurulabilecek bir açlık
değildir; aşık, ne tamamen hoşnut edilmiş, ne de tatminsiz kalmıştır. Onun
ıstırabı, sevgiliyi okşarken bile, onun elinin altından civa gibi kayıp
gitmesindendir; ulaşamadığı mükemmelin farklılığındandır. Aşk, özgürlük isteğiyle
"öteki"ne tutsaklık arasında kalakalmaktır. "Öteki"nin
egemenliği, aşığın hem umutsuzluğu hem de en değerli hazinesidir.
Aşk erotiktir ama erotizmle cinsellik bir ve aynı şey değildir. Bir ihtiyaç
olarak cinsellik ve cinsel ilişki, insan yaşamında arızi bir yer tutar. Çoğu
zaman yanlışlıkla diğer hazlardan birisi gibi ele alınsa da "Şehvet, diğer
hazlardan farklıdır, çünkü yemek içmek gibi tek başına yapıldığında zevk veren
bir haz değildir." (Levinas) Eros, bizi "öteki"ne götüren bir
yoldur. Eros, yine sanıldığı gibi bedenlerin buluşup kaynaşmasına, aradaki
kopukluğun giderilmesine fırsat hazırlayan geçici bir oyun değildir; baş
döndürücü bir uçurumun ortaya çıktığı ve keşfedildiği andır. Foucault, insanın
sevişirken bile yalnız olduğunu söylerken haklıdır ama insanın mutlak
yalnızlığı asıl sevişirken ortaya çıkar deseydi daha da haklı olurdu. Aşıkla
sevişirken onun tüm bedeni yüzü haline gelir; ulaşılamayan, betimlenemeyen
yüzü. Sevişmek, tenlerin temasını ve birbirine sarılmasını engelleyen tüm engeller
ortadan kalktığında bile sanki "öteki" kendini tamamen vermiyormuş
gibi en yakın olanı aramaktır. İki insan arasındaki erotik yaşantı, bizim
kaynaşma, ikinin mükemmel uyum içinde bir olması arzumuza rağmen, aramızdaki
mesafeyi kaldırmaz tam tersine doğrular. Aşk ve sevişme, insan olma kaderimizin
bize en berrak yansımalarıdır; sevişen aşıklar da gerçek kader yoldaşları.
Aşkın saptayabildiğimiz evrensel, her aşk yaşantısında şöyle ya da böyle
ortaya çıkan yanları bunlardır. Çoğumuz böyle bir aşkı yaşarız ama kendimize
göre, kendiliğimize göre. Bu kendimize görelik, artık aşk yaşantısının
"nasıl"ını inceleyebilmemize, çağdaş psikopatoloji teorilerini
işletebilmemize fırsat verir. Oradan baktığımızda aşkın evrensel
fenomenolojisinin kendi tarihimizdeki biçimlenişlerini görürüz.
Aşk, bizim yapıtımızdır
Gördüğümüz, ya aşkın ortaya çıkışına kaynaklık eden iyilik vaadiyle uyumlu,
sağlıklı ya da bu vaadden uzak, patolojik yaşantılardır. Şimdi ayrıntısına
girmeden sağlıklı ve patolojik aşk yaşantıları arasındaki sınırda dolaşalım.
Sağlıklı aşk yaşantısı, aşkın evrensel fenomenolojisinin hayatı olduğu gibi
karşılayan, kaderiyle boğuşmayan, olgun bir kendilikteki icrasıdır. Olgun
kendilik, olgun savunma düzenekleri içinde yaşar aşkı. Hayat mücadelesinin,
kendisiyle sevgili arasındaki diyalektik oynaşmanın, bir ömürlük oyunun
farkındadır; aşkı ve sevgiliyi kendisine sunulan varolma fırsatından dolayı
yüceltmeyi (sublimation); kendisini yeterince onlara adamayı (alturism) bilir.
