Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!

          makale

 

 

YARARSIZ BİR DENEYİM

                                                                                                                                                                                                                                                                         Dökülmüş bir sütün ardından         

                                                                                                                                       Boş yere dövünmeyin , çünkü

          Rudolf  Clausius ve Termodinamiğin İkinci Yasası   :                                  Evrenin tüm kuvvetleri

                                S > 0                                                                                               Sütü dökmeyi aklına koymuştu bir kez  

                                                                                                                                                          Somerset Maughan

 

   26 Ağustos 1883 ‘de dünyanın dört bir yanındaki insanların ömürleri boyunca daima hatırlayacakları bir yanardağ patlaması meydana gelmişti. Tablo güzelliğinde bir Endonezya adası olan Krakatoa ‘ da 36.000 kişinin ölümüne yol açan ve dünyayı saran havayı kontrolsüz bir biçimde titreten bir patlamaydı bu .

   Patlama atmosferin üst katmanlarına doğru o kadar çok gaz ve toz püskürtmüştü ki ,bunlar Güneş’i örterek yeşilimsi-mavi bir görünüm almasına neden olmuştu . Bunun sonucunda patlamayı izleyen üç yıl boyunca , çok uzaklardaki Avrupa’da bile sıcaklıklar yaklaşık yüzde on düşmüş ve yaz aylarında sonbahar serinliği hakim olmuştu.

   Almanya’nın Bonn kentinde, altmış bir yaşındaki Rudolf Clausius , Krakatoa’daki patlama sonrasında ortaya çıkan bu etkilere çok şaşırmıştı . Bunların , Evrenin kaderindeki en son durgunluk noktasına doğru , tıpkı iri bir kaya parçasının dik bir dağ yamacından aşağı doğru yuvarlanması ya da şair John Keats’in anlatımıyla “bir çiy damlasının bir ağacın tepesinden aşağı doğru tehlikeli yolculuğu” gibi yuvarlanıp gittiğinin göstergesi olduğunu düşünüyordu.

   Diğer bütün doğal felaketler gibi, bir yanardağ da, büyük bir makineden başka bir şey değildi. Gücünü , yer altındaki erimiş kaya havuzundan gelen ısıdan alıyordu. Bir buharlı makine için kazan veya sıcakkanlı bir hayvan için metabolizma işlemleri neyse, bir yanardağ içinde magma odası adı verilen erimiş kaya havuzu oydu.       

   Bir yanardağın ürettiği güç korkunçtu. Bir insan vücudu yarım beygirgücünden daha fazlasını üretemezken ve normal büyüklükteki bir buharlı makine ancak yüzlerce beygirgücü üretebilirken, Krakatoa’daki gümbürtülü püskürtme 30 milyardan daha fazla beygirgücü üretmişti, 20milyar metre küp hacmindeki kül ve kaya parçasını yukarı doğru 30 kilometre kadar fırlatmış, okyanus yüzeyinde yüksekliği 15 metreyi bulan dalgalar yaratmış ve 36.000 insanın hayatını söndürmüştü !

   Krakatoa’nın başka etkileri  de vardı : Yeraltındaki ısı enerjisi kaynağının bir kısmı büyük bir gürültü , yani akustik enerji üretimine harcanmıştı .Bir kısmı ise parlak bir ışığa, ışık enerjisine dönüşmüştü. Geri kalan kısmı ise boşa harcanmıştı :Isı, küçük bir cenneti andıran Krakatoa  adasının nispeten daha soğuk olan tropikal havasına doğru akmıştı. 

   Clausius’un eski muhasebe sistemine göre, Krakatoa’nın felakete yol açan etkilerinden bir kısmı pozitif entropi diğer bir kısmı ise negatif entropi değişikliklerine karşılık geliyordu. Ancak bütün bunlar sonuçta Evrenin genel entropisini arttıracak şekilde bir araya toplanmıştı.

   Aristokrat görünümlü yaşlı profesör, beyaz saçlı başını hayretle salladı : Bir anlık patlamayla, kozmik kumarhanede 36.000 insan ve bir yanardağ herşeyini yitirmişti . Ortada ne kadar paranın döndüğünü hesaplamak bayağı bir uğraş gerektirecekti, ama bu kez son sözü Entropinin Korunmaması Yasası söylüyordu. Evren Krakatoa feleketinden karlı çıkmıştı.

