Güzel düşün,iyi hisset,yanılma,aldanma; ne varsa doğruluktadır.Doğruluk şaşar sanma.
NAZIM HİKMET RAN 

 


        

            

       


		
Karlı kayın ormanında 
yürüyorum geceleyin. 
Efkârlıyım, efkârlıyım, 
elini ver, nerde elin? 

Ayışığı renginde kar, 
keçe çizmelerim ağır. 
İçimde çalınan ıslık 
beni nereye çağırır? 

Memleket mi, yıldızlar mı, 
gençliğim mi daha uzak? 
Kayınların arasında 
bir pencere, sarı, sıcak. 

Ben ordan geçerken biri : 
"Amca, dese, gir içeri." 
Girip yerden selâmlasam 
hane içindekileri. 

Eski takvim hesabıyle 
bu sabah başladı bahar. 
Geri geldi Memed'ime 
yolladığım oyuncaklar. 

Kurulmamış zembereği 
küskün duruyor kamyonet, 
yüzdüremedi leğende 
beyaz kotrasını Memet. 

Kar tertemiz, kar kabarık, 
yürüyorum yumuşacık. 
Dün gece on bir buçukta 
ölmüş Berut, tanışırdık. 

Bende boz bir halısı var 
bir de kitabı, imzalı. 
Elden ele geçer kitap, 
daha yüz yıl yaşar halı. 

Yedi tepeli şehrimde 
bıraktım gonca gülümü. 
Ne ölümden korkmak ayıp, 
ne de düşünmek ölümü. 

En acayip gücümüzdür, 
kahramanlıktır yaşamak : 
Öleceğimizi bilip 
öleceğimizi mutlak. 

Memleket mi, daha uzak, 
gençliğim mi, yıldızlar mı? 
Bayramoğlu, Bayramoğlu, 
ölümden öte köy var mı? 

Geceleyin, karlı kayın 
ormanında yürüyorum. 
Karanlıkta etrafımı 
gündüz gibi görüyorum. 

Şimdi şurdan saptım mıydı, 
şose, tirenyolu, ova. 
Yirmi beş kilometreden 
pırıl pırıldır Moskova...
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
«Malatya» diyorum, 
senin çatık kaşlarından başka bir şey gelmiyor aklıma. 
Bursa'da kaplıcalar 
Amasya'da elma 
Diyarbakır'da karpuz ve akrep. 
fakat senin oranın, 
Malatya'nın 
nesi meşhurdur, 
yemişlerinden ve böceklerinden hangisi, 
suyu mu, havası mı? 
Düşün ki hapisanesi hakkında bile fikrim yok. 
Yalnız : 
bir oda, 
bir tek penceresi var : 
çok yüksek olan tavana yakın. 
Sen ordasın 
dar ve uzun bir kavanozda 
küçük bir balık gibi... 
Teşbihim hoşuna gitmeyebilir. 
Hele bu günlerde 
kendini kafeste arslana benzetiyorsundur. 
Haklısın Kemal Tahir, 
emin ol ben de öyle, 
muhakkak ki arslanız, 
şaka etmiyorum 
hattâ daha dehşetli bir şey : 
insanız... 
Hem de hangi tarihte, hangi sınıftan, 
malum... 
Lâkin demir kafesle kavanoz bahsinde iş değişmiyor, 
ikisi de bir, 
hele bu günlerde... 
- Bunu içerde rahat ve masun 
yatan bilir - ... 

Hele bu günlerde, 
Sarıyerli Emin Beyin fıkralarına gülmek, 
sevgili kitapların ve domatesin lezzeti, 
tahtakurularına rağmen uyku 
- günde üç tatlı kaşığı Adonille de olsa - 
ve Tahir'in oğlu Kemal 
hattâ mektup gelmesi senden 
ve hattâ ses duymak, dokunmak, görebilmek havanın ışığını, 
karıma olan aşkımdan başka 
nefsimin herhangi bir rahatlığını 
affedemiyorum... 

Fartı-hassasiyet? 
Değil. 
Döğüşememek, 
bir mavzer kurşunu kadar olsun 
bilfiil 
doğrudan doğruya... 
Ancak kavgada vurulan acı duymaz 
ve kavga edebilmek hürriyetidir 
en mühimi hürriyetlerin. 
İçerim yanıyor, Kemal, 
dışarım serin... 

Anlıyorsun ya, 
zaten ettiğim lâf 
bizim lâflarımızın herhangi biri : 
çok konuşulmuş, 
ve konuşulmakta olan... 
Şimdi kim bilir kaç yerde, kaç insan, 
dizlerinde âtıl ve çaresiz yatan ellerine küfredip acıyarak 
bu lâfları ediyor... 

