Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!
 

       Kentli Olmanın Milliyeti Yok...

Bülent Ortaçgil'le "Bu Şarkılar Adam Olmaz" albümü çıktığı sıralarda konuştuk, müzikteki 20 küsür yılının muhasebesini yaptık.

Bu defa albümünüzün isminde "oyun" sözcüğü yok. Şarkıların sadece bir tanesinde bu söz geçiyor. Bu temaya ne oldu? Vaz mı geçtiniz oyun oynamaktan?

Yok canım... Oyunla ilgili takıntılarım var. "Çok anlamlı" bir sözcük olduğu için, bu değişik anlamlar beni cezbediyordu açıkçası. Çocuğun oyun oynaması, tiyatro oyunu, insanların birbirine madik atması... Zaten yazış tavrımda çok anlamlı sözcükler ya da çok katmanlı düşünce boyutlarını kullanmak benim özelliklerimden birisi. Ben istiyorum ki, dinleyenler, o andaki durumlarına göre sözcüğü üretsinler. Başka anlamlara da çekilebilsin. Bu albümde direkt oyun teması yok belki ama, teatral şeyler var. İçinde yabancılaştırma efektleri de var, konuşmalar, kahkahalar, yanlış söylemeler, Dolayısıyla, genelde bir oyun havası var aslında: Özellikle "Bu Şarkılar Adam Olmaz", tamamıyla bir oyuncu şarkı.

Yabancılaştırma efektlerine neden gerek duydunuz?

Bir albüm çalışması, sonuçta yapay bir çalışmadır. Giriyorsun stüdyoya, saatler, günler boyu öyle kaydediyorsun. Bizim dinleyicilerin, bir albümü algılayış biçimlerini genelde beğenmiyorum. Yani, onun hayattan kopuk ve yapay bir şey olduğunu sanki düşünmüyorlar. İnsanlar onu mükemmel bir şey olarak görüyorlar. Örneğin bazı TV programlarında, spikerlerin ya da programa katılanların yaptıkları yanlışları peşpeşe gösteriyorlar. Bunları seyrettiğimde çok hoşuma gidiyor. Çünkü iş her zaman mükemmel yürümez. Aksaklıkları vardır. Müzik de, bana sorarsan, çok mükemmelci bir tavırla dinlenilmemesi gereken bir şey. İçinde yanlışları vardır, tempo hataları vardır, insanların bir gün çaldığını ertesi gün çalamama durumu vardır. Dolayısıyla bu kasetin içinde "dinlediğiniz şey aslında yapay bir şeydir" demek istiyorum. "Bu Şarkılar Adam Olmaz" da kasıtlı olarak yanlış söylenmiş olması bir kurguydu.

Bir şarkıyı ilk bestelediğiniz zamanki haliyle, dinleyiciye sunulan hali arasında çok mu fark olur genellikle?

Tabii... Şarkılarımı yaptıktan sonra, noktayı koyup "hah, işte oldu" deyinceye kadar, hiç yoksa bir kaç ay kendi kendime çalarım, bazı düzeltmeler filan gerekebilir diye... Hiç yoksa birkaç kere insanlara çalanm onları, insanlann fikrini ve hissini öğrenmek için... Şarkının insan içinde çalındığı zamanki kılığını da ölçüp biçmek için çalarım. Yani bir demlenme süreci vardır, çayı demler gibi. Ondan sonra o şarkının ilk defa kaydedilmesi ve diğer müzisyenler tarafından çalınması, miksajının yapılması ve basılma sürecine kadar o şarkı hiç yoksa bizler tarafından 500 kere filan çalınır, dinlenir. Bu öldürücü bir süreç aslında. Şarkıyı o kadar çok dinliyorsun ki, artık sana hiçbir şey ifade etmemeye başlıyor. İnsanlar daha onu yeni dinliyor, ama sen 500 keredir çalıyorsun. İşte bu durumda yabancılaştırma efektlerinin belki bir anlamı olabilir. Ticari müziklerde ise, şarkıcı hep son aşamada işin içine girer Türkiye'de. 0 zamana kadar şarkının yapımı, sözünün yazımı, müzisyenlerle çalınması, bu işleri genellikle başka adamlar yapar; şarkıcılar en son cilayı atar. Son kat boya gibi bir şey. Halbuki ticari müzik dinleyen insanlar için o şarkı şarkıcıyla özdeştir. Sanki her şey onun çabasıyla oluşmuş gibi.

Sizin şarkı anlayışınız bambaşka. Şarkılarınızı kendiniz yazıyorsunuz...

Evet, müzik bence insanlarla iletişim kurmanın yolu. Bizim yaptığımız türden, insanlarla birebir ilişki kurmaya yönelik müzik fazla revaçta değil. Türkiye'de fazla yapan da yok açıkçası. Ama bu da bir müzik türü yani. Şarkı yapımcılığı, Batı'da insanlann kovaladığı, dinlemek istediği, yapanların da çok olduğu bir tür.

Fikret Kızılok'un bu konuda kesin düşünceleri var. Şarkıcının, mutlaka söz ve müzik yazan kişi olması gerektiğini söylüyor. Siz de ona katılıyor musunuz?

