Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!
Ana Sayfa

Başarı Öyküleri : Prof. Dr. Asım Tanış

Bu yazılanlar beyin göçünü beyin gücüne dönüştüren değerli bir bilim insanının yaşam öyküsünü anlatır.

Bu arada 2001 yılından başlayarak düzenlenen ve gelenekselleştirilmeye çalışılan 'Tyana Kültür ve Turizm Festivali'ne destek oldu. Özellikle Kemerhisar'ın yaşanmış ve yaşanmakta olan kültürü ile ilgili çalışmaları festivallere renk kattı. 'Tyana Kültür ve Turizm Vakfı'nın kuruluşunda maddi destekte bulundu.

Sonuç olarak ortaya güzel bir çalışma ve tarihle ilgili kent kültürü ile ilgili güzel bilgiler çıktı. Yeni istihdam alanları çıktı. Ve Kemerhisar adım adım turizme hazırlanıyor. Ekonomisinde kıpırdanmalar ortaya çıkıyor. Ev pansiyonculuğu tartışılmaya başlanıyor. Üretimde 'organik tarım' tartışılıyor. Ev şarapçılığının geliştirilmesine ve bağların modern yöntemlerle geliştirilmesine çalışılıyor.

Prof.Dr.Asım Tanış, doğup büyüdüğü, ama kendisini yetiştirmek ve topluma yararını arttırmak amacı ile uzaklaştığı yöresine, olgun bir bilim insanı, yorulmak bilmez bir savaşcı olarak döndü. Kemerhisarlıların çağdaşlaşma ve kalkınma çabalarına yeni boyutlar kazandırdı ve büyük destek verdi. Böyle beyin göçüne can kurban... Çünkü o kök ülkesine tüm kazandıkları ile birlikte döndü. Beyin göçünü beyin gücüne çeviren bir örnek o... Daha nice insanlarımız var yurt dışına göç etmiş; her biri bu örnekolayda olduğu gibi davransa Türkiye'nin çağdaşlaşma uğraşının ve görünümünün nerelere geleceğini bir hayal edelim.

Haydi dağkeçileri işbaşına; kök-ülkeniz sizin de katkılarınızı bekliyor. Sonuç olarak ortaya güzel bir çalışma ve tarihle ilgili kent kültürü ile ilgili güzel bilgiler çıktı. Yeni istihdam alanları çıktı. Ve Kemerhisar adım adım turizme hazırlanıyor. Ekonomisinde kıpırdanmalar ortaya çıkıyor. Ev pansiyonculuğu tartışılmaya başlanıyor. Üretimde 'organik tarım' tartışılıyor. Ev şarapçılığının geliştirilmesine ve bağların modern yöntemlerle geliştirilmesine çalışılıyor.

Ana Sayfa

Verdiğim bilgiler, sevimli kılmak amacıyla,sona eklediğim ilginç anılar, kendimle, yaşamımla, yaptıklarımla öğünmek için değil, yalnızca, ilgilenenlere, yaşamlarıyla ilgili, görünüşte anlamsız gibi gelecek, oysa gerçekte öyle olmayan, bilgileri, anıları benim gibi derleyip toplayıp ilginç, yararlı duruma getirmelerinde yol gösterici, kılavuz bir örnek olsun diye sunulmuştur.
Önce yaşamöykümle birlikte yaptığım çalışmaları, çıkan yapıtlarımı, üçüncü kişi ağzından, elden geldiğince, kısa biçimde vereceğim.
...
Ardından, yaşamöykümü oluşturan, önemli, ilginç oldukları için, unutamadığım,
unutulmaması da gerekli, kimi olayları ve onlarla ilgili, gözlemlerimi de, yeri geldiğinde verececeğim.
...
Kendimle ilgili bu bölümün son parçasını ise, kendi yaşadığım, birazı 1992'de çıkan fıkra kitabımda yer alan, birazı da önümüzdeki yıllarda çıkacak olan da yer alacak, fıkramsı ilginç anılar oluşturacak.
...

a) Yaşamöyküm. Burada da, 1970'li yıllardan beri yayımladığım yapıtlarda, yıldan yıla, yaşımla birlikte giderek artan yaşamöykümü, bir iki küçük eklemeyle ve ona bağlı olarak da çıkan yapıtlarımı veriyorum:
............
ASIM TANIŞ, 1942'de Kemerhisar'da (eski Tyana'da) doğdu. İlköğrenimini aynı yerde yaptı. Ortaokulu ve son sınıfa dek liseyi, Bor'un pazarı geçtiğinden, Niğde'de okudu. 1960'ta Antalya Lisesi'ni bitirdi. İtalyan Hükümeti'nin üniversite öğrenimi için verdiği dört burstan birini kazanarak İtalya'ya gitti.
Önce Roma'da ve Perugia'da Yabancılar Üniversitesi'nde İtalyanca öğrendi. 1966'da Pavia Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ni bitirdi. 1967-70 yılları arasında, İstanbul'daki İtalyan Kültür Merkezi'nde
"İtalyanca ve Türkçe" öğretti.
1970 sonunda, Venedik Üniversitesi'nde görev alarak, "Yabancı Diller ve Edebiyatlar Fakültesi"nin "Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü"nde, önce "Türk Dili ve Edebiyatı" kürsüsünü,
1983'te de "Türk Dili" kürsüsünü kurdu.
...
27 yıllık öğretimi sırasında 250-300 arasında öğrencisi olmuştur.
...
1 Kasım 1997'de kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. 1982'de "Türk Dil Kurumu"na üye olarak alındı. 1991'de "Dil Derneği"ne üye oldu. Evli olup "İlker, Benek, Damla, Onur" adlarında dört çocuğu, "Berk, Selen, Alper" adlarında
üç torunu vardır.

Çıkan yapıtları: 1. Hollands - Turks Klein Technisch Woordenboek, 1967, s.
216. 2. Herkes için Yapısal Yolla İtalyanca, 1974 (11. baskı: 2004), s.560.
3. Corso di Lingua Turca Moderna, 1975 (2. baskı: 2004), s.550 (İtalya'da
çağdaş Türkçe'yi öğreten tek kitap). 4. İtalyan ozanlarından çeviriler ("Dünya Halk ve Demokrasi Şiirleri" dizisinin 2. eserinde), 1975, s.63. 5. Bulgar ve Arnavut ozanlarından
çeviriler (İtalyanca'dan; aynı dizinin 3. eserinde), 1980,
s.60. 6. İtalyanca-Türkçe Büyük Öğretici Sözlük, 1986 (2 cilt), s.1856 (2. baskı: 2004, s.1400). 7. Giovanni Molino'nun İtalyanca-Türkçe Sözlüğü ve Halk Türkçesi, 1989, s.368. 8. İtalya'dan Eğitici Fıkralar, İlginç Anılar, 1992, s.308. 9. Eğitici Açıdan Doğumdan Ölüme Şiirlerle Yolculuk, 1994, s.519. 10. Türkçe - İtalyanca Küçük Sözlük, 2000 (2. baskı: 2003), s.432. 11. İtalyanca - Türkçe Küçük Sözlük, 2001 (2. baskı: 2003), s.479.
Yaklaşık 1400 sayfayı bulan "Türkçe-İtalyanca Büyük Öğretici Sözlük"ün
dizgisi bitmiş, son düzeltmeleri yapılmakta olup, 2005 içinde çıkması bekleniyor. Ardından, yaklaşık 700-800 sayfalık, orta boy,
sözlükler çıkacaktır.
Bunlardan sonra da, çeşitli nedenlerle geri bırakılmış yapıtları çıkacaktır......
...
Yapıtların arkasında vermediğim, yaşamöykümle ve yazdıklarımla ilgili, önemli saydığım, birkaç ayrıntıyı da, gene, üçüncü kişi ağzından ekliyorum:

1. Üniversiteyi bitirdikten hemen sonra, Hollanda'nın resmi başkenti Amsterdam'daki "Vrije Universiteit" adlı üniversiteden "Türk Dili" bölümünü kurmak için öneri almış ancak, öneren ve bunun gerçekleşmesini isteyen Hollanda'lı öğretim üyesi ağır hastalandığından bu iş orada bitmiştir.
...
2. Türkiye'ye daha yararlı olmak amacıyla ikinci bir fakülte bitirmek için, 1966 sonunda, gene Hollanda'danın başkentindeki bir üniversitede "Hukuk Fakültesi"ne yazılmış, ancak, ekonomik sorunlar nedeniyle, gidememiştir.
...
3.Hollanda'da kendisine iş bulmaya çalışmış. "Ölü yakma derneği" üyelerinin ödentilerini toplama işine bile aday olmuş, ancak
(kendi şakacı anlatışıyla) "ölecekleri güldürüp, erken öldürmez, geç öldürür" gerekçesiyle o işe de alınmamıştır.
...
4. Son olarak, Utrecht Üniversitesi İtalyan Dili ve Edebiyatı Bölümü"nün kitaplığından, yarım gün çalışma koşuluyla, iş önerisi almış. Ne var ki bu kez de, iş açısından değil, başka açıdan çıkan sorunlar nedeniyle 1967 Mart'ında Türkiye'ye dönmek zorunda kalmıştır.
...
5. 1967 Mart-Haziran aylarında "çevirmen olarak", Eskişehir "Gökçekaya"da baraj yapan bir İtalyan firmasında çalışmıştır.
...

6. Temmuz 1967 - Ekim 1970 arasında, İstanbul'daki, "İtalyan Kültür Merkezi"nde, akşamları, "İtalyanca ve Türkçe" öğretirken, sabahları da, önce iki yıl bir İtalyan ilaç firmasında, sonra da bir yıl Pirelli lastik fabrikasında, çevirmen olarak çalışmıştır.
...
7. 1974 yılında epeyce öğretim üyesi ve başka kişilerle, "Türkiye'nin ve Türklerin İtalya'da daha iyi tanıtılmasına büyük katkısı olabilecek", "Venedik-Türk Kültür ve Dostluk Derneği"nin
kurulmasında önayak olmuştur.
Ancak bu dernek, başka nedenlerle birlikte, özellikle, böyle bir fırsatı değerlendiremeyen Türkiye yetkililerinin de ilgisizliği nedeniyle, birkaç yıl sonra kapanmak zorunda kalmıştır.
...