Anlıyorsun ya, 
zarar yok, 
ben anlatacağım yine!... 
Elden hiçbir şey gelmediği zaman 
konuşup anlatmanın alçak tesellisi? 

Belki evet, 
belki hayır... 
Hayır öyle değil. 
Hangi teselli bırak be dinini seversen bırak... 
Bu, düpedüz, 
başın önde, olduğun yerde dolanarak 
kükremek, böğürüp bağırmak, Kemal...
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Hava kurşun gibi ağır!! 
Bağır 
bağır 
bağır 
bağırıyorum. 
Koşun 
kurşun 
erit- 
-meğe 
çağırıyorum... 

O diyor ki bana: 
- Sen kendi sesinle kül olursun ey! 
Kerem 
gibi 
yana 
yana... 
«Deeeert 
çok, 
hemdert 
yok» 
Yürek- 
-lerin 
kulak- 
-ları 
sağır... 
Hava kurşun gibi ağır... 

Ben diyorum ki ona: 
- Kül olayım 
Kerem 
gibi 
yana 
yana. 
Ben yanmasam 
sen yanmasan 
biz yanmasak, 
nasıl 
çıkar 
karan- 
-lıklar 
aydın- 
-lığa.. 

Hava toprak gibi gebe. 
Hava kurşun gibi ağır. 
Bağır 
bağır 
bağır 
bağırıyorum. 
Koşun 
kurşun 
erit- 
-meğe 
çağırıyorum.....
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Hepimiz kırk yıl önce doğduk, 
kırk yıl önce sabahleyin 
kırk yıl önce gün ışırken Bedreddin'in İznik Gölü'nde 
çamlı bellerinden birinde Köroğlu'nun 
ve Sibirya'dan, esirlikten dönen Bolşevik Osman 
pusuya düşürürken Urfa yolunda seher vakti Fıransızı. 

Hepimiz kırk yaşındayız 
yirmisine basanımız da 
altmışını geçenimiz de 
atılıp ölenimiz de İstanbul'da Müdüriyet penceresinden. 

Bu kırkıncı yılımızda 
ne bir ormanız 
ne şose boyunda tek tük kavak ağacı 
bir tarlayız tohumu saçılmış. 

Hepimiz kırkına bastık bu sabah 
hapiste yatanımız, 
işyerindekilerimiz, muhacirimiz. 
Hepimiz kırkına bastık bu sabah. 
Yoldaşlar yeni yeni yıllara!
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Kışlık Saray'da Kerenski. 
Smolni'de Sovyetler ve Lenin, 
sokakta o n l a r . 
O n l a r biliyorlar ki, O : 
"- Dün erkendi, yarın geç. 
Vakit tamam bugün," dedi. 
O n l a r : "- Anladık, bildik," - dediler. 
Ve hiçbir zaman 
bildiklerini bu kadar müthiş ve mükemmel bilmediler... 
İşte : cepheden dönen süngüleri, 
kamyonları, mitralyözleriyle, 
hasretleri, ümitleri, mukaddes iştihaları, 
rüzgârda karın üstünde savrulan sözleriyle 
o n l a r yürüyorlar kışlık saraya... 

Putilovski Zavot'tan Bolşevik Kitof : 
"- Bugün büyük bir gündür, yoldaşlar, - diyor, - büyük bir gündür. 
Ve ihtar ederim ki çapul yapmak isteyenlere 
artık Kışlık Saray ve bütün Rusya işçinin ve köylünündür." 
Tesviyeci Topal Sergey : 
"- Hey gidi dünya, - diyor, - hey, 
ben 905'te on yaşımda geçtim bu yoldan : 
en önde iri, mazlum gözlü azize tasvirleri, 
yalnayak çocuklar, kocakarılar 
ve uzun saçlı papaz Gapon... 
Karşıda, kırmızı pencerede, bütün Rusların çarı 
sapsarı bakıyordu bize. 
Kadınlar ağlaşarak toprağa diz çöktüler. 
Ben kaldırmıştım ki elimi istavroz çıkarmak için 
birdenbire dörtnala Kazaklar geldi karşımıza. 
Kazaklar şahlanmış bir at ve simsiyah bir kalpaktılar. 
Biz çocuklar bağrışarak serçe kuşları gibi düştük. 
Bir at nalı ezdi benim dizkapağımı..." 
Ve Topal Sergey bacağını sürüyerek 
yürüyor o n l a r l a Kışlık Saray'a... 
Rüzgârdır 
kardır 
ve insanlardır hâkim olan manzaraya. 

Lehistan cephesinden gelen köylü İvan Petroviç'in gözleri 
karanlıkta kedi gözleri gibi görüyor : 
"- Ehhh, Matuşka, - diyor, - 
yeşil başlı ördek gibi toprağı attık çantaya..." 