   Entropinin Evren üzerindeki yaşlandırıcı etkilerine ilişkin bu ürpertici düşünce Clausius’un 15 yıl önce yaptığı keşfinin bir sonucuydu. Ancak, patlamadan  yalnızca altı yıl önce , 1877’de Ludwig Boltzmann adındaki Avusturyalı bir fizikçi, aynı şeyi ifade etmenin farklı bir yolu olduğunu sezinlemişti.

   Entropinin düzensizliğin bir ölçüsü olduğunu matematiksel olarak kanıtlayan Boltzmann, Clausius’un Entropinin Korunmaması Yasasının Evrenin sakinleşmesinin yanı sıra daha kaotik bir hale dönüşmesi anlamına geldiği sonucuna varmıştı.

   Doğal olarak buda, Evrenin başlangıçta çok gergin ve çok iyi düzenlenmiş olması gerektiği anlamına geliyordu ; sanki milyarlarca yıl önce, Bir Şey yada Birisi mükemmel işleyen zemberekli bir saat yapmış ve onu hiç aksamayacak bir şekilde kurup bırakmıştı. Evren şu anda tıpkı bu saat gibi , ağır ağır boşalma, gevşeme ve parçalanma sürecini yaşıyordu.

   Evren, bugünde hala oldukça iyi düzenlenmiş durumdaydı ve bütün parçaları bilimsel bir hassaslıkla çalışıyordu. İyi belirlenmiş sıcak ve soğuk bölgeler vardı ; iyi belirlenmiş amaçlara hizmet edecek olan iyi düzenlenmiş mekanik enerji üreten, yine iyi belirlenmiş ve tasarlanmış makineler vardı.

   Ancak zaman geçtikçe Evren bütün bu seçkin özelliklerini yitiriyordu : Sıcak ve soğuk bölgeler birbirine karışıyor, güç kaynağı tükenen makineler çürüyüp toprağa karışıyordu. Katı toprağın kendisi bile aşama aşama ayrışıyor ve sonunda her şey tanımlanamayan, karmakarışık ve ılık bir gaz haline dönüşüyordu .

   Boltzmann’ın entropiye ilişkin bu kaotik yorumu, entropinin korkutuculuğunu , anlaşılmaz acımasızlığını biraz daha arttırmıştır. Clausius’un Entropinin Korunmaması Yasası’nın, Evrenin yaşama ve yaşamla ilgili davranışlara saldırarak hayatta kaldığı anlamına geldiği artık daha da açık bir şekilde kendini gösteriyordu. Evren öldürme ve yıkma eğilimine sahipti.

   Hayatın yaratılması doğal olmayan bir şeydi, doğal düzensizliğin geçici olarak bozulmasıydı . Kısacası hayat doğanın yasalarını hiçe sayıyordu.! Öyleyse, entropi yasasının bu açık seçik ihlali nasıl mümkün olabilirdi ? Yaşamın tam karşısında yer alan bir yasayla yönetilen bir Evrende, yaşam nasıl oluşabilmişti ?

   Clausius bunun yanıtını artık biliyordu : Bütün doğal olmayan davranışlarda olduğu gibi yaşam da, doğal davranışlarla ilgili yasaları tersine çevirebilecek güçte zorlayıcı etkileri olan bir tür makinenin ürünüydü, tıpkı bir buzdolabının ısının soğuktan sıcağa doğru akmasını sağlamasında olduğu gibi. Tabii ki yaşam makinesi, Her Ne ise yada Her Kim ise, bir sırdı. Ama onunla ilgili kesin olan tek bir şey vardı : Kaçınılmaz bir biçimde makineler bazıları pozitif bazılar da negatif olmak üzere entropi değişiklilerini içeriyordu.

   Yeni doğan bir bebek, makinenin negatif entropi değişikliklerinin en büyüğüne karşılık geliyordu : Yani bir kadının yumurtasıyla bir erkeğin sperminin birleşmesiyle ortaya çıkan biyolojik kimyasal maddelerin yarattığı kaos , nihayetinde çok iyi düzenlenmiş bir organizmaya dönüşüyor ve böylece Evrenin düzensizliği azalıyordu. Bu yüzden de, yaşam  kozmik kumarhane için büyük bir kaybı, yararsız bir deneyimi simgeliyordu.