8. 1986-1987 yıllarında iki kez Yugoslavya'ya gitmiş, Makedonya ve Kosova'da yaşayan Türklerin dilleri konusunda araştırma yapmıştır. Bu araştırmayla ilgili olanlar ve başka yazıları Üsküp ve Priştine'de Türkçe çıkan dergi ve gazetelerde yayımlanmıştır.
Topladığı pek çok değerli malzemenin kitap durumuna getirilmesi, 1994 başında üniversitede olan üzücü olaylar nedeniyle geri kalmışsa da ilerde kitap olarak çıkacaktır.
...
Bu arada Yugoslavya'dan Venedik Üniversitesi Türk Dili Bölümü"ne, birer yıllığına, iki "Türkçe" okutmanı getirtmiştir.
...
1989 yılında, Üsküp'teki Türkçe yayımlanan bir gazete ve derginin başyazarını ve 1991 yılında Kosova'nın başkenti Priştine'deki üniversitede Türk Dili ve Edebiyatı öğretim üyesini Venedik Üniversitesi'ne getirterek konferans verdirmiştir.
...
Özellikle Kosova'da yaptığı gezi, araştırma sırasında kendisine söylenen şu sözleri hiç unutmamıştır:
"Sırplar yüzünden atalarımız hiç olmazsa yanlarına bir şeyler alarak Türkiye'ye göç etmişti. Oysa, şimdi, burada Arnavutlar bize "Siz Türk değildiniz, Arnavuttunuz. Sizi Türkleştirdiler. Şimdi yeniden Arnavut olacaksınız!" diyorlar. Bu yüzden de,
"Belki ayakkabılarımızı bile alamadan kaçmak zorunda kalacağız!"
...
9. Üniversitedeki kimi öğretim üyeleriyle, 1970'li yıllardan beri sürüp gelmekle birlikte, 1994 başında patlak veren sevimsiz çatışmalar yüzünden mahkemeye düşmüş, gerçek suçlular yargılanacağına o yargılanmış, 2001
yılına dek 24 duruşma süren davaların her ikisini de, yukarıdan gelen bütün baskılara karşın, tek başına, elindeki, aşağı yukarı, altmış dosyalık,
belgelere dayanarak kazanmıştır.
Kazanmaya kazanmıştır ama bu iş, bir anlamda, Nasreddin Hoca'nın
ayı kuyudan çıkarmasına benzemiştir!
...
Bu olaylar, onu, en azından, üçyüz bin euroyu aşkın maddi zarara uğratmakla kalmamış, ayrıca, onu erken emekliliğini istemek zorunda bırakmış olup şu sırada, suçlu yerlerden ve kişilerden, uğradığı haksızlıkların tazminatını alabilmek için uğraşmaktadır.
...
Bu dava sırasında, onu, çatıştığı kişiler kadar, belki de onlardan daha çok, hakkını savunması için tuttuğu, elli bin euroya yakın para ödemek zorunda kaldığı, kendi avukatları uğraştırmıştır.
2000 yıl öncesinde bile Tyanalı Apollon'un neden avukatlara kızdığını
o zaman daha iyi anlamıştır!
...
Gene bu olaylar pek çok yapıtının çıkmasını en azından
beş altı yıl geciktirmiştir.
...
Bu üzücü olayla ilgili olarak İtalyanca yarı hazır sayılabilecek, yaklaşık 500 sayfalık yapıtı da ilerde çıkacaktır.


...
10. Kıbrıs’la ilgili olarak İtalyan gazetelerine, gazetecilerine yazdığı ve birkaçı bir gazetede yayımlanan yazıları nedeniyle, Kıbrıs Cumhurbaşkanı, sayın Rauf Denktaş’ın çağrılısı olarak, 9-13 Ağustos 1999 tarihleri arasında Kıbrıs’a gidip kalmış, yetkililerle görüşmüştür.
Bu gezi sırasında, Kıbrıs’ın, 1974’teki başarılı girişiminden sonra, neden, nasıl ve kimler tarafından, şimdiki içinde bulunduğu çıkmaza sürüklendiğini çok daha iyi anlamıştır.

11. Bugüne dek, yayımladığı kitaplarıyla birlikte yazıları, toplam olarak, yaklaşık 5.000 sayfayı bulmaktadır.
Bu yıl içinde çıkacak olan büyük sözlükle bu sayı 6500 sayfaya ulaşacaktır.
...
12. Epeydir, doğum yeri olan Kemerhisar (Tyana) ve çevresinin
(dolayısıyla: Bahçeli'nin) de geçmişiyle ilgili araştırmalar yapmakta, bilgi, yayın toplayıp sırası geldikçe yayımlamaktadır.
Bunlar ilerde bir kitap olacaktır.
...
13. Yolculuk ve başka nedenlerle gördüğü ülkeler (ya da devletler): Bulgaristan, Yugoslavia (dolayısıyla: Sırbistan, Hırvatistan, Slovenya, Makedonya, Kosova), Yunanistan, İtalya, San Marino, İsviçre, Belçika, Almanya, Hollanda, Avusturya, Macaristan, Romanya.
...
İlk yabancı dil olarak okuduğu Fransızca'nın ülkesi
Fransa'ya bir türlü gidememiştir.
...

14. Bildiği diller: Türkçe (anadil), İtalyanca (en iyi bildiği yabancı dil), Fransızca (İtalya'ya gelince bırakmak zorunda kalmışsa da İtalyanca'yı öğrenince, Fransızca kendiliğinden ortaya çıkıvermiştir.), Hollandaca (oldukça), Almanca
(yalnızca sözlük yardımıyla), İngilizce
(yalnızca sözlük yardımıyla).
***
b) Yaşamöykümle ilgili kimi ilginç olaylar ve gözlemlerim.

Başlamadan önce, hemen şunu açıklamak istiyorum:
Kırk yılı aşkın bir zamandır bulunduğum İtalya’da, ve dolayısıyla, her yönüyle olmasa da , kimi açılardan beğendiğim, Avrupa’da olan rahatlık ve özgürlük nedeniyle, hiç çekinmeden yazıya dökmüş olduğum kimi ilginç olayların ve gözlemlerimin içindeki kimi sözcüklerin, bizim oralarda da, her an sık sık kullanılsa da, gene bizdeki “ Vardığın yer kör ise gözünü kırp da bak!” gibi çok güzel atasözü de gözönüne alındığında, Uğur Mumcu’nun “ Sakıncalı Piyade”si gibi, bu yazı da gitmeyeceği, yerinde olarak belirtildi.
Ben de bu uyarıyı gözönünde tutarak o görünüşte
“sakıncalı anılar”a “karartma”
uygulamak, getirmek zorunda kaldım ve
“şu.....lu” ya da “bu.....lu” “anı” deyip geçtim.
Bunların neler olduğunu merak edenler, her yıl Temmuz-Ağustos aylarında Kemerhisar ve Bahçeli’ye uğradığımda, beni gördüklerinde sorabilirler. Kendilerine gene anlatırım, yazılı olmasa da, sözlü olarak. Hiç olmazsa, gülecekleri yoksa da gülerler çünkü “ gülmek, gülmeyi, gülmesini bilmek sağlığa çok yarayışlıdır”. Bunu tıp da söylüyor.
Şimdi gelelim bu anılara, ilginç olaylara ve gözlemlerime:

1. İlk kez, önemli anılarımla ilgili kimi olayları burada veriyorum, belki izleyenlerin kimisine örnek olur da onlar da anılarını yazarlar diye.
...
2. Ben bu yaşa geldim. Yaptıklarımı yapabildim. Ancak bir de bana sorun.
Bir bakıma, daha önce de dediğim gibi,
"Nasreddin Hoca'nın ayı kuyudan çıkardığına benzer.".
Pek de öyle sıralandığı gibi kolay oluvermemiştir.
...
3. Anneme ne zaman doğduğumu sorduğumda bana şu karşılığı vermişti:
"Patates sökümünde doğdun!".
"Anne" dedim, "benim kimliğimde 1 Mayıs yazılı. Biz de patatesler Mayıs ayında mı sökülür?".
"Ben onu bunu bilmem. Akşama kadar halı dokudum.
Akşam seni doğurdum!".
"Başka neler oldu ben doğduktan sonra?".
"Doğduktan hemen sonra çok hastalandın. Seni odaya koyduk. Gidip gelip baktık öldüyse gömelim diye. Ölmedin. Sonra bir daha çok ağır hastalandın. Seni koyunun sarkanağına sararak ölümden kurtardım!".
...
Bana yaşam veren annemin okuyup yazması yoktu. Babam askerlikte öğrenmiş yarım yamalak okuyup yazmayı.
...
Babamın babası, yani dedem, babam annesinin karnındayken savaşa gitmiş ve bir daha dönmemiş. Altı yaşındayken annesi de ölmüş. Orada burada, öksüz, çıraklık yaparak büyümüş. Bu nedenle benim okumam için, gerek o gerekse annem, ellerinden geleni yaptılar, hiçbir şeyi esirgemediler.
Ben de onların yüzünü kara çıkarmadım ama, ben, ekonomik açıdan, onlara gerektiği gibi yardımcı duruma gelemeden, onlar
bu dünyadan göçüp gittiler.
...
11. Ayakkabısızlıktan çocukken ayaklarımın altı, batan dikenlerden, çonurlardan kevgir gibi delik deşik olmuştu. Kırılan ayak tırnaklarımın epeycesi de "Köküş'ün iti"ne dönmüştü.
Ayakkabı bulduğumda da hemen yamıtırdım.
...

5. Giydiğim ve beni çok sevindiren ilk palto, ağabeyimin tersine çevrilen eski paltosuydu.

6. İlkokul anılarından birkaçı.

-a) “ Bu ne? li anı”
...
-b) Kışın sınıfları ara sıra herkesin evinden getirdiği tezeklerle ısıtmaya çalışırdık. Ders aralarında ise zıplayarak soğuğu duymamaya, ısınmaya bakardık.
...
-c) “Yeşilli anı”
...
-ç) O sıraların çok önemli bir sorunu da "bit" idi. Her sabah sınıfa geldiğimizde, öğretmenin ilk yaptırdığı iş birbirimizin başındaki bitleri saydırmak olurdu. En az bit bulunanlar sevinir bağırırdı:- Öğretmenim, bende biceez bit çıktı! Öğretmenim, bende ikiceez bit varmış!
Öğretmenim bende üç tane bit çıktı! .............
...
-d) Bizim sınıfa olmasa da, bizden sonraki bir sınıfa Bor'dan, atla, iri yarı, bir öğretmen gelirdi. Anlattıklarına göre, bir iki saat ders yaptıktan sonra, dersi durdurur, yanındaki gazocağını masanın üstüne koyar, tavaya iki yumurta kırıp o yoksul küçük çocukların
gözleri önünde yedikten sonra, yeniden derse başlarmış.
İnsanın aklına ister istemez
"Şu Bor'lu öğretmenin yediği yumurtaya bak!"
demek geliyor!
...
-e) İlkokul birde, Ocak ayına doğru, bütün aile olarak Niğde'ye tanıdıklara gidip bir hafta kalmıştık. Okula dönünce öğretmen bana sordu:
-Nereye gittiniz bir hafta?
-Niğde'ye gittik, öğretmenim.
-Niye gittiniz Niğde'ye?
-Gezmeye gittik öğretmenim.
-Burada okul dururken bir hafta Niğde'ye gezmeye gidilir mi?
deyip meşin eldivenli elleriyle bana öyle güzel bir dayak attı ki hiç unutamadım. Belki de iyi gelmiştir. Kafam da daha iyi çalışmaya başlamıştı.
...
7. Bahçeli'yle ilgili anılardan (aklıma gelen) birkaçı.