Fikret çok sert bir insan. Söylediğini her zaman belli bir ajitasyonla destekleyip sert şeyler söylüyor. Söylediği bir anlamda doğru. Şarkı açısından düşünürsek, söyleyeceği bir şeyi olmayan bir insanın şarkı yazıyor olması tuhaf bir şey tabii ki. Ama benim sorunum, diğer insanların neyi nasıl yaptığıyla ilgili değil. Ben şöyle bir laf etmiyorum: Başkasının şiiri üzerine müzik yazan insan söyleyecek hiçbir şeyi olmayan insandır ve bu insanın yaptığı şey bir boka benzemez. Böyle bir tavır içinde değilim doğrusu. Bazı insanlar var, tamamen işin müzik tarafını yapabilmek için eğitilmişler. Bunlar müzisyen. Kendi anlatımını müzikle yapmayı hedeflemişler. Ama şarkıya geldiğin zaman bir anlamda edebiyatçı olmak da zorundasın. Sözel dünyada bir kurgu yapmak zorundasın. Buna kendini hazırlamamış olanlar var, bunu yapamayanlar var. Diyelim, müziği yaptın, şimdi içine söz koyacaksın. Aç bakalım şiir kitabını, şiir ara, hangisinin mısra sayısı tutuyorsa onu yap. Böyle bir tavır, aptalca bir tavır tabii ki. Ama bazı insanlar var, bir şiir okuyor, çok etkileniyor, onu müzikle mırıldanmaya çalışıyor. Bu biraz daha akla yatkın. Sonuç olarak, şarkı yapan insanın hem sözel hem de müzik tarafını kendisinin yapıyor olması daha mantıklı geliyor bana. Bu anlamda Fikret'le beraberim. Ama Fikret'in bütün tavırlannda o kestirip attırmaca vardır. Ben, doğrusu, kendi yaptığımla ilgileniyorum.

"Sözümüz bitince Nazım'a sığınamadık" diyorsunuz bir şarkıda. Yani, bir eleştiri getiriyorsunuz siz de...

Evet, ama işte ben şarkımda söylerim bu lafı. Benim eleştirim şarkının içinde geçen bir satırdır. Ve orada tavrımı belli ederim.

"Bu Şarkılar Adam Olmaz" şarkısından' biraz bahsedebilir miyiz? "Adam" sözcüğü de, "oyun" gibi çok anlamlı sözcüklerden biri galiba.

Evet, evet... Bu sefer de "adam"a takılmış durumdayım. "Adam olmak", ne anlama geliyorsa bende?!.. Bütün hayatımız, gençliğimiz, toplumdan aldığımız öneriler, her şey adam olmaya yönelik. "Bu Şarkılar Adam Olmaz"da ilk akla gelen şey şu: Hangi şarkılar adam olmaz? Orası açık değil. Nereden baktığına bağlı. Eğer ticari bir başarı senin için her şeyse, benim şarkılarım adam olmaz tabii ki. Ama sözel bir dünya, başka bir tarz, bir kurgu senin için önemliyse, o zaman öbür şarkılar adam olmaz. Benim aşağı yukarı bütün şarkılarımda bu tür bir tavır vardır. 0 şarkıya nereden baktığına bağlı. Kendimin nereden baktığı hakkında ufak tefek ipuçları vardır. Ama düşünce doğrulukları aslında senin nereden seyrettiğine bağlıdır. Gerçek de ona bağlı. Tek gerçek yok yani. Herkesin baktığı yere doğru değişik gerçekler var.

Bir de "Adaam Sen de" şarkısı var..

0 şarkı, toplumdaki kayıtsızlık, hiçbir şeyle ilgilenmeme, her koyun kendi bacağından asılır mantığını eleştiriyor. Bir olay karşısında hepimizin ortak tavrı bu: "Adaam sen de, nasılsa bir şey yapamayacağız...". Türkiye öyle bir ülke ki, özel olarak bir iş yapmak üzere yetiştirilmiş insanlar işlerini ya doğru dürüst yapmıyorlar ya da öyle bir sosyal çevre var ki, o insanlar o işi yapmak için zaten oraya gelemiyorlar. Sonuçta ortada bir adam kıtlığı var. Mimarlar mimarığını yapamazsa, doktorlar istediği gibi doktorluğunu yapamazsa, öğretmenler istediğini öğretemezse, orada bir sorun var demektir. 0 sorunu insanlara hatırlatrnak istedim sadece. Genelde benim şarkılarımda çok somut şeylere rastlanmaz. Hepsi ortalıkta dolaşan sözcüklerden ibarettir. Yere inmiyor gibi görünür. Bu şarkıda daha somut şeylerden, çeşitli meslek gruplarından söz ediyorum. Ama bu meslekleri seçmekte bir maksadım yoktu. Her meslekten bahsetsem, şarkı 26 dakika falan sürerdi. Türkiye'de aydın denen insanlann fazla etkili olmadığına inanıyorum. Yani toplumun gelişmesinde onların daha büyük katkılarını bekliyordum hep. Fakat baktım ki, aydın denen insan, bir zamandan sonra kendi kabuğuna çekilip oturuyor. Sonunda toplum başka yerlere gidiyor. Kimse memnun değil.

Türkiye'deki değişim sürecine nasıl bakıyorsunuz? "Değişmek" kavramı da sizin şarkılarınızda çok sık geçer. Yirmi yıl önce "ama ben değişmezsem ben olamam ki" diyorunuz, 80'lerde "mutlaka değişmek gerek" diye eklediniz... Kendi değişiminizi toplumdaki değişimle karşılaştırabilir misiniz?