Aşkı ve sevgiliyi üstün tutar ama mutlaklaştırmaz; iyilik vaadine uygun biçimde
eğlenmeye, kendisini ve sevgilisini eylemeye (humor) çalışır. Kendi
sınırlarının farkındadır; isteklerinin radikal bir savunucusudur ama durulması
gereken yerde durur, diretmez (supression). İlişkinin gerçekliği içinde
sağlıklı iletişimin yollarını arar; "öteki"nin haklarını ihlal
etmemek için gerekli özeni gösterir; eros ve agape'yi birbirinin karşısına
dikmez; sevişmeyle sevgilinin yüzünü tüm bedenine yaymaya çalışır; kıskanmanın
hakkını verir ama sevgiliyi özgür bırakmakta da tereddüt etmez; hiçbir zaman
asla sahip olamayacağını bildiğinden karşılığı zorlamaz, manüpülasyondan medet
ummaz.
Bu özellikleri gösteremeyen aşk yaşantıları patolojiktir. Patolojik aşk
yaşantılarının en temel özelliği, karşılıksızlık duygusudur. İster gerçek ister
hayali bir ilişki içinde yaşansın patolojik aşık, kendi sevgisine asla istediği
gibi bir karşılık alamadığı inancındadır. O en çok sevendir, en çok acı
çekendir; sevgiliyse acımasız bir zalim. O yüzden bir başka çalışmamızda, patolojik
aşk yaşantılarını "karşılıksız aşk sendromu" spektrumu içinde
örnekleriyle sunmayı denemiştik. Karşılıksız aşk sendromundaki belirtiler,
kullanılan savunma düzeneklerine ve kendiliğin gelişim düzeyine göre bir
hiyerarşi gösterirler. Bunların klinik yardım arayacak düzeyde olan
"obsesif aşk", "borderline erotomani", "sanrısal
erotomani" gibi görece ağır türlerini ayırd etmek kolaydır. Ama çoğu zaman
bir kişilik bozukluğu eşliğinde giden ve toplum yaşamında çok yaygın olarak
giden, sıradan patolojik aşk örüntülerini saptamak genellikle zordur ve hatta
yaygınlıklarından ötürü çoğu zaman bunlar olağan aşk yaşantıları olarak
benimsenir. Onları tanımak için bazı ipuçları vardır:
Patolojik aşk yaşantılarında özgecilik ve yüceltme, inanılmaz
boyutlardadır; adeta aşığın kendiliği silinmiştir ama dikkatli bakıldığında bu
mazoşistik kıvranmanın altında ciddi bir manüpülasyon çabası görülür. Sevgili,
ne yapıp edip ona istediğini (hep "birazcık sevgi" diye tanımlanır)
vermelidir. Dolayısıyla ortada işleyen özgecilik ve yüceltme değil,
karşısındakini hiçe sayan, ona kendi dilediği biçimi vermeye çalışan yansıtmalı
özdeşim düzeneğidir.
Patolojik aşk yaşantısında, esas olan yaşantı değil gösteridir; hayat
mücadelesi olduğu gibi kabullenilemediğinden hep başkasından yardım dilenir.
Sevgiliye yönelik yansıtmalı özdeşim, kitlelere yönelik olarak da sürdürülür;
"ne çok seven ve acı çeken bir insan olduğu" kitlelere cazgırca bir
feryatla haykırılır. Aşkın kendine özgü ıstırabını kendi içinde onurlu bir
biçimde yaşamak için gerekli cesaret gösterilemez; yeri geldiğinde Goethe gibi
"Seni seviyorsam sana ne bundan" denilemez.
Patolojik aşkta, erotik yaşantı ya yoksanarak platonik ütopyaya sığınılır
ya da yansıtmalı özdeşime kurban edilir yani beden yalnızca "öteki"ni
ayartmak, onun sevgisini kazanmak için kullanılır. Patolojik aşkta sevişmenin
varoluşsal coşkusu ve kaynaşamamanın doğal hayal kırıklığı yaşanamaz.
Dr.Erol GOKA
Kaynak: www.erolgoka.com