-a) Küçükken ellerimde sinirler vardı. Bahçeli'deki babamın teyzesine gittiğimizde kiraz ağaçlarının altında bana şekerli bir dürüm yedirdiler. Tadı iyiydi ama çıtır çıtır ediyordu. Çok sonradan öğrendim ki o dürümün içine yılan kavı da koyup yedirmişler bana ellerimdeki sinirler geçsin diye. Ancak sinirler geçmedi. Yediğim yılan kavı yanıma kar kaldı.
...
Aynı sinirlerin geçmesi için babam beni Bor'daki "ocak" denilen bir adama götürdü. Adam ilk çıkan sinirin hangisi olduğu sordu. Ben onu gösterdim. İki tane sarı diken çıkardı. Onları çaprazlama sinire geçirdi. Uçlarını kesti.
Bir de dua okudu. Çıkıp gittik.
Gerçekten de işe yaradı. Yavaş yavaş bütün sinirler yok oldu.
...
-b) Bir bayram günü çocukluk arkadaşlarımdan biriyle Bahçeli'ye de gittik. Dönüşümüz Tatar'ın Sokağı'ndan oldu. Soldaki evlerden birisinin kapısı açıktı. İçerdeki orta yaşlı bir kadın boyuna
"Abarik Sultan ummah Sultan, abarik Sultan Ummah Sultan!
Galgı da galgı! Galgı da galgı!"
diyerek, sanırım, küçük torununu oynatıyordu.
Bilmem şimdi o kadın yaşıyor mu? "Ummah Sultan"ın da, yaşıyorsa, şu sırada torunları olmalı! O da acaba, şimdi, gene "Abarik Sultan"la mı
oynatıyor ki torunlarını?
...
-c) 1950 yılından sonra, yazları, hemen her gün, Köşk'e giderdik arkadaşlarla. Köşk'ün o günkü durumunu olduğu gibi anımsıyorum. Deneme kazısı yapan Tyana İtalyan Kazı Heyeti'ne Köşk'ün o durumunu hem anlattım, hem çizdim. Yararlı da oldu.
...
Yüzmeyi Köşk'te öğrendim. Ancak bunu herkesin yaptığı gibi, suyun yüzünden değil. Suyun yüzünden bir türlü gidemiyordum. O zamanlar Köşk'ün baştan yarı yerinden sonrası çok geniş değildi. Birkaç metre genişliğindeydi. Ben o noktalarda suyun altından gide gele yüzmeyi öğrendim. Yani benim yüzmeyi öğrenmem Nasreddin Hoca'nın kaynanasının akıntıya ters gitmesine benzedi.
"Herkes gider Mersin'e, ben de giderim tersine!"
sözüne benzedi.
...
Ve sularının altından yüzmeyi öğrendiğim o Köşk'ün ne denli önemli bir yer olduğunu ise, yıllar sonra öğrenip ortaya koymak gerçekten
büyük mutluluk yarattı bende.
...

8. Ortaokul, lise anılarından birkaçı.

-a) Kitap ve sözlüklerimin arkasındaki yaşamöykümde, hep, şaka yollu da olsa,
"ortaokulu ve son sınıfa dek liseyi, Bor'un pazarı geçtiğinden
Niğde'de okudu ..."
diye yazdım. Gerçekten de, babam birisine kızdığı için beni Bor'daki ortaokula değil Niğde Lisesi'yle aynı yerde bulunan ortaokula gönderdi.
...
Ortaokula yazılırken benden hangi yabancı dili okumak istediğimi sordu görevli. Ben de "İngilizce" dedim. Oraya İngilizce diye yazdığını gözlerimle gördüm. Hep İngilizce okuyacağım diye seviniyordum.
...
Okul açıldığı gün babam beni bahçe kapısına kadar getirip bıraktı. Biraz sonra zil çaldı. Bütün sınıflar ayrı ayrı toplandı. Dolayısıyla birinci sınıflara gidecekler (geçen yıldan kalanlarla, yeni gelenler) de bir yerde sıra oldular. Üst sınıftakiler hemen içeri girdi. Birinci sınıftakileri ise, okuyacakları dile göre tek tek adlarını soyadlarını söyleyerek çağırdılar.
...
Önce I.A. sınıfında İngilizce okuyacakların adları soyadlarıokundu.
Ben yoktum. Onlar içeri girdi.
...
Ardından I.B. sınıfanda Almanca okuyacakların adları soyadları okundu. Ben orada da yoktum. Onlar da girdi.
...
Kala kala I.C. sınıfında Fransızca okuyacakların adları soyadları okundu. Nasıl olduysa ben onların arasındaydım.
...

İstemeye istemeye en sonuncu olarak sıraya girdim. Sonradan adının "Melek" olduğunu öğrendiğim bayan öğretmen bizleri aldı sınıfa doğru götürdü. Herkes içeri girdi. Ben girmedim. Öğretmen "Girecek misin, girmeyecek misin?" diye sordu. Ben de "Girmiyorum!" dedim.
O da kapıyı kapattı.
...
Ben soluğu okul yetkilisinin odasında aldım.
-Ne var? Ne istiyorsun? diye sordu, çok sert olarak.
-Öğretmenim, dedim, ben yazılırken "İngilizce"ye yazılmıştım. Niye beni Fransızca'ya verdiniz?
Ben yazıldığım gibi İngilizce okumak istiyorum, Fransızca değil!
- Kim diyor senin İngilizce'ye yazıldığını?
-Öğretmenim, yazılırken benden sordular. Ben de "İngilizce” dedim. Oraya İngilizce yazıldığını gözlerimle gördüm.
-Senin yazılman, görmen önemli değil. Biz, nasıl istersek, öyle yapacaksın, hangi dile verirsek onu okuyacaksın!
-Olur mu öğretmenim? Haksızlık değil mi bu?
-Şuna bak! Daha neler söylüyor! Defol şurdan! Kafamı attırma! Nereye verdiysek, doğru, oraya git!
Ve yanından kovalayıverdi beni!
...
"Yoksul umduğunu değil bulduğunu yermiş!"
dedikleri gibi, ben de, çaresiz, süklüm püklüm, girmek istemediğim "Fransızca" okutulan sınıfın yolunu tuttum, yapılan haksızlığa içimden çok kızmakla, onu bir türlü içime sindirememekle birlikte,
"Yerini bil, yurdunu bil, dengini bil!"
düşüncesiyle! Kapıyı çalıp içeri girdim. Gidip en arkadaki sıralardan birindeki bir boş yere oturdum.
...
Zamanla sınıfımdaki arkadaşları tanıdım. 69 kişiydik. Hiç kız yoktu. Bu sınıftakilerin tümü, yanılmıyorsam, Niğde'nin en yoksul tabakalarından olanlarla, Niğde çevresindeki köylerden, küçük yerlerden gelen köylü çocuklarından oluşuyordu. Demek ki bu sınıf için, titizlikle, özel bir seçme ya da özel bir eleme uygulanmıştı!
...
Öbür iki sınıftakilere bakıyordum. Hepsi güzel giyinmiş, güzel konuşan, efendi efendi, bizim gibi köylülere pek yaklaşmayan,
bizimle pek kaynaşmayan çocuklardı.
...

Sonra yavaş yavaş öğrendim ki:
- "İngilizce" okutulan, "kız-erkek karışık", I.A. sınıfı, toplumun
(ve dolayısıyla Niğde'nin) "kaymak tabakası"ndan olanların sınıfıymış.
...
- "Almanca" okutulan, "kız-erkek karışık", I.B. sınıfı, toplumun
(ve dolayısıyla Niğde'nin) "süzme yoğurt tabakası"ndan olanların sınıfıymış.
...
- "Fransızca" okutulan, erkeklerden oluşan, I.C. sınıfı, toplumun (dolayısıyla Niğde'nin ve çevresindeki köylerden gelme) "çökelek
(ya da: döküntüler) tabakası"ndan olanların (yani: benim gibilerin) sınıfıymış!
...
- Artık doğru mu değil mi bilemem, "ezelden solcu" olduğunu, duyduğumuz, o okul yetkilisinin çocuğu da, birkaç yıl sonra da olsa, "kaymak tabakası"ndan olanların sınıfına konmuştu!
...
- Görünüşte, ilk bakışta, küçük, önemsiz gibi görünen, bu olayı, 1989 yılında Venedik Üniversitesi'ndeki öğrencilerim
bana şu soruyu sorduklarında,
acı acı anımsadım ve yorumunu yaptım:
- Hocam, dünyada solculuk yıkılıyor, çöküyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
- Bakın, dedim, yıkılan, çöken solculuk değil solculardır çünkü yeryüzünde sağcılık ya da solculuk adına başta olanların,
yönetenlerin al birini vur öbürüne.
Hepsi mutlu azınlık!
Hepsi sağcılık, solculuk adı altında, Sabahattin Ali'nin "Sırça Köşkü"ndeki gibi, bir düzen, bir yol tutturmuş, toplumları, insanları sömürüyor,
suyu hep mutlu azınlığın değirmenlerine akıtıyor!
Bu nedenle, kağıt üstünde iyi olan solculuk da başarılı olamadı.
İyilik ya da kötülük etikette değil, insanların içindedir!
Düzenleri de iyi ya da kötü yapan insanlardır!
...
-b) Ortaokula başladığım gün ya da ertesi gün, derse, Galatasaray Lisesi'ni bitirmiş, dolayısıyla öğrettiği yabancı dili yani Fransızca'yı çok iyi bilen öğretmen geldi. İlk işi sırayla bütün çocuklara numaralarını sorduktan sonra, fransızcasını söyleyip, onlara yinelettirmek oldu. Bana da sordu. Benim numara en zorlardan biriydi: 798. Onun söylediklerinin hepsini yanlışsız yineleyince şöyle yüzüme bir baktı ve
"Sen nerden geliyorsun?" dedi?
"Kemerhisar köyünden geliyorum, öğretmenim!"
karşılığını verdim.
...
Birkaç ay sonra, (yanılmıyorsam) "kaymak tabakası" ve "süzme yoğurt tabakası"ndan olanların sınıflarında okuyan kızların, benim gibi "çökelek ya da döküntüler tabakası"ndan olmakla birlikte,
"Fransızca"yı çok çabuk öğrenen bir köylü çocuğunu görmeye gelmeleri, "tabakam" ya da "sınıfım" adına beni çok sevindirmişti!
...
-c) O öğretim yılı Niğde'ye bir aralık çok kar yağmıştı. Sabahleyin Niğde kalesinin yakınlarında oturduğumuz evden birkaç öğrenci okula gitmek için çıktık. Elli metre gidemeyip geri döndük. Ama ben gene duramadım. Öbürleri evde kaldı. Ben okula gittim. Gittim ama vardığımda
parmaklarımın ucu soğuktan donmuştu.
Koltuklarımın altında ısıtıncaya kadar ağladığımı unutmuyorum. Gördüğümüz ve herkesin dilinde olan, işin ilginç yanı şuydu: Bütün öğretmenler
Niğde'nin dışından yürüyerek
gelip gidenler, yani köylü çocukları okula gelmişken Niğde içinde
oturan pek çok öğrenci gelmemişti.
...
-ç) Niğde'de okurken sinemaya da çok giderdik. Ancak gördüğümüz filmlerin pek çoğu kovboy (inek çobanı) filmleriydi.
Bizim arkadaşlardan kimisi bunlarla dalga geçmeye başlamıştı:
- Bugün oynayan filmin adı ne?
- Yele karşı çöğdüren kovboy.
- Onun ardından hangi film gelecekmiş?
- Donsuz kovboylar yele karşı.....
...
-d) Ortaokul ikinci sınıfta Fransızca öğretmenimiz değişmişti.
Yerine gelen garip davranışlı birisiydi. Doğru düzgün öğretmediği gibi, not vermesini de bilmiyor gibime gelmişti.
...