Benim değişim basamaklarımla toplumun değişim basamaklan paralel değil. Yukarıya ayrı apartmanlarda çıkıyoruz gibi. Türkiye'nin her on yıllık dönemindeki askeri darbeleri, değişik insan türleri yarattı. Ben çocukluğumdan beri, bu iç darbeyi de yaşadım. Tabii, 60'dakinde çocuk sayılırdım. Ondan sonraki darbelerde insanların nasıl etkilendiklerini, nasıl metamorfoza uğradıklarını gördüm. Yığın psikolojisinden biraz farklı geliştiğim, öyle eğitim aldığım için, Türkiye'nin insan tipinin değişmesine dışardan bakabiliyorum. En azından kendim o denli bilinçsizce ve o denli çabuk dönüşmedim. Değişim ve dönüşüm kavramlarına ayrı ayrı bakmak lazım. Ben değişimi olumlu bir şeymiş gibi anlıyorum. Türkiye'deki olay biraz dönüşüm olmaya başladı. İnsanlar başka şekillere dönüşüyorlar. 80 sonrası toplumu depolitize etmenin en çarpıcı sonuçları, bence genç kesimde alındı. Gençler ki, her zaman toplumun en radikal bölümüdür. En fazla şey isteyen ve bu isteklerini en çarpıcı ve sert biçimde dile getiren bir toplum kesimidir gençler. Toplum hayatı öyle bir çark ki, sorumluluklar aldıkça ve o hayatın içine girip üretmeye ve üretime katkıda bulunmaya başladıkça genelde eziliyorsun. Ve o sivri düşüncelerin kayboluyor. Evleniyorsun, çocuğun oluyor, para bulman lazım, artık hayatına mecbur olmaklar gelmeye başlıyor. Gençlerin bu mecburiyeti minimumdadır, dolayısıyla radikal söylemi olanlar gençlerdir. Şimdi, hiç üretmeden tüketen bir insan tipi oluştu. Nasıl köşeyi dönersin, nasıl çabuk para kazanırsın; gençken bunlar düşünülmeye başlanıyor. Artık Türkiye'de değişim talepleri gençlerden değil, başka yerlerden geliyor.

Kişisel olarak neler yaşadınız bu değişim sürecinde?

Zaman sonuçta her türlü sivri tepeyi törpülüyor. Ama şuna inandım: Yaşamın bir anlamı varsa eğer, o anlam istediğin şeyleri yapmaktan geçiyor. Eskisine oranla iç huzurum daha fazla. Zorunluluklarla yaşadığım devre oranla daha huzurluyum. Ama zorluklar artıyor, o da başka mesele. Türkiye'de yaşamanın zorluklar hep var.

Yurtdışında yaşadınız mı?

Bir yıl kadar Norveç'te yaşadım. Bu öyle bir nalet çıkmaz ki, yurtdışına gidip yaşayan insanlar eğer gerçekten "oralı" olabilirlerse yaşıyorlar. Ya da çok genç yaşta gitmeliler. Ben Norveç'e gittiğimde 28 yaşındaydım, bütün beğenilerin kemikleşmeye başladığı bir dönem. Genç değildim, olmuş bitmiştim. Ondan sonra bir yabancı ülkeli gibi olunamıyor zaten. Kendimi hiçbir zaman Norveçli gibi hissetmedim. Ben, sevdiğim kadar, nefret de ediyorum Türkiye'den. Bu çelişki gittikçe büyüyor. Ama artık kaçınılmaz olarak her şeyimle buralıyım. Bu artık bir sevgi meselesi olmaktan çıktı. Burada doğdum; bu insanlann, bu yemeğin, bu havanın, bu aptalca politik bilmemnenin adamıyım ben. Burada olmuş bir adamım. Bunu kabul ettim ve rahatladım sonunda.

Konser için çıkıyor musunuz yurtdışına?

Üç koldan çıkıyorum konserler için... Önce, kendi müziğim için. Bir Alman menejerimiz var. 0 bize genelde Almanya'da yılda bir kere turne ayarlıyor. İkincisi, iki Yahudi arkadaşım, Janet ve Jak Esim'le birlikte, 500. yıl kutlamalan nedeniyle altı kişilik bir akustik grup oluşturarak bir Avrupa tumesi yaptık. Üçüncü şık da, Erkan Oğur'un Almanya'da çıkan albümüyle ilgili olarak doğan konser imkanları.

Yani, sadece şarkı yazarlığıyla yetinmiyorsunuz. Müzisyen tarafınız da var.

Benim müzisyen tarafımı anlayanlar, gitar çalan insanlardır. Türkiye'de müzisyenler, toplasanız bin tane filan olduğu için, benim şarkılarımdaki müzik tarafı insanların pek ilgisini çekmez. Şarkılarımın bütün kurgusu söze dayalıymış gibi düşünülür, ama işin gerçeği öyle değil. Her şarkımda gitar çalmanın getirdiği bir müzikal espri vardır. Mesela 82 yılında caz müzisyenleriyle bir konser vermiştik. Benim şarkılanmı cazcılar yorumladılar. Şarkılarımın müzisyenlere bir anlam ifade ettiğinin kanıtıdır bu. Mesela Erkan'la çaldığım zaman, onun katkısı, olayı daha etnik bir tarafa çekmek yönünde oluyor. Daha "buralı" oluyor şarkılarım. Kendim çaldığım zaman, müzikal  altyapı, Batı'da dinlediğin bir şarkı yazarıyla karşılaştırdığında çok farklı değil.

