Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!
Kaf Dağının arkasındaki antik ülke:
KOMMAGENE KRALLIĞI
Hüseyin KÜÇÜKKELEPÇE

Kaf dağı masallarda geçen hayali bir coğrafyanın adıdır. Yazıya bu üst başlığı koymamızın sebebi devletin genelde Adıyaman'a özelde ise Nemrut'a olan ilgisizliğini ifade etmek. Gerçekten bugün Adıyaman devletin ilgisine kaf dağı kadar uzaktır. Bir an şöyle düşünelim: Nemrut ve çevresindeki tarihi ve turistik eserler Fransa , isviçre gibi bir ülkenin toprakları içinde yer alsaydı durum ne olurdu? Varın siz düşünün. Fazla uzaklara gitmeye gerek yok bu eserler herhangi bir batı ilimizde olsaydı bile gerek gelen turist sayası gerekse ulaşım ve konaklama imkanları bugünkünden fersah fersah ileride olurdu. UNESCO'nun Dünya'nın tarihi mirası içine alarak koruma altına aldığı Kommagene Krallağı'na ait kalıntılara ulaşmak için doğru dürüst bir yol bile yok. Kahta'da ve Nemrut Dağı'na yakın oturan yöre halkı gelişememelerinin sebebini "Buralar Nemrut'un toprağı. Bize buralardan hayır gelmez" şeklinde açıkladıklarına çok defa şahit olmuşumdur. Oysa bu topraklarda Nemrutlarla birlikte Hz ibrahim'de yaşadı. Yani devletin ilgisizliği yöre insanını olumsuz düşünmeye ve umutsuzluğa itmiştir. Durumun böyle olumsuz olmasında yöre halkının da katkısı büyüktür. 1940'lardan itibaren gelen turist kafilelerini halk ne bugün batı illerimizde olduğu gibi "yulunacak bir kaz" olarak gördü ne de dürüst bir tacir olarak bir şeyler satmaya çalıştı.

Yörede yaşayan insanlar turiste geleneğini, kültürünü, dilini, dinini, folklörik değerlerini  ve ürettiklerini tanıtmaya hiç düşünmedi. Turizm ve Kültür Bakanlıkları da bu duruma yarım asırdır seyirci kaldı (kalıyor). 1951yılında kazı yapmak için Nemrut'a gelen Alman asıllı bir Arkeoloğun eşi olan Elenore Dörner yöreyi  şu cümlelerle dile getiriyor: "Nemrud Dağı'na çıkan yolda çadırımızın kapısında durduğumuz zaman başımızı kaldırdığımızda gökyüzünün parıltılı yıldızlarla işlenmiş gibi görünen koyu kadife halini görüyorduk. Arada ışık engeli olacak bir elektrik sokak lambası yoktu burada. "Bütün kış işte bu gökyüzünü özledim." derdi kocam... O ilk varışın şaşkınlığına eş değerde olanı yoktu. Dağlar bir daha hiç öyle ulu, ırmağın çağıltısı hiç öyle haşmetli gelmedi. Bu manzarının insanları ilk kez kendilerine uygun çerçeveleri içinde karşıma çıkıyordu.

İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerin kalabalığı arasında rengarenk giyimli köylü kadınlarını, şalvarlı, geniş dokuma kuşaklı görmesine görmüştüm. Ama orada sahipsiz, kazanç ararken yabancı çevreye vurmuş kimseler görünümü veriyorlardı.  Kadınlar şehir kadınları arasında çoğu zaman bakımsız ve pejmürde görünse de buranın yoksul dağmanzarasında uzun renkli entarileriyle rengarenk çiçekler gibi görünüyorlardı. Bende unutulmaz izler bıraktı; genç bir kadın mor elbisesi, koyu saçlarındaki altın takılarıyla pınara nasıl çömelmiş su alıyordu, ya da genç bir anne uzun açık renk çiçekli elbisesiyle katır sırtında, arkada semerde çocuğu nasıl geçip gitmişti. Esmer zayıf yüzlü, liman şehrinde tere bulanmış yük taşıyan zayıf ciddi erkekler, burada evlerinin eşiğinde efendi olarak karşımıza çıkıyordu. Taşlı dağ yollarında otomobil yoktu, ama keçi sürüleri ve katır kervanlarına rastlıyorduk, tarla kıyılarında keklikler havalanıyordu. Sonra köye geldik. ilk gelişimde yol öyle kötü, yokuş öyle dikti ki önce jipi nehir kıyısında bırakmak ve yayan yokuşu çıkmak zorunda kalmıştık. Dimdik kaya sırtlarında bir Orta çağ kalesinin yıkıntıları masmavi gökyüzüne doğru yükseliyordu. Kalenin karşısında Eski Kahta Köyü yayılıyordu. "

Bir belgesel- anı niteliği taşıyan  Elenore'nin kitabında yıllarca süren kazı çalışmaları ve bu çalışmalar süresince yöre insanıyla girilen dialoglar uzun uzun anlatılıyor. Acı olan yaklaşık elli yıl önce anlatılan manzaranın hala değişmeden sürmesi. Sanki bu yörede takvimlerden hiç yaprak kopartılmamış... Yol yine aynı yol. insanlar hala toprağa bağımlı olarak yaşıyor. Kadınlar hala renga renk Suriye kumaşlarından diktikleri fistanları giyiyor. Yeni olan tek şey telefon ve elektrik direkleri. Hatta negatif bir değişimden bile söz edilebilir. Çünkü 1950'li yıllarda patika yol dahi olmadığı için yöre halkı katırlarla turist taşıyarak bir nevi mihmandarlık yaparak para kazanıyordu. Bugün bu seçenekte yok. Nemrut tümülüsünün tam tepesine çıkan bir yol yapıldı yapılmasına ama Kahta tarafından değil Malatya tarafından. Bugün bir çok turis kafilesi Kahta'ya uğramadan Nemrut'a çıkıyor.

Yörede ciddi olarak turistlerle ilgilenenlerin başında çocuklar geliyor. Benim de çocukluğum Nemrut'a çıkan yolun üzerindeki bir köyde geçtiği için yaz aylarını turist arabalarına taş atarak bir nevi eğlenerek geçirdim. Yıllar sonra batıda hazırlanan gezi rehberlerinde çocukların tehlikeli olduğuna dikkat çekildiğini görünce turistin gezdiği yerlerde karşılaştığı olumsuzlukları ülkesine dönünce ilgili yerlere en ince detayına kadar  bildirdiğini fark ettim. Elenore kitabında bu konuya da değiniyor:"Dostlarımız bizi uyarmışlardı. Çocuklar tehlikelidir. Eğlenmek için, geçen arabalara taş atarlar. En iyisi yol kenarında çocuklar gördünüz mü el edin. O zaman şaşırırlar, ellerindeki taş yere düşer ve selamınıza karşılık verir, onlar da el eder." Turistlere bu derece kötü davranan sadece çocuklar değil. Son yıllarda Kahta'da sayıları epey artan baraka türü kamp yerlerinde de turistlere kötü davranıldığına (Cinsel taciz, dolandırma, hırsızlık gibi) dair haberler Avrupa basınına bile yansıdı. Turizmden bi haber olan kişilerin derme çatma olarak kurdukları bu tür izbe yerler aslında Kahta'nın imajına büyük darbe indirmektedir. Almanya'da yayınlanan bir haritada Kahta'da kurulu olan bir kampın "gitmeyin tehlikelidir" anlamına gelen kırmızı renkle işaretlendiğini kendi gözlerimle gördüm.