Birinci karnede bana 7 verince çok kızdım. Kendisine neden 7 verdiğini
sorunca "Daha çok mu istiyordun yoksa?" diye öfkelendi. Ben de
"Önemli olan 7 değil. Siz benim bilip bilmediğime bakın
ondan sonra not verin!"
dedim. Bu sözüm kendisini etkilemiş olacak ki bir gün derse girer girmez herkesi tahtaya kaldırdı. Öğretmediği için kimse de bir şey bilmiyordu. Hepsine sıfır döşendi. Son olarak beni kaldırdı. Bütün sorduklarını yapınca şaşırdı, sonra da "Arkadaşınız gibi olun!" deyip işi kapatmak istedi. Ben de içimden "Size gösteririm!" dedim.
...
Yazılı yaptığı bir gün bütün sorulara dört çeşit, hepsi de doğru, karşılık hazırladım yazılı sırasında. Birisini kendim yazdım hepsinden değişik olması için. Üçünü de sınıftaki arkadaşlara dağıttım. Yazdılar.
...
Bir sonraki Fransızca dersinde yazılı notlarını okunduğunda bir de baktık ki gene aynı notları döşenmiş sıfır, bir, iki, üç, dört vs. Bana da iyi kötü bir yedi. Ben hemen parmağımı kaldırdım ve karşı çıktım. Kızıp beni tahtaya kaldırdı.
Tahtada yazılı sorularına, dört değişik, hepsi de doğru,
karşılık verileceğini gösterdim.
Şaşırdı kaldı. Bir şey diyemedi.
Ben onu yapınca bütün arkadaşlar "Öğretmenim şu bizim notları bir düzeltsen iyi olacak!" dediler. Hepsininkini düzeltti, yükseltti. En son ben sordum "Benimkini de düzeltecek misiniz?" diye. Artık kızgınlığı geçmiş gibiydi.
"Git şurdan! On verdim. Daha ne istiyorsun?"
demekle yetindi. Ondan sonra da kendisiyle arkadaş gibi olduk. Bir daha da sorun çıkarmadı. Ortaokul ve lisede, Fransızca'dan bir kez onun yüzünden yedi almıştım, on yerine.
...
-e) “Tabanca’lı anı”.
...
-f) O zamanlar ortaokulu bitirirken, bütün derslerden sınav yapılıyordu. Tarih dersinden de üç kişilik bir kurul karşısındaydım. Tarih öğretmenimiz beni zora koşmak için en zor ve en karmaşık, bir sürü tarihin olduğu bir bölümü anlatmamı istedi. Hepsini şaşırmadan anlattım. Bunun üzerine, bana, "Şu savaştaki komutanın adı neydi?" diye sorunca ben de "Kitapta o komutanın adı yok!" diye karşılık verdim. "Ama ben bir
derste söylemiştim!" deyince kuruldaki öğretmenlerden birisi
karşı çıktı. "Olmaz öyle şey dedi. Senin bir derste söylediğin komutanın adını öğrenci nerden ve neden söylemek zorun da?".
...
Bana başka soru sormadılar. Çıktım. Tarih öğretmeni, bütün sorulara eksiksiz karşılık vermekle birlikte, kitapta olmayan o komutanın adını bilemedim diye on yerine sekiz vermek için çırpınmış ama kurulun öbür iki üyesi diretince on vermek zorunda kalmış.
...
-g) “ Yoksul kızlı anı”.
...

-h) Ortaokulu bitirince parasız yatılı sınavını da kazandım. Ancak bana kesinlikle uğur getirmedi. O sıkı düzene alışık olmadığım, köyde özgürce yetiştiğim, gerçek özgürlüğü sevdiğim için, bir türlü ısınamadım,
rahat edemedim.
...
Ben öğleden sonra saat beşte ders çalışmaya başlayan, gece saat onda yatmaya alışkın birisi değildim. Ben yapacağım her şeyi yaptıktan,hatta sinemaya bile gidip geldikten sonra, genellikle, gecenin dokuzunda, onunda derse oturan birisiydim. Bu nedenle büyük bir bunalıma girdim. İzmir'deki paparasız yatılı, ama, aynı düzendeki, bir liseye gittim. Orada da rahat edemedim. Okulu bırakıp geldim. Bir yılım gittiği gibi, az kalsın bütün öğrenimim yanacaktı. Neyse ki, dışardan liseye devam ettim, Niğde'de. Durumu düzelttim. Son sınıfı da, gene parasız yatılı da olsa, Antalya'da okuyup, ilkokul ve ortaokul gibi, liseyi de "pekiyi" ile bitirdim.
...
-ı) “ Kalın anı”
...
-i) Benim resim, müzik ve el işlerine kesinlikle yeteneğim yoktu. Müziği dinlemesini severim o kadar. Babam saz çalmayı öğretmeye çalıştı öğrenemedim. Bu nedenle ilkokul ve ortaokulda isteksiz de olsa
o dersleri yapmak zorunda kaldım.
Ama liseye geçer geçmez, onların yerine, seçmeli ders olarak yabancı dil de alınabildiğinden ben İngilizce'yi seçtim. Sorunsuz gitti. Ancak Antalya Lisesi'nde İngilizce yapılamıyordu. Ya müzik ya da resim yapmak gerekiyordu. Çaresiz resmi seçtim pek beceremesem de. İlk iki karnede unutmadıysam 6, 7 almıştım. Bitirme sınavında ise dışarıda boyayla doğayı yapmak gerekiyordu.
Ben boyadan ne anlarım?
Arkadaşlarımdan çok iyi resim yapan birine "Bak, dedim, ben sana Fransızca'dan yardım edeyim. Sen de bana, dışarıda, yalnızca, hangi boyaları karıştırınca hangi renkler çıkacağını söyle yeter. Gerisini beceririm. Dışarıda kendim iyi kötü çizimi yaptım. Onun söylediği gibi boyaları da birbirine karıştırıp boyadım.
Sonra gelen notlara baktık. Ben "on" almışım, o "sekiz"!
...
-j) 1960 Nisan ayında, 1960 devrimini hazırlayan olaylar sırasında, Ankara'da katıldığım "Fransızca" yarışmasında ödül olarak "bir kitap" kazandım. Burs da vardı üç haftalığına. İyi ki onu kazanmamışım. Değilse tam o sırada, yaz aylarında Fransa'da olacağımdan,
İtalya bursunu kazanamayacaktım.
...
-k) Antalya Lisesi'nde sınıf birincilerine ödül olarak "dolmakalem" veriyorlardı. Ben de sınıfımın birincisi olduğum için alacaktım. Ancak alamadım. Şöyle oldu. 19 Mayıs gösterilerine katılan bütün öğrencilere 10, katılmayanlara da sıfır vereceğini söylemişti beden eğitimi öğretmeni. Ben de, katılmıştım. 10 bekliyordum. Bayramdan birkaç gün sonra, beni çok seven, güler yüzünü, adını soyadını bile hiç unutamadığım, Fransızca öğretmenim, Nejade Özbayrak, okul bahçesinde yanıma gelip:
- "Sen, dedi, iyi takla atamıyor musun?
- Ne taklası öğretmenim? Ne ilgisi var?
- Beden eğitimi öğretmeni sana sıfır vermiş. Bir türlü düzelttiremedik öğretmenler kurulunda. Böylece dolmakalem ödülünü de sınıf ikincisi aldı.
- Yok, öğretmenim, bir yanlışlık var. Bana 10 vermesi gerekirdi.
Ben 19 Mayıs gösterilerine katıldım!
Ve hemen koşup Antalya'nın ana caddelerinden birinde beden eğitimi öğretmenini buldum. Durumu anlattım. Not defteri yanındaymış. Açıp baktı ve "Hay Allah, dedi, 19 Mayıs’a katılmayan, senden sonraki öğrenciye
sıfır koyacak yerde yanlışlıkla sana sıfır yazmışım.
Hemen düzeltiyorum!".
O düzeltti ama, pek önemli olmasa da, benim ödül
dolmakalemin gidişi o gidiş. Neyse pek aldırmadım!
...

9. Üniversite sınavları.

-a) Benim artık bütün düşündüğüm Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne girmekti. O zamanlar bir tekti ve Ankara'daydı. Sınavlarına girip kazandım, burslu olarak. Fransızca yazılısındaki başarımdan dolayı beni yabancı dil dersinden doğrudan üçüncü sınıfa almışlardı, Galatasaray Lisesi'nden gelenler gibi. Yazılıp bir ay da okudum. Numaram 1441'di. 14 Kasım olaylarının olduğu gece, 1960 devrimini yapan subaylardan birinin, yanılmıyorsam, Muzaffer Özdağ olacak, bizim ders çalıştığımız büyük sınıfa gelip
konuşma yaptığını anımsıyorum.
...
-b) SBF ile birlikte Fransız Filolojisi sınavlarına girdim. Oraya herkes giriyordu, o zamanlar sınavsız olduğundan.
Yalnızca bilgiyi ölçmek için yapılıyordu.
...
-c) O sıralarda, daha önce, yaz aylarından birinde, Temmuz ya da Ağustos olacak, girip kazandığım, İtalya bursundan haber geldiği için,
her şeyi bırakıp İtalya'ya gitmeye karar verdim.
...
10. İtalya serüveni nasıl başladı?

-a) İtalya bursu sınavına katılıp kazanmam ise, tam alınyazısı, yazgı, denecek biçimde, belki de, şimdi şaka etmek için söylüyorum,
Tyanalı Apollon'un işe el atmasıyla gerçekleşmiştir.
...
Her yıl yaz aylarında kahvemizi ben çalıştırırdım.
Liseyi bitirdikten sonra da öyle oldu.
...
-b) Bir gün, annem, bağdan, kahvede yanımda çalışan, çocukla, bir gazeteden kopardığı parçaya üzüm koyup göndermiş. Onu kahve ocağında yerken, gözüme, iki parmak genişliğinde, on santim kadar uzunlukta, küçücük bir ilan çarptı.
Onu okur okumaz, kahveyi çocuğa bıraktım. Otobüse atlayıp doğru Niğde'ye, Milli Eğitim Müdürlüğü'ne gittim. Salı günü olacaktı. İlanda gerekli bilgilerin Milli Eğitim Müdürlüklerine gönderildiği yazılıydı.
Daha gelmemiş. Çok az bir zaman kalmıştı başvuru için. Bana bir de perşembe günü uğramamı söylediler. Perşembe sabahı da gelmemiş.
"Son bir umut perşembe günü öğleden sonra saat beşte gelecek postada. O da gelmezse bu iş yatar. Yetiştiremezsin!"
dediler. O saatte gittim. Neyse ki gelmiş. Bütün işleri telgrafla yaptırıp gerekli belgeleri bakanlığa yetiştirdim.
...
-c) Sınav Namık Kemal Ortaokulu'ndaydı. Nerede olduğunu da bilmiyordum. Sınav günü, beş dakika önce yetiştim. İkinci sınav günü, sınav kağıdımı herkesten önce teslim ederken, ortadan ortaya yırtıldı. Oturup yeniden yazdım ve gene herkesten önce teslim ettim.
...
Sınava katılan çocuklar "1960 devrimi olmasaydı kazanacak kişiler çoktan, sınav yapılmadan da, belirlenmiş olurdu!" diyorlardı.
...
Sınavı kazandığımı bildiren telgraf geldi. Ancak İtalya'dan haber gelmesi geciktiğinden, ne olur ne olmaz düşüncesiyle, sınavlarına girip kazandığım SBF'ne de yazılmıştım.
...
-d) Bir ara Milli Eğitim Bakanlığı'na uğradım. İlgili dairenin yetkilisi, İtalyan yetkilileriyle konuşmaya gittiğimde, kendimin yoksa, birinden ödünç elbise almamı öğütledi. Öyle de yaptım. Ayrıca bana
"İtalyanların da Türkler gibi gürültücü olduklarını, gidince aldırmamamı!" söyledi başka şeyler arasında.
...
-e) Tam o daireden çıkarken bir genç içeri giriyordu. O da durdu, ben de. O bana "Sen yoksa Asım Tanış mısın?" diye sordu. "Evet" dedim, "sen de yoksa Bedrettin Cömert misin?". O da "Evet!" dedi. Böylece tanışmış olduk. Birbirimize adreslerimizi verdik ve İtalya'ya gideceğimiz zaman haberleşip İstanbul'da "Viyana Oteli"nde buluşmayı kararlaştırdık, trenle
(Orient-Expres'le) yola çıkmadan önce. Gerçekten öyle de oldu.
...
-f) Ankara'da, akşamları, İtalyan Kültür Merkezi'ndeki İtalyanca derslerine de gidiyordum. Ancak bir türlü oradaki helanın nasıl çalıştığını bilmediğimden, soramadığımdan, hep dışarı gitmek zorunda kalıyordum. İtalya'da öğrenebildik. Benim gibi, İtalya'ya burslu burslu gelen başka Türk öğrenciler de, ilkin,
kuşlar gibi, o güzelim helaların üstüne tünüyorlarmış.
...