70'li yıllarda müziğe başladınız. Fakat o yıllarda gündemde olan Anadolu kaynaklı rock ile pek alışverişinlz olmadı...

Ben ne biliyorsam, nasıl yetiştirilmişsem onu yapmaya çalıştım. Eğer Erkan gibi Elazığ'da doğmuş olsaydım ve bağlama çalarak müzikle tanışsaydım, mutlaka başka olurdu. Ama ben şehirde doğdum. Türkiye'deki göç devinimi bu kadar etkileyici değildi o zaman. Şimdi, doğuyla batının, kuzeyle güneyin birbirine girdiği, her an her yerde her sesin duyulabildiği bir ortamda şarkı yazan bir gencin bütün bunlardan etkilenmemesi düşünülemez. Ama şarkı yapan insanlann azlığı söz konusu. Türk pop müziği dediğin şey, beş-altı kişinin elinden çıkma bir müzik. Kendi şarkısını yapan ve toplumun genel beğenisine uygun şeyler yapan insanlann çok az olduğunu biliyorum. Hatta var mı yok mu, onu bile bilmiyorum. Eğer olsa, artık o insanın bu tür bir kültür deviniminden dolayı, mutlaka o ögeleri kullanması gerekir diye düşünüyorum. Ben yalan söylemedim, elime bağlama alıp da bilmemne çalmaya çalışmadım. Sen İstanbul Suadiye'deki bir apartmanın ikinci katında yaşayan bir çocuğun bağlamaya özeneceğini tahmin edebiliyor musun? Eğer özeniyorsa, başka unsurlar ararım işin içinde. Ama 70'ler, insanlann daha fazla müzikal deney yaptığı dönemlerdi. Moğollar'ın yaptığı böyle bir şeydi. Bu müziği Avrupa'ya taşımaya niyetliydiler. Ben, ne yaşadıysam onu söylemeye çalıştım. Kentin müziğini yaptım. Kentli olmanın milliyeti yok; hep bunu savundum.

Kendi şarkılarınızla Avrupa'ya çıktığınız vakit nasıl tepkiler alıyorsunuz?

Utanılacak bir durum, ama Türkiye'ye oranla daha iyi tepkiler alıyorum. Adamların müzik dinleme geleneği var. Söylediğim şeyler, onların hayatına dokunacak türden şeyler. Her şarkıdan önce şarkıların çevirileri yapılıyor. 50 konser filan vermişimdir şimdiye kadar. Hiçbir yerde "ne aptalca şeyler söylüyor bu adam" türünden bir tepki almadım. Benim söylediğim şeyler, onların şimdiye kadarki Türk deneylerinin tamamen dışında örnekler.

Kendinizi pek öyle ortaya çıkarmayı sevmiyorsunuz. Albüm kapaklannda bile fotoğraflarınız -biri dışında- yer almıyor...

Yaptığım şeyle ortalıkta olmak istiyorum. Toplumun bu yeni tutkuları, imajlar, ne giydiğin, nasıl olduğun, sevgilin, saçının rengi, zart zurt gibi bir kategoride koşmak ve yarışmak istemiyorum. Kendimi öyle sunmak istemiyorurn. Televizyondan hoşlanmıyorum zaten. Türkiye'deki bütün programlarının hiç düşünülmeden, üzerinde kurgu yapılmadan, sadece saat doldurmaya yönelik bir haragüre içinde yapıldığı kanısındayım. Televizyoncuların müzikten anlamadığını da iddia ediyorum. Bunların müzik seçiciliği de yok. Ama herkesin dinlediğini etkileyebiliyorlar. Bu hak bana tuhaf geliyor. Ancak, aptal da değilim. Bir yeni ürün çıkardığın zaman hiç olmazsa seninle ilgilenen insanlara bir şekilde duyurmak lazım. 0 yüzden arada bir televizyonu kullanıyorum, ama biraz seçmek istiyorum. Albümün kapağını bile beğendiğim amatör zevkleri, belli sanat kaygıları olan ve gönülden bir şeyler yapmak isteyen insanlarla yapıyorum. 0 piyasanın şablon grafikerleri çizmiyor mesela benim albüm kapaklarımı. Unkapanı'nda kaset kapağına Erol Atar'ın çektiği kravatlı bir tane resim konur, belirli harflerle yazılar yazılır. 0 şablonun dışında olduğumu her halimle anlatmam lazım. Resmim olur veya olmaz, ama ilk planda suratımın ne olduğunu dinleyiciye anlatmak zorunda degilim.

Klip düşünüyor musunuz?

Aslında bir yıldır düşünüyorum. Müziğin görüntüleşmesi gibi bir hastalık süreci yaşıyor şu anda Türkiye. Dünya da bunu yaşıyor. Bu benim için de bir mecburiyet olmaya başlıyor. Bundan son derece rahatsızım. Yani bir klibim yapılacak da, bazı insanlar tarafından klip güzel olduğu oranda o şarkı beğenilecekse, içine tüküreyim ben öyle işin. 0 başka bir iş, benim müziğim başka bir iş. Ama bir albümün promosyon faaliyetleri içinde artık ne yazık ki görüntüsel medya da var. Klip yapacağız, ama genç mankenlerin ortalıkta dolaştığı bir klip olmayacak... Her şeyin şablonlaşması beni deli ediyor. Başka türlü bir şey olacak, mutlaka bizim gibi amatör kılıklı insanlar çekecek filmi. Benim albümlerim 20 bin filan gibi satıyor. Hedef de bu rakamı yakalamak.