   Ancak Clausius’un acımasız entropi yasasına göre , yaşam makinesinin ürettiği yararlı negatif  entropi değişikliklerinin miktarı ,savurgan pozitif entropi değişikliklerinin daima gerisinde kalmalıydı. Bir başka deyişle , bilimsel açıdan söylemek gerekirse, yaratılan belli miktardaki yaşama kaçınılmaz daha büyük bir miktarda ölüm eşlik ediyordu.

   Clausius bütün bunların ne anlama geldiğini çok iyi biliyor ve hissediyordu. Kendisi ve sevgili eşi Adie yaşam makineleriydi :Birlikte iki erkek ve dört kız çocuğuna hayat vermişler , ama karşılığında da ölümcül bir bedel ödemişlerdi.

  Clausius 1875’te bir eş yitirmiş,ve bir kız çocuk sahibi olmuştu ; izleyen yıllarda bu çocuk çok güzel bir şekilde büyütüldü. Ancak bunun karşılığının çok ağır olduğunu düşünüyordu yaşlı adam. Tıpkı daha önce yetim erkek ve kız kardeşlerini yetiştirirken olduğu gibi, kendi çocuklarını yetiştirmekten büyük bir zevk almıştı. Çocuklarından büyük bir sevgi ve dostluk görmesine karşın , yinede içinde bir parçası asla teselli edilemiyordu. Bu parça sanki eski eşi Adie ile  birlikte ölmüş , bir daha  geri dönülmez bir biçimde kozmik kumarhanede yitirilmişti .

   Clausius, günlük yaşam mücadelemizde ,Ölüm kuvvetlerinin sonuçta Yaşam kuvvetlerinden daha güçlü olduğunu keşfetmişti. Kendisi hala yaşıyordu ama acı verici bir kayıp karşısında ayakta kalmaya çalışması gerekmişti. Acımasız entropi yasasında yara almıştı ; bu takastan sadece Evren kârlı çıkmıştı .

   1886’da Clausius yeniden evlenmişti. Elinin tersiyle göz yaşlarını silen profesör bunun belki de, yitirdiği ilk aşkı, gençliği ve güzünü telafi etmek için yaptığı cılız bir girişim, entropi yasasını bir çiğneme çabası olduğunu düşünüyordu.

   Kalbinin ve aklının derinliklerinde Clausius, böylesi bir meydan okumanın boşa çabalamak olduğunun bilincindeydi . Entropinin Korunmaması Yasası hayatın ileriye doğru ,doğumdan ölüme doğru yaşanmasını gerektiriyordu .Avusturyalı psikiyatrist Sigmund Freud bunu şu sözlerle dile getirecekti : “Bütün hayatın amacı ölümdür .”

   Bunun tersini arzulamak, Evrenin entropisinin zamanla azalmasın arzulamak demekti ki , böyle bir şey imkânsızdı. Bu, sonbaharda yaprakların ağaçlardan düşer düşmez düzgün yığınlar halinde kendiliğinden toparlanmalarını beklemek yada suyun ısıtılınca donmasını umut etmek gibi bir şeydi.

   Clausius için hayatın sonu artık yaklaşmıştı. Doktorlar, vücudunun B vitaminini emme kabiliyetini yitirmesinin tehlikeli bir kansızlığa sebep olduğunu söylüyorlardı. Vücut ateşi , deyim yerindeyse, oksijensizlikten sönmek üzereydi.

   1888 yazına gelindiğinde, Clausius’un hastalığı beyninde ve omuriliğinde düzeltilmez değişikliklere yol açmıştı : Artık bazı şeyleri hatırlayamıyor ve yürümede zorluk çekiyordu. 24 Ağustos’ta çok sevdiği ailesi ve birkaç yakın arkadaşı yanıbaşında olduğu halde hayata gözlerini yumdu. Artık bu kibar ve zeki makine susmuş ve obur Evren ise, bir bütün olarak, bu ölümden kârlı çıkmıştı...     

Michael GUILLEN

Dünyayı Değiştiren Beş Denklem