-g) Kasım sonuna doğru İtalya'dan haber geldi. Yol parası ve bilet de vermiyorlarmış. Yeğenimin altınlarını satarak bilet vs. aldık. Sonra İtalya'dan gönderdim.
...
-h) Ve 1960 Aralık ayının sonuna doğru arkadaşla Istanbul'da buluştuk, kararlaştırdığımız yer ve biçimde.
...
-i) İstanbul'da, bizim gibi burs kazanmış olan kız arkadaşı da gördük. O bizden bir iki hafta sonra gelecekti trenle.
...
-j) Ve Sirkeci istasyonu. Yola çıkış günü. Arkadaşı da, beni de uğurlamaya dörder kişi gelmişti. Beni uğurlayanlar şunlardı: Muzaffer Kaygın, Osman Üçer, Hasan Özmen ve (Antalya'lı) Mutlu Erdem.
...
Ayrılmadan önce Hasan Özmen şunları söyledi:
- Yaa Asım, sen ne öpmeyi ne de öpülmeyi seversin! Gıcık olursun, sinir olursun. Biliyorum. Ama artık kimbilir ne zaman görüşeceğiz. Onun için bugün olsun sarıl öpüş biz arkadaşlarınla!
- Hadi, neyse, dedim, bugün için izin veriyorum!
...
11. Ver elini İtalya. (I.)

-a) İki gün sonra İtalya'ya girmiştik. Arkadaşım sık sık dışarı çıkıp çevreye bakıyordu. Bir aralık apar topar geri döndü oturduğumuz bölmeye:
- Asım, dedi, tren yolu çift. Bizim tren soldaki yoldan gidiyor! Aman karşıdan gelenle çarpışmasın, bir kaza filan olmasın!
- Sen ne biçim solcusun? dedim.
- Hiç solcu adam soldan giden trenden korkar mı?
- Dalga geçme, dedi. Biz Türkiye'de, her şeyin hep sağdan gittiğini görmeye alıştığımız için soldan giden bir şey görünce ödümüz kopuyor!
- Bak, dedim, korkmana gerek yok. Milli Eğitim Bakanlığı'nda uğrayıp konuştuğum dairenin yetkilisi bana, başka şeyler arasında,
şunları da söylemişti:
- "İtalya'da trenler soldan, arabalar sağdan, hükümet de hep ortadan gider. Onun için şaşırmayın!".
Dolayısıyla sen de alış İtalya'nın bu düzenine, Türkiye'yi unut artık!
- Ben, dedi, bir daha Türkiye'ye dönmeyeceğim. Hep İtalya'da kalacağım.
- Ben de, dedim, kesinlikle İtalya'da kalmayacağım.
Üniversiteyi bitirdikten sonra Türkiye'ye döneceğim!
...
Yazgıya bakın ki, o dönmem dediği Türkiye'ye döndü. Hacettepe Üniversitesi'nde doçentken, gizli eller tarafından,
11 Temmuz 1978 günü vurulup öldürüldü.
...
Bense, dönerim dediğim Türkiye'ye 1967'de döndümse de, 1970'de Venedik Üniversitesi'nde görev alarak, 1960'ta kalmam dediğim İtalya'ya 10 yıl sonra geri geldim, yaz aylarından başka, bir daha Türkiye'ye dönmemek üzere.
...
-b) Roma'ya sabah indik. Bir taksiye atlayıp Türkiye'nin elçiliğine götürmesini söyledik. İki elçilik varmış. O da Vatikan'daki elçiliğe götürmüş. Yüzümüze bile bakmadılar. İlgilenmediler. Yeniden bir taksiye atlayıp İtalya için geçerli Türkiye Büyükelçiliği'ne gittik. Burada da, Elçilik'ten, ne yazık ki, acı acı söylüyorum, ne ilgilenen ne yüzümüze bakan, ne de yardımcı olan çıkmadı. Neyse ki o sırada Elçilik'te bulunan, Roma'da üniversitede okuyan, İtalyanca’yı çok iyi bilen, ve sonra İstanbul Üniversitesi'nde, yanılmıyorsam, "İdari Hukuk" öğretim üyesi olan, bir genç bize yardımcı oldu, İtalyan Dışişleri Bakanlığı'na götürdü.
Paramızı aldık.
Birkaç günlüğüne o yakınlardaki bir yurtta yer buldu.
Sonra da pansiyona yerleştirdi.
Ondan sonrasını artık kendimiz de çözebilirdik ve öyle de oldu!
...
-c) Parayı alınca ilk işimiz kendimize doğru düzgün giyecek, bavul vs. almak ve eski eşyalarımızı, dökülen bavulla birlikte, Roma İstasyonu yakınlarındaki çöplerin atıldığı bir yere götürüp atmak oldu.
...
-ç) Kaldığımız pansiyonda tıpta okuyan bir Sicilya'lı öğrenciyle tanışıp arkadaş olduk. Hep birlikte sayılırdık. Ancak bizim kız arkadaş Türkiye'den gelince ona sulanmaya, asılmaya kalktı. Ben böyle şeylere hiç dayanamazdım.
Geldiğimden biraz sonra, ne de olsa
"Yattığı yerde bıçak çeken Kisasar'lılardan olduğum için",
Roma'da, dükkanların birinden, "yapılıp satılması ve satın alınması yasak olmamakla birlikte taşınması yasak" çok güzel sustalı bir bıçak almıştım. Ona şöyle ucunu gösterip doğru durması gerektiğini anlattım.
Sulanmayı, asılmayı bıraktı.
...

O gün ya da başka bir gün pansiyonun yemekhanesine çıkmıştık kız arkadaşımızla birlikte. Üçümüz gidip bir masaya oturduk. Biraz sonra o İtalyan ya da Sicilyalı da yemekhaneye geldi ve bizim masamıza oturmak istedi. Oturtmadım "Oturamazsın!" diyerek. "Neden oturamam?" diye sordu. "Bizim köyde, dedim, bir masaya üç kişiden çok oturmaz da ondan!".
"Ne biçim yermiş?"
diye homurdanıp giderken, ben de, ona,
"Bizim köyde adet böyledir, arkadaş, ister beğen, ister beğenme!"
dedim.
...
-d) “ Hastanede bayılmalı anı”
...
-e) Dikkat: Bu “anı”nın başlangıç bölümü karartılmıştır.
..............
( Bir İtalyan kadın:)

- Sizin cennet nasıl? Bir de onu anlatır mısın?
- İyilik, sağlık. Selamları var. Gitmek istiyorsanız buyurun!
................
- Sizin cennette havalar nasıl?
- Ne soğuk ne sıcak. Hep bahar havası var.
- Çalışmak var mı?
- Yok yok çalışmak yok. Yan gelip yatacaksın.
- Ya yiyecek içecek işi?
- Onlar da sorun değil. Her türlü, istediğin meyve bulunur. Ağaçların kökleri yukarda, dalları aşağıda. Kopar kopar ye. Ayrıca cennet şarabının ırmağı var. Bal bol, süt bol. Ne istersen var.
- Kadın erkek durumu nasıl?
- Erkeklere, beş tane gencecik kız var. Yanılmıyorsam kadınlara da aynı sayıda erkek olması gerekir, eşitlik ilkesine göre.
- Bu hesaba pek aklım yatmadı.
- Benim de yatmadı ama parmak hesabı. Böyle deniyor.
- Ben hayvanları çok severim. Benim bir köpeğim var.
Onu da götürebilir miyim?
- Sanmıyorum çünkü bizim cennette hayvanlardan söz edilmiyor.
Düşünün herkes sevdiği hayvanı da birlikte götürecek olursa cennette yer mi kalır. Hepsini bırakın deveden geçilmez. Onlar da Tanrı'nın yaratığı. Yalnız benim görüşüme göre insanları da hayvanları da Tanrı yarattığına göre cennetlerini ayırmış demektir, şimdi yeryüzünün kimi yerlerinde, artık "it hastanesi, it pansiyonu, it mezarlığı" da olduğu gibi. Ara sıra sizin iti görmeye gidersiniz hayvanlar cennetine, komşuya gider gibi.
Değişiklik olur.
Bu arada ben de size sorayım: Ya sizin cennette durum nasıl?
- Bizim cennet sizinki gibi renkli değil. Cennette Tanrı bir ışık olarak ortada durur. Tanrı'nın en sevdikleri, yani peygamberler ve benzerleri, onun çevresindeki ilk halkayı oluşturur. Ondan sonra birazcık az sevdikleri, yani azizler ve benzerleri ikinci halkayı oluşturur. Yani sevgi durumuna göre halkalar sıralanır gider. En az sevdikleri de en sonuncu halkayı oluşturur.
- Kimlerdir sizce en sonuncu halkayı oluşturanlar?
- Sanırım halktan olanlardır.
- Desene cennette de halk gene en sona yani dona kaldı demektir!
...
-f) Perugia'da, dil öğrenimi yapıldığı için epeyce Türk öğrenci de olurdu.
Ara sıra bunlarla bir araya gelip kendi aramızda eğlenirdik.
...
Bir gün hemen hepsi benim kaldığım odaya geldiler. Sandalyeyi, tabağı çalgıya çevirerek birlikte şarkı türkü söyledik.
...
Bizim havalardan hiçbir şey anlamayan İtalyan komşular
ev sahibi kadına sormuşlar:
- Bunlar niye ağlaşıp duruyorlar? Bir yakınları mı öldü?
- Yok, demiş, ölen kalan yok. Bunların eğlenmesi, müzikleri de böyle. Biz anlamadığımız için bize öyle geliyor!.
...
-g) “ İndirimli anı”
...
-h) “ At yumurtalı anı”
...
-ı) İtalya içinde trenle yolculuk yaparken bölmemizde bulunan bir kadın,
nereden söz açıldıysa şöyle dedi:
-Pakistanlı bir genci tanıdım. Zavallıların buzdolapları bile yokmuş!
-Bayan, dedim, buzdolabına varıncaya dek daha neleri yok bir bilseniz!
...
-i) Pavia Üniversitesi birinci sınıfında okurken iki Türk arkadaş bir oda tutmuştuk. Ev sahibi kadın, bize koyduğu koşullar arasında, özellikle,
şunu da belirtti:
-Eve kesinlikle kadın getirmenizi istemiyorum!
-Olur, bayan, dedim. Biz de kadın getirmeyiz, kız getiririz!
...

j) Benimle o evde kalan arkadaş, bir gün helaya giderken, ev sahibinin mutfağındaki kafesin içinde kurbağalar görmüş. Kadına sormuş:
-Ne arıyor bu kurbağalar burada?
-Biraz sonra pişirip yemek yapacağım!
Bunu duyan arkadaşımın kafası atmış ve içinden "Bir daha, demiş, ben senin, ara sıra, bana, gönlünden kopup verdiğin yiyeceklere elimi sürersem
yazıklar olsun bana!".
...
Sonra, bir gün üniversitedeki öğrenci kız arkadaşlarımızdan birine kurbağa
yiyip yemediklerini sorduk. O da:
-Ben yemem de, dedi, sanırım amcam yer. Ondan bilgi alır size söylerim.
Ertesi gün aldığı bilgiyi bize aktardı. Amcası şöyle demiş:
-Yumurtalı kurbağa kızartması bu bölgenin geleneksel en ünlü yemeklerinden biridir. İsterlerse, senin o iki Türk arkadaşına, bizim şuradaki gölden bir iki kilo kurbağa tutayım da götür. Pişirip yesinler!
Biz de:
-Amcan sağ olsun, eksik olmasın! Kendisine teşekkür ettiğimizi söyle. O kurbağaları, bizim için, kendisi afiyetle yesin! dedik.
...
-k) Derslerine girdiğimiz üç öğretim üyesinin Türkiye ile ilişkileri varmış. Onlar bizim Türk olduğumuzu öğrenince nasıl sevindilerse, biz de bizimle, ülkemizle ilgilenmelerine çok sevindik. Sonradan yayımladıkları yazıların kimisini bize de verdiler. Gene sonradan bunlardan birisinin çok ünlü Hititçe uzmanı olduğunu da öğrendim ve okudum. Hititçe bir yazıyı çözen de oymuş. Benim Venedik Üniversitesi'nde görev almamda çok yardımcı oldu.
...
Bu öğretim üyesi, benim Kemerhisar'lı yani Tyanalı olduğumu öğrenince, hemen bir anısını anlattı:
-Sizin Kemerhisar'a iki kez uğradım inceleme yapmak için. Birinde
sizin oranın çocukları, beni ve yanımdakileri taşa tuttu! Zor kurtulduk!
"Bağışlayın sıpaları!" demekten başka bir şey diyemedim.
"Gidince iyi bir çalarım!"
deyip yalan da söylemeye kalkışsam o da olmazdı. Kim olduklarını da bilmiyoruz ki! Kayseri yolunda sarı çizmeli Memedağa gibi,
Tyana sokaklarında eli taşlı yaramazlar!
...
-l) Üniversitede öğrenciyken hemen her yıl İsviçre'nin başkenti Bern'de bulunan öğrenci müfettişi, biz öğrencileri denetime gelirdi.
...