20 bin kişi çok az değil mi?

Hiç kimse hiçbir şeye sahip çıkmıyor Türkiye'de. Türkiye'de, sayısını bilmiyorum ama, inanılmaz sayıda üniversite mezunu var, belli bir entellektüel kesim var. Bu kesimin popüler müzik ihtiyacının "şıkıdım şıkıdım"la kısıtlı kalması kadar acı bir şey olamaz. "Şıkıdım" olmasın demiyorum, ama 15-16 yaşındaki insan dinler bunları. Ondan sonra da normal olarak onun ruhsal dünyası, onun entellekt dünyası başka şeyler talep edecektir. Ve onların karşılığını bulması, edinmesi lazım. Bizde 40 yaşındaki insanlar da "şıkıdım şıkıdım" dinliyor.

Üstelik bu durum Türk popunun övünç kaynağı. Pop müzik Türkiye'de bir aile müziği haline geldi...

Evet... Bu benim için çok acıklı bir durum. İnsanlar kendi ihtiyaçlarını hissetmiyorar. 40 yaşındaki bir kadının ya da erkeğin kendi ruhsal ihtiyacına cevap verebilecek bir müziğin "şıkıdım" olması, olacak iş değil. Eğer müzik ihtiyacı buysa, resim ihtiyacı da, edebiyat ihtiyacı da buna benzer bir şeydir. Son derece tehlikeli bir durum. Beni yaşatan insanlar o nedenle çok az. Tahminlerden de az. Sırf bizim apartmanın bulunduğu caddede yaşayanlarla, benim albümün Türkiye'deki alıcılarının sayısının eşit olduğunu düşünürsen, durumun ne kadar dramatik olduğunu anlarsın.

Hiç olumlu özellikler yok mu Türk popunda?

Yapılan hiçbir şey heyecanlandırmıyor beni açıkçası. Biraz heyecanlanmak istiyorum, bu kadar adam var... Herkes bok atıyor, ben de bok atıyorum, bana da hiçbir şey ifade etmiyor ama müziğin güncel tutulması bir anlamda hepimizin yararına. Müzik pazarının giderek daha profesyonelleşmesi, kendi iç teknolojisini geliştirmesi, kendi nitelikli adamlarını gerektiği yerlere getirmesi... Bunların, sonuçta bütün müzisyenlere yararı var. Pazarın canlı tutulması müzikle uğraşan herkese yarar getirecek. Marksist bir söylem vardır, "nicelik, niteliği doğurur" diye. Bunun böyle olduğuna inanmak lazım. Ama bu ters de tepebiliyor. Mesela televizyonlarda ters tepti. TV'nin devlet tekelinden çıkmasına acayip sevinmiştim. Çünkü bir sürü kanal olacak, aralarında bir yanşma olacak ve o sayı belli bir niteliği de getirecek diye düşünüyordum. Tam tersi çıktı. Her şey daha fazla şablonlaştı, eğlence türü tekleşti... Bu yılbaşında evdeydim ben, eşimle beraber masa kurduk. Ne yapacağız? Televizyona bakınacağız... Bir saat filan baktım televizyona. Hiçbir kanalda değişik bir eğlence anlayışı göremedim. Eğer eğlence anlayışımız bu kadar üniformize edilmişse, hass..tir yaa! En sonunda sesini kapattım. Radyo dinleyelim dedim. Ulan radyoda da techno, techno, techno, hay ağzına sıçayım, başka bir şey yok. Ondan da vazgeçtim. Sonunda kendi eski plaklarımızı çıkarıp kendimizi eğlendirdik. Alan Parsons dinledik, vay be, on yıl önce neler dinlemişiz dedik, öyle eğlendik. Sonra gecenin 2'sinde, o küfür ettiğimiz TRT'de, TRT 3'te, Bob Dylan'ın olduğu bir Japonya konserini yakaladım, "oh be" dedim hiç olmazsa.

Sizin şarkılarınızda "deniz"in de önemli bir yeri var.. Son albümünüzde "Dalyan" var, daha önceleri de "Bozburun", "Kaptan"...

Yılın yarısını deniz kıyısında bir köyde geçiriyorum. Marmaris, Bozburun'da. Denizle haşır neşir olmam son yıllarımda arttı. Denizde meditatif bir hava var bana göre. Altı saat boyunca denize bakabilirim mesela. Denizin kendine özgü bir yaşam biçimi olduğunu yavaş yavaş hissetmeye başladım... Benim şarkılarımın hep bir özel nedeni vardır. "Kaptan"ı, Bozburun'daki iki arkadaşım için yazdım. Oradan gitmek, denize çıkmak istiyorlardı, gidemiyorlardı. Her şeylerini ona endekslemişler, ama çeşitli engeller var... Onlar için yazılmış bir şarkıdır. "Dalyan Deltası"nın hikayesi de ilginç. İlk gördüğümde çarpıldım Dalyan'a. Yolunu bulamama hissi var ya, onu yaşıyorsun Dalyan'da. Yaşama benziyor, her tarafı düğüm gibi... Benim doğa şarkılarımda da mutlaka insan vardır, yaşam vardır. Dalyan'da denizi üç adım ötende görebiliyorsun, ama iki saatte gidemeyebilirsin, kaybolabilirsin. Bu kurgu beni çarptı.

Son albümdeki "Yolculuk" da denizi mi anlatıyor?

Hayır... İki arkadaşım için yazdım o şarkıyı. İki çocuklarını kaybettiler. "Her gün bir parçamız kopar yolculuk boyunca / ama sizinki en büyük" sözleri o yüzden. Çocuk kaybetme acısının çok büyük olduğunu hissedebiliyorum. Benim de bir çocuğum var. Ağıtsal bir şarkıdır "Yolculuk".

Fakat hem "Kaptan"da, hem de "Yolculuk"ta "ben" söylemi var. Birinci tekil şahıs yazılmış şarkılar... Dinleyince kendinizden bahsettiğiniz sanılıyor...

Şarkının büyüsü de o değil mi? Ben hep özel bir nedenden yola çıkarım, ama şarkı kendi içinde yaratıldığı için, o neden kaybolur. Ne amaçla yazdığın küt küt belli olan şarkılar yazmam, şarkının özel nedenini gizlerirn. Bir özel nedeni ne kadar genelleştirebilirsem, o kadar başarılı oluyorum açıkçası.

Bir de başkalarının hikayesini anlattığınız şarkılarınız vardı... "Şık Latife", "Arada Sırada Düşünür" gibileri... Artık böyle şarkılar yazmıyor musunuz?

"Arada Sırada Düşünür" bendim aslında. Kendi kendime yapılmış bir eleştiridir o şarkı. Ben o şarkıyı yazdığımda mühendislik yapıyordum, turşu gibi eve geliyordum, deliler gibi çalışıyordum ve gerçekten düşünmüyordum. Düşünmeye vaktim yoktu. Tuhaf bir yaşam sürüyordum. Sabah kalk 6'da, işe git, çalış, akşam 6'da dön, yemek ye, televizyona bak, yat... Sağa sola bok atılmış gibi gelebilir ama, kendime söylüyordum o lafları. Gerçi o şarkıdaki gibi kuponlu gazete almıyordum ama farketmez, alabilirdim de. Ben kendimle alay etmekten hiçbir zaman korkmadım. Şarkılarımda kendimi ortaya koymaktan, düşüncemi ortaya koymaktan hiç korkmadım. Bunu bir peygamber edasıyla da söylemedim. İnsanlara öğüt verip de "öyle yapmayın çocuklar, bu kötü, gelin şöyle yapalım" demedim. Ama kafamdakileri söyledim. Ben eğitmen değilim, insanları eğitmek için şarkı yazmadım hiçbir zaman. Ya da yazmadığımı düşünüyorum. Belki de yazmışımdır. "Benimle Oynar mısın" albümünü geçmiş yıllarda eleştiren insanlar hep didaktik olduğunu söylerlerdi. Bilmiyorum, belki de öyledir.

"Şık Latife"?

"Şık Latife", türünün ilk örneklerinden biri... Gerçi "şık Latifeler" hep hayatımızda vardı. Kendimiz bile bazen bir "şık Latife" haline gelebiliriz. Yıllar sonra "Şık Latife"yi hangi etkiler altında yazdığımı düşünürken, bir şarkı buldum geçmişimde. Ondan çok etkilendiğimi hissettim. "Where do you go my love..." diye bir şarkı. Kim söylüyordu hatırlamıyorum. Üçüncü şahıslara yazılmış şarkılarım vardı eskiden. Yeni şarkılarım arasında neden böyleleri yok, bilmiyorum. Doğrusu hiç düşünmemiştim bunu. Ama yazabilirim de. Sonuçta şarkı yazmak, yaşadığım şeylerin posasını çıkarmak gibi bir şey. Dışandan etkileşimler alıyorsun, sağdan soldan, her şeyden izlenimler alıyorsun, düşünüyorsun, sonra doğuruyorsun. Ne yaşıyorsam o sıralarda, şarkılarım da onlarla ilgili.

Son albümünüzle ilk albümünüz arasında ne gibi farklar var sizce?

Bu da böyle bir müzikal deney. İçinde teknoloji olan, sözlerinde genel Ortaçgil şarkılarına göre belki de daha az imaj olan bir albüm bu. Dikkatimi şu çekti: Eskiden daha öz, daha kısa, daha başka imajları olan şarkı sözlerim ağırlıktaydı. Şimdi o kadar imajinatif değil gibi geliyor bana, bu albümdeki sözler... Ben ki bu toplumda zengin olmuş ve hayatını garanti altına almış bir adam değilim, ama bu deneyi yapmakta sakınca görmedim. Kimisi diyor ki, "standart Ortaçgil sound'u bu değil". Olabilir, bir şey demiyorum. Bir tek "Benimle Oynar mısın" var herkesin bildiği, herkes o tarz şarkı istiyor benden. Hâlâ "Benimle Oynar mısın"... Be birader, yirmi yıl geçti aradan, ben hâlâ o espriyle müzik yapamam ki! Ama bana sorarsan yeni albümdeki "Çiçekler", "Benimle Oynar mısın" kılığında bir şarkıdır.

Son albümde birçok parçada rock sound'u dikkat çekiyor.