Gene bu denetimlerin birinde müfettişin yazısı üzerine o bölgede bulunan bütün öğrencilerle Milano istasyonunun bir köşesinde buluşup konuştuk. Görüşme bitince, gerçekten de çok efendi olan, oldukça da yaşlı,
müfettiş bir istek de bulundu:
-Çocuklar, dedi, İtalyan armudu ünlüdür. Bana şöyle iyisinden biraz armut bulun gelin de yiyeyim gitmeden önce!
Pavia'da okuyan ben ve arkadaşım kalktık, istasyonun çevresini epeyce dolaştık aramızda şakalaşarak: "Müfettişe armuut, müfettişe armuut! Armudun iyisini müfettişler yer! Armudun iyisini müfettişler yer!". Sonunda bir yerden, onun istediği gibi, iyisinden, bir iki kilo armut bulup getirdik.
O da yiyebildiğini yedi, gerisini de alıp
götürdü yolda yemek üzere!
...

12. Ver elini Hollanda.

İtalyanca öğrenirken tanıştığım bir Hollandalı kızla ilk evliliği yapınca, iyi kötü, acı tatlı, bugüne dek süren, bir Hollanda serüvenimiz de oldu. 1964 doğumlu ilk oğlum hep orada kaldı. Şimdi de ara sıra görüşürüz. O yalnızca Hollandaca (ve sanırım Almanca) bilir. Benim öbür çocuklar ise yalnızca Türkçe ile İtalyanca bilirler. Dolayısıyla bir araya geldiklerinde, çocuklarım arasında çevirmenlik yapmak işi de bana düşüyor.
...
Anlaşamayıp ayrılınca eski hanım yeniden evlenmiş, bir oğlu daha olmuş. Ben de yeniden evlendim bir kızım daha oldu (son evlilikten önce). Bir aralık, görüşmelerimiz sırasında bu üç çocuk bir araya geldi bir fotoğrafta. Benim kız o fotoğraftakilerin kimler olduğunu soranlara şöyle anlatıyordu:
- Şu benim! Şu benim kardeşim! Şu da kardeşimin kardeşi!
- Ne demek o? Senin kardeşinin kardeşi senin kardeşin değil mi?
- Değil çünkü ben babamın ikinci karısından oldum. Ağabeyim babamın ilk karısından olmuş. Kardeşimin kardeşi de babamın ilk karısının ikinci kocasından olmuş! Dolayısıyla benimle onun kardeşi arasında
hiçbir bağ, yakınlık yok!
...
Hollanda serüveni bitmeden önce, daha öğrenciyken, babamı ve annemi de İtalya'ya getirdim, Hollanda'ya da götürdüm görsünler diye. Bu nedenle ilginç olayların kimisi onlarla Hollanda'da olmuştur, görüleceği gibi.
...
-a) Tanıdığım bir Hollandalı bana şunu söyledi:
- İkinci Dünya Savaşı sırasında öyle sıkıştık öyle sıkıştık ki
koyun eti yemek zorunda kaldık!
- Ne mutlu size! Dedim.
Bizim millet barış zamanında bile zor buluyor koyun etini!
...
-b) Hollandalılar, hiç olmazsa o zamanlar, kimi meyveleri, ürünleri bilmiyorlardı. Hollandalı kayınımın nişanlısı benim
karpuz aldığımı görünce sordu:
- Bu ne?
- Karpuz.
- Neye yarar?
- Yemeye.
- Tadı nasıl ki?
- Evde kesince alıp tadına bakarsın.
Eve geldik. Karpuzu kestik. Kendisine bir dilim vermek istedik ama o:
- Yoo, dedi, ben dışı yeşil içi kırmızı olan bir şeyi kesinlikle yemem.
...
-c) Tanıştığım bir Hollandalının başına geleni anlattılar. Çok soğuk bir kış günü, akşama doğru, eve döndüğünde, karısı bir bakar ki kocasının kulak memelerinden birisi yok. Soğuktan donarak kopup düşmüş. Adam hemen geçtiği yollara geri koşmuş ama düşürdüğü kulak memesini bulamamış. Hastaneye başvurmuş. Tek çare olarak şakaklarından deri alıp kulak memesinin yerine takmışlar. Tutmaya tutmuş
ama sakal da çıkmaya başlamış yeni takılan kulak memesinde.
...
-ç) Bir gün benim Hollandalı kayınbabaların evinin kapısını bir iki genç çalmış. Kaynana da açıp sormuş:
- Ne istiyorsunuz?
- Biz şu dindeniz. Onun propagandasını yapıyoruz. Sizinle de konuşmak istiyoruz bizim dinimize girmeniz için!
Hollandalı kaynanam:
- Bana bakın, demiş. Bizim şu ya da bu din hiç umurumuzda değil, her ne kadar kağıt üstünde reformcu dindensek de. Bir damadım var müslüman, bir gelinim var katolik. Evde üç din yeter de artar bile.
Dördüncü din istemiyorum.
Hadi size güle güle!
...
-d) “ Mısır’dan gelen Tanış’lı anı”

...

-e) “ Adı batasıca anı “
...
-f) Gelmişken, sağlık durumlarının nasıl olduğunu anlamak için annemi ve babamı Hollanda'da bir doktora götürdük. Doktor sırasıyla her yerlerine baktı. İnceledi. Bir sorunları olmadığını söyledi.
Doktoradan döndükten sonra annem bana yakındı:
- Yaa, oğlum, dedi, beni, elin gavurunun önünde soyundurdun!
- Anne, gavur olmasını bırak, üstelik bir de yahudiydi de!
- Deme lan! Tövbe! Tövbe! Bana işletmedik günah bırakmadın!
...
-g) Annem ve babamla birlikte gezerken, bir gün, hapishane bekçisi olan bir Hollandalı'nın evine uğradık. Ek iş olarak yapmak için aldığı "İnek Sağma Diploması"nı kutluyorlarmış ailece. Biz de katıldık kutlamaya. Bu arada adam ya da karısı, veya, çok zaman geçtiği için unutup yanılmıyorsam,
ikisi birlikte,
"Müziğin inek sütünü artırmadaki etkisi"ni
de incelemişler ve ineğin hoşuna giden müzik dinlediğinde, gerçekten, daha çok süt verdiğini saptamışlar. Bütün bunları dinleyince babama şöyle dedim:
- Baba, sen de duydun, hoşuna giden müzik dinleyince ineğin daha çok süt verdiğini. Sen çok güzel saz çalarsın. Kemerhisar'a döndüğünüzde, annem inek sağarken, sen de sazı eline alıp yanlarına bir sandalyeye otur.
Şöyle güzel bir
"Yabandan gel inek de gözlü yarim!"
gibi bir inek havası çal. Bakarsın bizim ineğin de verdiği süt artar.
- Tövbe yapmam!
- Niye?
- Oğlum, sen deli misin? Birincisi, ben böyle bir şey yapsam, gören,
"Bir kere Avrupa'ya gitti geldi, ineğe saz çalmaya başladı, cıvdırdı bu! " diye beni deli yerine koyarlar. İkincisi, ben inek havası bilmem ki çalayım. Üçüncüsü, hadi inek havasını da biliyorum diyelim, ya ben o havayı çalarken, inek hanımefendi, rahatlayıp daha çok süt vereceğine, hava çok hoşuna gider de tepinmeye, inek dansı yapmaya başlayıp annenin sağdığı sütü de döktürürse ne yaparız? Senin dediğin olacak iş değil.
Ben tövbe yapmam!
...
-h) 1970'li yıllarda Hollanda'ya gittiğimde, ilkokulun birinde öğretmen olan bir tanıdık "Gel, dedi, bugün seni benim okuttuğum sınıfa götüreyim. Çocuklarla Türkiye, Türkler konusunda konuşuruz. Biraz bilgi verirsin.
Çok iyi olur.
Gittik, konuştuk. Gerçekten de yararlı oldu. Konuşma bitmek üzereyken çocuklardan birisi bana şu soruyu sordu:
- Bize, İstanbul Boğazı'ndan geçen balıkların adlarını söyler misiniz?
- Bak, dedim, ben kendi boğazımdan geçen balıkların bile adlarını bilmem.
İstanbul Boğazı'ndan geçen balıkların adlarını nereden bileyim? .....
...
13. Ver elini yeniden İtalya (II.)
1960 sonunda İtalya'ya öğrenci olarak gelmiştim. 1970 sonunda da öğretim üyesi olarak geldim. O zamandan bugüne, gerek üniversitede, gerekse dışarıda, pek çok ilginç olay olmuştur. Bunlardan,
anlatılmaya değer saydığım, birkaçını aşağıda aktarıyorum:

-a) Öğrencilerime Türkçe'yi öğretirken, nasıl olsa öğrenmek isteyecekleri ve öğrenecekleri, açık saçık sayılan, gerçekte hiç de öyle olmayan sözcükleri de öğretiyordum, Türkiye'ye gidince duyup şaşırmasınlar, yanlış anlayıp teşekkür etmesinler, gülünç duruma düşmesinler diye. Yararlı da olmuş bana Türkiye'ye gidip döndüklerinde anlattıklarına göre. Ancak, bu arada,
gene de, ara sıra yanlış yapanlar çıkmamış değil.
Bana, özellikle, kız öğrencilerin anlattığı birkaç olayı veriyorum:
...
- “ Reçelli anı”.
...
- “ Taraklı anı”.
...
-b) “ sardenya’lı anı”
...
-c) Sövme deyince aklıma geldi. Bulgaristan'da Bulgarlar, kızdıklarında
Bulgarca söverlermiş, hırslarını alamayınca Türkçe sürdürürlermiş sövmelerini çünkü daha etkili olurmuş!
...