Genç insanlarla birlikte çalıyorum. Serdar Ateşer, Akın Eldes... Onların kafalarındaki sound, bir şekilde rock unsurları taşıyor. Rock da sonuçta kentin müziği. Her zaman rock'un karşıt olduğu, benim de bir takım şeylere karşıt olduğum düşüncesiyle, bir paralellik kurmak mümkün. Bana çok yabancı olan bir müzik türü değil. Gerçi rock'un sonradan aldığı ticari dallanmalara pek aklım ermiyor. Thrash'le bilmemne arasındaki farkı bilmiyorum bile. Led Zeppelin sound'u gençliğimde çok önemliydi mesela.

Kimlerden etkilendiniz geçmişte?

Bizlere alaylı müzikçiler diyebilirsin. Dolayısıyla bu tarz müzisyenlerin ilk çıkış noktaları tamamen taklittir. Ben de taklit ederek başladım bu işe. Beatles benim hayatımda çok önemli bir yer tutuyor. Onlarla büyüdüm, onların şarkılarını çaldım. Ben de bir şeyler söyleyebilirim diyerek denemelere giriştim sonunda. Kendi müziğimi yapmaya başladıktan sonra, hiçbir zaman başka bir şarkı çalmadım.

Şimdi kimleri dinliyorsunuz?

Kadın şarkı yapımcılarını dinliyorum son zamanlarda. Suzanne Vega, K.D.Lang... Julia Fordham'ın son şarkıları güzel değil, ama ilk albümleri iyiydi. Erkek şarkı yazarları deflasyonu var şimdi galiba. İlk çıkışlar, Bob Dylan, Cat Stevens'larla olmuştu, o zaman da pek kadın yoktu... Ayrıca, caz da seviyorum. Etnik cazı, enstrümancı insanları, Garbarek'i, Pat Metheny'yi severek dinliyorum. Bazı müzikler var ki, ne olursa olsun; nereden gelirse gelsin, insanı zaten çarpıyor. Piazzola'yı dinleyip de etkilenmemek mümkün değil bir insan için. Öncelerde klasik müzik daha fazla dinlerdim. Mesela Stravinski, Debussy, Bach dinlemekten her zaman zevk alırım. Bir Aşık Veysel'i dinlediğim zaman hâlâ etkileniyorum. Adamın sözlerindeki ermişliği anladığım zaman çarpılıyorum resmen. Neyzenlerimizi, Talip Özkan'ın bağlamasını dinlediğim zaman da etkileniyorum. "Kardeşim, caz en iyi müziktir", "kargadan başka kuş tanımam" gibi tekelci tavırlarla alakam yok.

Sizi en çok kimler dinliyor?

Beni dinleyenler, genç insanlar. Kimisi "Benimle Oynar mısın"ı yaptığımda belki doğmamıştı bile. Bu çok enteresan ve önemli. Türkiye'de şablon müziğin dışında müzik yapan kimler var diye merak edip bir yerlerden beni buluyorlar. Bildiğimiz görsel işitsel medyanın dışında da bir iletişim ağı var Türkiye'de. Benim hareket eden bir kitlem var. Ortayaşlılar arasında, benim "Benimle Oynar mısın"da kaldığımı tahmin eden insanlar var. Bunlar adımı biliyor, bazen özel olarak beni dinlemeye geliyor, ama yaptığım şarkıları takip etmiyorlar. 0 zamandan beri sanki hiçbir şey yapmamışım gibi düşünüyorlar.

"Benimle Oynar mısın"la tanıyanlar çoğunlukta olsa da, Fikret Kızılok'lu döneminizden tanıyanlar da var sizi.

Tabii... Fikret, yirmi-otuz yıl öncesinde Türkiye'nin pop starı bir adam. Herkesin bildiği, tanıdığı bir isim.

Kızılok'la tekrar birlikte çalışmayı düşünmüyor musunuz?

Düşünmüyorum, hayır. Fikret hakkında fazla konuşmak da istemiyorum açıkçası. Onu biraz zamana bırakıyorum. Sizin dergideki Fikret söyleşisinde benimle ilgili bir bölüm vardı. "Entellektüel" şarkısını yapmış, ben söylemek istemişim. ''oğlum, daha bitmedi şarkı" demiş... Böyle söylüyor... Bakın "Pencere Önü Çiçeği" kasetinin kapağında, ikimizin ismi var. Söz kimin, müzik kimin, belirtilmemiş özellikle. Ondan sonraki bir çalışmada yine "Entellektüel"i söyledi, altına Fikret Kızılok imzasını attı. Onun mantığına göre bu şarkıda hiçbir katkım yok. Üç tane laf değiştirdi diye mi kendi imzasını atıyor? Ortak yapılan çalışmalarda, kimin neye, ne kadar bulaştığının bir ölçüsü yok tabii ki. Fikret'in tavrı doğru bir tavır değil.

Bundan evvelki albümleriniz de 1991'de eşzamanlı çıktı. Şimdi de şubatta Fikret Kızılok yeni bir albüm yayınlayacak. Sizi bir ikili olarak tanıyanlar, ayrılmış olsanız dahi yeni albümleri aynı tarihlerde alabilecekler. Böyle bir tesadüf var...

Demek ki şarkı yazma ve kaydetme intervalimiz biraz benziyor. Fikret'le çok seyrek görüşüyorum. Çok zeki, çok yetenekli bir adamdır. Tabii ki güzel şeyler yapsın. Ama o düdük sesli "Olmuyo Olmuyo" gibi şeyler yapmasın.

0 albümünden kendisi de memnun değil...

Nasıl memnun olabilir ki, Japon düdük sesleriyle donanmış bir albümden?..