-ç) 1980-90 arasında Bulgaristan'dan sık sık geçtik arabayla
Türkiye'ye gidip gelirken.
1985'te, Türkiye ile Bulgaristan'ın arası epeyce açıldığında da, oradan geçerken garip bir şey dikkatimi çekti:
- Bak, dedim, bizim hanıma, şu Bulgar eşekleri, her yıl biz buralardan gelip geçerken, sürekli bize bakarlardı, eşekçe de olsa, gülümserlerdi. Oysa bu yolculuk sırasında bir tekinin bile bize bakmadığını gördüm.
Sanırım yukarıdan hükümetten emir almışlardır;
Türklere bakmayacaksınız diye.
Görüyorsun komünist ülkelerde eşeklerin bile nasıl uyduğunu
yukarıdan gelen buyruklara!....
...
-d) Öğrencilerimin derste dinlemekten yorulduklarını görünce, konuyu değiştirir ya fıkra anlatırdım ya da ilginç olay vs.
Onlardan da anlatmalarını isterdim. İyi de olurdu.
Bir gün gene böyle konuşurken, kendilerine, "Benim sık sık, çok korkulu, sıkıntılı rüyalar gördüğümü, örneğin ne zaman uyumadan önce yeşil zeytin yersem arabamı yitirdiğimi" anlatınca, öğrencilerimden birisi,
çok sevimli bir karşılık verdi:
- Hocam, dedi, bir gece de yatmadan önce, kara zeytin yiyin de şu sık sık yitirdiğiniz arabanızı bulun!".
...
-e) Son iki çocuk küçük yaşlardayken onları evimizin yakınlarındaki bir yerde değişik hayvanların bulunduğu bir bahçenin oralara götürdüm.
Tel örgünün ötesinde, öbür hayvanların yanında, mısırgalar da vardı.
Aklıma Türkiye'de, özellikle, Kemerhisar'da, mısırgalara, söylediğimiz sözleri söylemek geldi, mısırganın tepkisini görmek için:
- Gubarama, gubarama, kel fatma. Aban gozel sen çirkin!
Sen misin bunu söyleyen.
Mısırga nasıl bir kızdı, anlatamam. Başladı sürekli "glugluglu...." diye bağırmaya ve tel örgünün ötesinden
üstümüze atlamaya çalışmaya. Elinden gelse beni ve çocukları parçalayacaktı.
- Ulan, dedim, her şey aklıma gelirdi de, bir İtalyan mısırgasının, Türkçe, hele hele Kisasarca, bileceği hiç aklıma gelmezdi. Benim üniversitede Türkçe öğrettiğim öğrencilerin arasında mısırga da yoktu
hadi onlardan birisi olsun desek!....
...
-f) Her gün gazete aldığım gazetecinin, bir gün baktım, kolunun birisi sarılı. "Ne oldu kolunuza?" diye sordum.
"Sormayın, dedi, benim kız, kendine bir sevgili bulacak yerde, gitmiş bir zobar it bulup getirmiş. Onu gezdirirken sürükleyip düşürdü beni ve
kolumu kırdı!".
"Kızınıza teşekkür etmeniz gerek!" dedim.
"Neden?" diye sordu. "Neden olacak? Ya zobar it yerine evinize zobar sevgili getirseydi, o zaman kırılmadık, sağlam yeriniz kalmazdı!...."
...
-e) “ Kibar ayılı anı”
...
-f) Ayıdan söz açılmışken ayıyla ilgili bir anıyı daha vereyim. Başka bir zaman, birkaç Türk ve İtalyan, ayılardan, ayının armudu çok sevdiğinden, armut ağacı olan yerlere geldiğinden söz ediyorduk.
İtalyanlardan birisi:
- Aman, dedi, şu bahçede armut ağacı filan varsa hemen kestirelim.
Ayı gelmesin.
Türklerden birisi de:
- Korkmana gerek yok, dedi. Ayı bu bahçedeki armudun iyisini yemeye geldiğinde, sen kıpırdamadan durursan ayı sana dokunmaz bir şey yapmaz.
- İyi güzel de, ayıyı görünce, kıpırdamadan duracak cesareti
ben nereden bulacağım?
...
-g) Bir İtalyan tanıdık anlatıyordu: Ben çocukken bizim mahallede bir papaz vardı. Bu papaz, kadınların anlattığına göre, aziz olacak kadar, çok iyi bir papazmış. Geceleri işçiler fabrikaya çalışmaya gittiklerinde o da gidip onların yalnız kalan karılarını avutuyormuş. Onun o mahalle de papazlık yaptığı dönemde doğan çocukların çoğu ona benzermiş!
...
-h) (Bu olayı Türkiye'de geçmiş gibi çeviriyorum. Değilse anlamsız olur gerçekten olduysa da.)
Bir gün Venedik'teki evimizin zili çaldı. İşim olduğu için kalkıp bakamadım. Sekiz yaşlarında olması gereken kızım kapı telefonundan çalanın
kim olduğunu sordu.
- Kim çalıyor? dedim.
- Yalova (Yahova) tanıklarıymış, baba, dedi.
- Ben Bursa tanıklarını bekliyordum. Kapat telefonu!
...
-ı) İtalya'da oturan Türklerden birisinin karısı ehliyet sınavına girecekti.
Bir gün bana, bir tümceyi okuyup Türkçe’ye çevirdi
doğru olup olmadığını anlamak için:
- Bir arabayı sağdan sollamak yasaktır!
- Olmaz, dedim. İtalyanca'da, "Bir arabayı soldan geçmek yasaktır!"
Türkçe'ye "Bir arabayı sollamak yasaktır!" diye çevrilebilir ama
"Bir arabanın sağından geçmek yasaktır!" denir,
"Sağdan sollamak yasaktır!" Türkçe'de denmez!
...
-i) Yabancı dili ya da dilleri iyi bilmeyen bir yeğenim bana sordu:
- Amca, dedi, (Philips'in "filips" olarak okunduğunu bilmediği için),
pilipis radyo almak istiyorum. İyi mi ki acaba?
- Pili temiz radyo alsan daha iyi olur! dedim.
...
-j) “ Diplomalı anı”.
...
-k) Türkiye'den trenle İtalya'ya yaptığım yolculuklardan birinde aynı bölmede bir İranlı vardı. Pek de iyi bilmediği Azerice ile bana sordu:
- Türkiye'de .....den kabak politikacı kim vardı?
- Vallaa, dedim, ondan kabağı yoktu!
Ben gülünce de, sorusunu bu kez ingilizce olarak sordu. O kadarını anladığım için çıkardım. Sonradan anladım ki
Azerice'de "önce" yerine "kabak" kullanılıyormuş.
...
-l) “ Pipolu anı”.
...
-m) Birinde Almanya içinde trenle yolculuk yapıyordum. Bulunduğum bölmeye, elinde sazı olan, bir Türk geldi. Konuşurken bana nerede ne yaptığımı sordu. Ben de:
- İtalya'da bir üniversitede hocalık yapıyorum, dedim.
O çok sevindi:
- Sevaptır. İyi olur. Aman yap!
(Beni din hocası sanmıştı, belli ki!)
...
-n) “ Milliyetçi anı”.
...
-o) “ İş kazalı anı”
...
-ö) Genç bir kadının kocası ölmüş. Adamı tabuta yerleştirdiklerinde, karısı, elindeki cep telefonunu da tabutun içine koyup:
- Kocacığım, demiş, öbür dünyaya varır varmaz bana telefon et, yolculuğunun nasıl geçtiğini bildir, olur mu?
Hemen tabuttaki ölmüş kocasından karşılık gelmiş:
- Karıcığım, seni ilgilendiren benim yolcuğun nasıl geçtiği mi yoksa benim öbür dünyaya varıp varmadığımdan emin mi olmak istiyorsun? Artık nasıl olsa öldüm! Şimdi olsun doğruyu söyle bana!
...