Yeni albümünüzdeki bir şarkınızda "Gemiler yürümüyor kaptan, köşeler bizi bekler / Neden Mazhar?" diyorsunuz. Bu Mazhar, hangi Mazhar?

Bizim Mazhar Alanson... Mazhar benim liseden sınıf arkadaşım. Onunla ilk gruplarımızı kurup sidik yanştırmıştık eskiden. Sevdiğim, çok yetenekli biridir. 0 şarkıyı yazdığım sırada, bunların Köşe Dönmece diye bir programları vardı Show TV'de. Hiç yakıştıramamıştım bu işleri onlara. Herkes için hafifletici sebepler var hayatta, hepimiz para kazanmak zorundayız. Para kazanmak için kılıktan kılığa girenler var, az kılık değiştirenler var; ama Mazharlar bence bir topluluk olarak Türk popüler müziğinin bir köşesine otumuş insanlar. Dünya seviyesinde vokal yapan insanlar. Çok başarılı şarkıları var. Çok sevdiğim, yaşatılması gereken bir grup... Onları, Köşe Dönmece programında görmek hiç hoşuma gitmemişti doğrusu. Zaman zaman çok saçma sapan şeyler de yaptılar. Dinleyici yaş oranını çok düşürdüler. Hataydı. Ama, hâlâ her albümlerinde, bana "helâl olsun Mazhar" dedirten bir şarkı vardır mutlaka.

Müziklerindeki değişim, Mazhar Fuat Özkan'dan MFÖ'ye geçişten kaynaklanıyor galiba. Kimse onlara Mazhar Fuat Özkan demiyor artık...

Hayatımız her şeyi kodlamakla geçiyor zaten. Bir anda öyle oldu. Hakikaten de doğru, MFÖ diyorlar değil mi?.. DNA gibi bir şey.

Yine Türkiye'deki müzik ortamına dönelim isterseniz...

Bugün hayatımıza inanılmaz şekilde girmiş durumda müzik. Her şey müziğin yanında veriliyor. Sinemada öyle, TV'de öyle, reklamda öyle, Aygaz'a baksana... Arabada bir yere giderken bile, zorundaymışız gibi müzik dinliyoruz... Alakasız yerlerde fonda müzik çalıyor. İnsanlar nasıl denizin kirliliğinden, çevre kirliliğinden şikayet ediyor, ben de bu ses kirliliğinden şikayet ediyorum artık. Müzik öyle bir şey değildir ki! Ben müzik dinlediğim zaman başka hiçbir şey yapmam. Sadece müzik dinlerim. Açarırn ve dinlerim. Dinlemek de faaliyet gerektiren bir şey. Müziği çok kolay tüketilen bir hale dönüştürüyoruz. İnsanlarda bir dinleme terbiyesi de oluşamıyor. Türkiye müzik piyasasında "canlı çalma" konusunda da bir eksiklik var. Müzik, çaldığın zaman varolan bir şey. Çalınmayan şey müzik değildir ki! Konserler bile play-back. Her şeyin play-back olduğu bir dünya bu...

Türk popunun bugünüyle eski yıllarını karşılaştırabilir misiniz?

Eskiden müzik piyasasında kişiliğini koymuş, yaptığı müziğe damga atmış insanlar vardı. Bu 80 sonrasının insan değişiminden sonra böyle oldu. Yani, sev ya da sevme, çok çeşitli nitelikte müzik yapan insanlar vardı. Ve her birinin de kendisine ait bir kitlesi vardı. Ajda Pekkan ekolü vardı, Sezen Aksu ekolü vardı, Nilüfer vardı. Ama onun yanısıra Moğollar vardı, Cem Karaca, Timur Selçuk, Edip Akbayram vardı. Bunların her birinin kişilik farklılıkları vardı. Bunu hissedebiliyordun. Şimdi o kadar büyük bir üniformite var ki her şey de, toplum bunu istiyor herhalde: Her şey aynı olsun. Aynılaşsın. Ben ayırt edemiyorum şimdiki şarkıları, kimin söylediğini bana asla bulduramazsın. Toplumun hayal gücü de acayip kısıtlandı. Beğenisi de acayip tekdüze hale dönüştü. Bu aynılık iğrenç bir şey. Herkes aynı şeyi yapmak istiyor. Yeni çıkan insan da, onlara benzer bir şey yapmak istiyor. Güzel şarkı yok mu? Vardır, başka mesele. Ama bir kişilik yok ortada. Sezen Aksu, bundan on sene evvel epey eleştirilen bir kadındı. Bugün bu tarz yeni popçulann arasında tanrıça filan Sezen. Kendi sözünü yazıyor, kendi müziğini düşünüyor ve yalan da söylemiyor. Ne hissediyorsa onu yazıyor. Ve ortalıkta ondan etkilenmiş 500 tane küçük Sezen dolaşıyor.

"İnsanın dışındakiler ilgimizi çeker / Oysa içimize inenler pek az" dizeleri, biraz da bu anlattıklarınızı tamamlıyor galiba...

İşin cilası bol hepimizde. Artık fıstık gibi giyiniyoruz, markalı bilmemnelerimiz var, arabalarımız güzel, konfor peşindeyiz, paramız olunca kendimizi oyalayacak alet edevatlar alıyoruz. Ama direkt yüreğimize dokunduran insanlar yok. Ya da yüreğimiz kapalı.

-derya