-p) Tanıdık bir Türk karı koca Venedik'e gelmişlerdi. Bunları gezdirirken kadın krem satılan bir dükkana girmek istedi. Girince de, kocasına:
- Ben dedi, arkadaşım, Ayfer'in kreminden isterim!
Kocası da:
- Ben ne bileyim senin arkadaşın Ayfer'in hangi kremi kullandığını.
Onu bilsen bilsen sen bilirsin!
- Sen ne biçim kocasın! Benim arkadaşımın kullandığı kremi bile bilmiyorsun.
Kocası:
- Bununla çarşıya çıkmaya yeminliydim. Buraya gelince yemini bozalım dedik. Olmayacak. Gene yemin edeceğim!
Baktım kavgaya tutuşacaklar.
- Durun, kavgaya gerek yok, dedim. Ben adama sorarım.
Dükkan sahibine sordum:
- Siz de Ayfer'in kreminden var mı?
- Nasıl bir kremmiş o? Benim hiç duymadığım bir markaya benziyor.
- Hanımefendinin Ayfer adlı arkadaşının kremiymiş.
Dükkan sahibi gülümsedi ve:
- Durun, ben size, sattığım bütün kremleri göstereyim. Bakalım onların arasında, bayanın arkadaşı Ayfer hanımın kremi de var mı?
Adamın tezgah üstüne sergilediği bütün kremleri inceledikten sonra, kadın gene kocasına çıkışarak:
- İşte şu krem, dedi, Ayfer'in kremi. İyi bak, öğren de, bir daha Ayfer'in kreminden isterim dediğim zaman al gel olur mu?
Kocası da:
- Deli olmak işten değil ama ne yaparsın?
...
-r) 1970'li yıllarda, Venedik'teki evimizin yakınlarındaki bir yere gitmek için çıkmıştım. Baharın ya da yazın olmalıydı. Kanal kıyısında yürürken, ikisi de güzel giyimli, görünüşe göre ikisi de efendiye benzer, uzun boylu, bir erkekle, ona göre daha kısa boylu, eşi olduğunu sandığım bir kadının Türkçe konuştuklarını duydum. Geçip gittim.
Dönüş sırasında, gene ikisi, aşağı yukarı giderken gördüğüm yerdeydiler ve biraz üzgün üzgün konuşuyorlardı. Kadın:
- Lokantaya girip tuz istemedin mi?
- İstedim. "Sal" dedim ama vermediler.
Bunu duyunca oradaki lokantadan "tuz" istediklerini anladım. Kendilerine yardımcı olmak istedim:
- İsterseniz, size yardımcı olabilirim.
Erkek:
- Yiyelim diye domates aldıydık. Tuzla yiyecektik.
Şuradan istedik vermediler.
- Önemli değil. Gelin ben size biraz ilerden tuz alayım dedim.
Yürürken erkek sordu:
- Siz burada ne yapıyorsunuz?
- Ben Venedik Üniversitesi'nde öğretim üyesiyim.
- O zaman ben de size kim olduğumu söyleyeyim. Ben AP Hatay mebusuyum (ya da: "mebusuydum", yanlış aklımda kalmadıysa). Bu da eşim. Venedik'e gezmeye gelmiştik. Gezerken canımız çekti. Biraz domates aldık yiyelim diye. Ancak bir türlü tuz bulamadık, şurdan istedik vermediler.
Onun için kıvranıp duruyorduk.
- Olur öyle şeyler buralarda, dedim. Siz benim kim olduğumu öğrendiniz, ben de sizin kimler olduğunuzu. Kabul ederseniz sizi şu yakınlardaki evimize götüreyim. Evde eşim, çocuğum da var. Orada hem oturur biraz konuşuruz, hem bir şeyler yersiniz.
- Sizleri rahatsız etmeyelim ama!
- Yok, dedim, rahatsız olmayız.
...
Onları alıp eve götürdüm. Birlikte yemek yedik. Kendilerini o gece evimizde ağırladık. Erkek konuşurken, bir aralık,
Meclis başkan vekilliği de yaptığını söyledi.
...
Ertesi gün Venedik'i gezdirmeye götürdüm. Gezerken bir aralık bana
şunu söyledi:
- Benim seyrek saçlı bir mebus arkadaşım var. Bu nerden duyduysa, İtalya'da, seyrek saçlar için de tarak olduğunu duymuş. Benden rica etti bulursan bir tane getir diye. Bir sorabilir miyiz?
- Olur, dedim. Sorarız.
- Epeyce dükkan dolaştık. Kolay değildi "Seyrek saçlı mebus kafasına tarak" bulmak. Girdiğimiz dükkanlardan kimisine, şaka yollu soruyordum:
- Sizde "seyrek saçlı mebus kafasına göre tarak" bulunur mu?
Önce şaşırıyorlardı:
- Seyrek saçlı mebus kafası da mı olurmuş?
- Niye olmasın? Seyrek saçlısı da var, sık saçlısı da, gür saçlısı da, keli de. Önemli olan mebusun iyi olması.
- Doğru, diyorlardı. Saçlarının sayısı önemli değil.
Bir eksikleri saçları olsa razıyız. İçlerinde ne hinoğluhinleri var.
Derken, "arayan belasını bulur mevlasını da" sözünde olduğu gibi, bir dükkanda "seyrek saçlı mebus kafasına tarak" da bulduk. Sanırım Türkiye'deki arkadaşı sevinmiştir.
...
Bu olayın beni daha çok etkileyen yanı, saçtan, taraktan çok,
karşılaştığımız mebusun durumuydu.
Namuslu birisi olmalıydı.
Yolsuzluklar yapmış olanlardan birisi olsaydı, elinde, dışarıya kaçırma yolunu bulduğu, dünyanın parası olurdu, nice lüks otellerde kalıp, lüks lokantalarda kalırdı ve, kesinlikle, birkaç domates alıp,
ünlü Venedik sokaklarında, tuzla yemeye çalışmazdı.
...
Buradan gittikten sonra bir daha görüşemedik ama önemli olan onun gibi, doğru olduğundan kuşkum olmadığı bir mebusu da tanımış olmaktı.
...
14. Ver elini, ara sıra, Türkiye.
İtalya'ya 1970'te, ikinci kez, ama artık, kesin, dönüşsüz olarak geldikten sonra da Türkiye ile ilişkimiz kesilmedi. Hemen her yıl, bir iki aylığına gidip geldik ve bu gidiş gelişler sürüyor da.
Dileğimiz daha nice yıllar sürmesi.
...
Bu gidiş gelişler sırasında da, bence, kimi ilginç, sevimli olaylar olmuştur. Bunlardan kimisini aşağıda veriyorum:
...
-a) 1970'li yıllarda, bir aralık, benim burada aldığım diplomaya bakarak,
üniversite öğrenimi görmüş olduğumun, Türkiye'deki Milli Eğitim
Bakanlığı'nca da (M.E.B.) onaylanması gerekti. Bakanlığın ilgili dairesine gittim. İstenilen belgeleri daire başkanının yazmanına verdim.
Bana dışarda beklememi söyledi. Ben de aralıktaki bir sandalyeye
oturup beklemeye başladım.
...
Onbeş yirmi dakika sonra yazman dışarı çıktı ve bana şunu söyledi:
- Daire başkanı sizinle ilgili kağıdı imzalamıyor?
- Neden?
- Belgelere bakıp bir kağıt düzenlemiş. O kağıtta sizin 1966-1962
arasında üniversite öğrenimi gördüğünüzü yazmış elyazısıyla.
Ben de kendisine
"Müdür Bey, bunun 1962-1966 olarak düzeltilmesi gerekir!"
deyince bana kudurdu.
"Sen nasıl oluyor da benim yazdığımı düzeltmeye kalkıyorsun?"
dedi.
Tam o sırada daire başkanı da çıkıp yanıma geldi:
- Siz, dedi bana, üniversiteyi "1966-1962" arasında mı yoksa
"1962-1966" arasında mı bitirdiniz?
- Müdür Bey, dedim,
"Milattan Önce" olsaydı, "1966-1962" olabilirdi ama şu sırada "Milattan Sonra" olduğumuza göre, doğrusunun "1962-1966" olması gerekir.
Sanırım benim söylediğim aklına yatmış olacak ki içeri geri döndü,
düzeltti ve yazman da makineyle yazdıktan sonra
imzalayıp verdi kağıdı.
...
Düşünebiliyor musunuz, böyle bir durumun, okumuşluğu yazmışlığı olmayan biriyle değil de, koskoca M.E.B.'nın, gene koskoca bir
bir daire başkanıyla ortaya çıktığını. Böyleleri başımızda oldukça,
gerisini siz anlarsınız artık!
...
-b) 12 Eylül 1980'de Kemerhisar'daydım. Tam da o gün
İtalya'ya dönmek için otobüsten bilet almıştım.
Bir de sabah öğrendik ki darbe olmuş.
Kimse evinden çıkamayacak. Dolayısıyla benim yolculuk da
geri kalmıştı. Bekliyorduk durumun açıklığa kavuşmasını.
...
Benim canım sıkılmıştı çünkü her şeyi ona göre ayarlamıştım. Ancak, annemin canı daha çok sıkkındı, evde kapanıp kaldığı için.
Kendi kendine söylenip duruyordu:
- Şunu kışın yapsalardı olmaz mıydı? Şimdi bağda bahçede yapacak
dünya kadar işimiz gücümüz var!
...
-c) Neyse ki öğleye doğru sokağa çıkma yasağı kaldırıldı. Gidip biletin
saatini değiştirdim ve öğleden sonra
Ankara'ya doğru yola çıktım otobüsle.
...
Ankara'ya girerken, yanımda, pencereye yakın oturan bir subay bana
sağdaki üç evin üstünde yazılı olanları gösterdi:
- Soldaki evin üstünde "solcu sözleri", sağdaki evin üstünde "sağcı
sözleri", ortadaki evin üstünde ise "satılık ev" diye yazılıydı.
...
-ç) “ Sürtünmeli anı”

-d) İtalya’dan arabayla geldiğimiz zamanlardan birinde, sisin yoğun olduğu bir akşam üstü, Bolu Dağı’nın o yokuşunu zar zor tırmanıp, kendimizi, soldaki Köroğlu Motel’in önüne attık. Ardımızdan Almanya plakalı bir minibüs de geldi. Eşyaları çıkarırken, minibüsün ( sonradan, Kırşehir’li ya da Nevşehir’li olduğunu söylediği) şöförü, benim arabanın da yabancı plakalı olduğunu görünce sordu:
- Sen nerde çalışıyorsun?
- Ben İtalya’da çalışıyorum.
- Niye Avrupa’ya gitmedin de İtalya’ya gittin?
- Ne yapalım? Benim kısmet Avrupa’ya değil italya’ya çıkmış!

...

-e) 1980’li yılların sonuyla 1990’lı yılların başında olmalıydı. Kayınbabanın Tatar’ın Sokağı’ndaki bahçesinden, yukarıya doğru, arabayla, her gidişimizde, soldaki çatal kapılı evlerden birinin önünde bulunan bir it bizi sanki deli ediyordu. Daha biz yaklaşırken hazırlanıyor, araba evin önüne doğru gelince saldırıya geçiyordu. Camlar kapalı olmasa arabanın içine girip çocuğu çoluğu parçalayacaktı. Arabadakilerin ordan her geçişte ödü kopuyordu. Bir gün aklıma geldi. “ Durun” dedim bizimkilere, “ ben bu ite öyle bir oyun oynayacağım ki bir daha bu haltı yemeye tövbe edecek!”.
O gün ordan geçerken arabanın arka pencerelerini iyice kapattırdım. Yalnızca benimkini açık bıraktım. Yavaş yavaş o evin önüne yaklaşıyorduk. Evin önünde sahipleriyle birlikte aynı it de vardı. Daha bizi geriden görür görmez saldırıya hazırlandı. Ben arabayı yavaş yavaş evin önüne doğru getirirken o da yavaş yavaş bizim arabaya doğru yaklaşıyordu. Tam benim camın yanına gelip de saldırıya geçeceği sırada, ben, camın açık penceresinden, ona, tam bir zobar it gibi, öyle bir havladım ki, it neye uğradığını şaşırdı. Ne havlayabildi ne de saldırabildi. Dili tutulmuş, aptallaşmış gibi, şöyle biraz baktıktan sonra uslu uslu geri dönüp gitti. Çatal kapı önündeki sahiplerinin yanına uzanıp yattı. Sezdirmeden de bize bakıyordu. O bakarken de sahipleri gülmekten kırılıyordu.
Belli ki, beklemediği anda, benim ona, sert biçimde havlamam ya da ürmem aklını almıştı. İçinden “Bu arabadaki it benden de azgınmış, keskinmiş! En iyisi bundan sonra doğru durmak, yiğitliği yere çalmamak! Kendinden azgın, keskin itlere karşı çıkmamak!...” diye düşünmüştür.
Gerçekten de o günden sonra, bizi rahat bıraktı. Her geçişimizde gene aynı kapının önünde yatıyordu. Artık kendinden daha keskin birinin kullandığı arabaya, şöyle, geriden, sezdirmeden, göz atıp uyur gibi yapıyor, gene içinden de “ Geç yiğidim geç!” diyor olmalıydı.
-f) yiyeceklerin, içeceklerin pek çoğu küçüklükten beri mideme dokunuyordu. Ancak, beş altı yıl öncesine dek, bunların neler oldukları, neden dokundukları, bir türlü anlaşılamamıştı ne doktorlarca ne de yapılan laboratuvar araştırmalarından.
En sonunda, bir araştırmada, gerçek ortaya çıktı. Bir de gördük ki, balık ve tavuk eti gibi, ak renkli etler ve yiyecekler değil de, kızıl olan öbür bütün etler, karpuz, çilek, domates gibi kızıl renkli bütün yiyecekler, kırmızı şarap gibi kızıl renkli bütün içkiler, içecekler, içlerinde bulunan o boya maddesi nedeniyle dokunuyormuş. Ondan sonra bütün bu yiyecekleri, içecekleri bıraktım. Midem de gerçekten epeyce rahatladı. Dolayısıyla, ben de, şakadan da olsa, başka açıdan, yorumumu yapmaktan geri kalamadım:
“ Şimdi anladım neden komünizmin de mideme iyi gelmediğini!”

-g) 2000'li yılların birinde, Kemerhisar Belediye Başkanı'nın odasındaydım. Bir aralık, içeriye belediye görevlilerinden birisi girdi.
Başkan ona:
- Bak oğlum, dedi, sen önümüzdeki ayın biriyle ikisinde şu kentteki
bir toplantıya katılacaksın.
- Toplantı kaç gün sürecek başkanım?
...
(Yorumunu siz yapın ve Kemerhisar Belediyesi'nde işlerin neden
tıkır tıkır yürüdüğünü anlayın!)
...
-h) Aynı yıllarda gene Kemerhisar Belediye Başkanı'nın odasındaydım.
Başkan yakınıyordu:
- Aabi, yaa, dedi, başım dertte bir vatandaşla. Adam hem belediyenin
kaldırımına kabak ekmiş, hem de, üstelik, onu sulamak için su istiyor!
- Bunda üzülecek ne var? Tersine sevinmelisiniz! Böylece ortaya,
kimsenin başka yerlerde yetiştirmediği, yepyeni bir kabak çeşidi
çıkmış olur. Adını da "Kaldırım kabağı" koyup belediye adına
tescil ettirirsiniz. Marka kabağı olur. Bol bol da reklamını yaptırırsınız bu "kaldırım kabağı yalnızca Tyana kaldırımlarında yetişir!"
diye. İyi de para kazanırsınız. Kazanacağınız parayla da belediyenin açıklarını kapatırsınız.
Artık para sıkıntınız da kalmaz bundan sonra!
...