Sütunların arkasından ateş açtı Kışlık Saray, 
ateş açtı yüzü güzel Yunkersler 
ve şişman orospular. 
Tesviyeci Topal Sergey : 
"- Hey gidi dünya, - dedi, - hey, 
Kerenski kalmış kimlere..." 
Ve topal bacağının üstünden 
düştü yere... 
Köylü İvan Petroviç, 
yağlı, semiz toprağı avucunun içinde görüp 
ve kırmızı sakalına tükürüp 
bir Ukrayna şarkısı gibi işletiyor mitralyözü... 

Gecenin ortasında kırmızı tuğladan Kışlık Saray 
ve limanda üç bacalı Avrora... 

Bolşevik Kitof haykırdı yoldaşlara : 
"- Yoldaşlar, - dedi, - 
tarih 
yani işçi ve köylü sınıfları, 
yani kızıl asker, 
yani, bir meşale yakıyoruz, - dedi, - 
hücuma kalkıyoruz, - dedi... 

Ve Neva nehrinde buzlar kızarırken 
o n l a r bir çocuk gibi iştihalı 
ve rüzgâr gibi cesur, 
Kışlık Saray'a girdiler. 

Demir, kömür ve şeker, 
ve kırmızı bakır, 
ve mensucat, 
ve sevda ve zülum ve hayat, 
ve bilcümle sanayi kollarının, 
ve küçük ve büyük ve Beyaz Rusya ve Kafkasya, Sibirya ve Türkistan, 
ve kederli Volga yollarının 
ve şehirlerin bahtı 
bir şafak vakti değişmiş oldu. 

Bir şafak vakti karanlığın kenarından 
karlı çizmelerini o n l a r 
mermer merdivenlere bastıkları zaman...
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Kapıları çalan benim 
kapıları birer birer. 
Gözünüze görünemem 
göze görünmez ölüler. 

Hiroşima'da öleli 
oluyor bir on yıl kadar. 
Yedi yaşında bir kızım, 
büyümez ölü çocuklar. 

Saçlarım tutuştu önce, 
gözlerim yandı kavruldu. 
Bir avuç kül oluverdim, 
külüm havaya savruldu. 

Benim sizden kendim için 
hiçbir şey istediğim yok. 
Şeker bile yiyemez ki 
kâat gibi yanan çocuk. 

Çalıyorum kapınızı, 
teyze, amca, bir imza ver. 
Çocuklar öldürülmesin 
şeker de yiyebilsinler.
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Kocalmaya alışıyorum dünyanın en zor zanaatına, 
kapıları çalmaya son kere, 
durup durmadan ayrılığa. 
Saatler, akarsınız, akarsınız, akarsınız... 
Anlamaya çalışıyorum inanmayı yitirmenin pahasına. 
Bir söz söyleyecektim sana söyleyemedim. 
Dünyamda sabahleyin aç karına içilen cıgaramın tadı. 
Ölüm kendinden önce bana yalnızlığını yolladı. 
Kıskanıyorum öylelerini kocaldıklarının farkında bile değiller, 
öylesine başlarından aşkın işleri.
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Diyet 

Gözlerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey, 
iki gözünüzle bakarsınız, 
iki kurnaz, 
iki hayın, 
ve zeytini yağlı iki gözünüzle 
bakarsınız kürsüden Meclis'e kibirli kibirli 
ve topraklarına çiftliklerinizin 
ve çek defterinize. 
Ellerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey, 
iki elinizle okşarsınız, 
iki tombul, 
iki ak, 
vıcık vıcık terli iki elinizle 
okşarsınız pomadalı saçlarınızı, 
dövizlerinizi, 
ve memelerini metreslerinizin. 
İki bacağınızın ikisi de yerinde, Adnan Bey, 
iki bacağınız taşır geniş kalçalarınızı, 
iki bacağınızla çıkarsınız huzuruna Eisenhower'in, 
ve bütün kaygınız 
iki bacağınızın arkadan birleştiği yeri 
halkın tekmesinden korumaktır. 
Benim gözlerimin ikisi de yok. 
Benim ellerimin ikisi de yok. 
Benim bacaklarımın ikisi de yok. 
Ben yokum. 
Beni, Üniversiteli yedek subayı, 
Kore'de harcadınız, Adnan Bey. 
Elleriniz itti beni ölüme, 
vıcık vıcık terli, tombul elleriniz. 
Gözleriniz şöyle bir baktı arkamdan 
ve ben al kan içinde ölürken 
çığlığımı duymamanız için 
kaçırdı sizi bacaklarınız arabanıza bindirip. 
Ama ben peşinizdeyim, Adnan Bey, 
ölüler otomobilden hızlı gider, 
kör gözlerim, 
kopuk ellerim, 
kesik bacaklarımla peşinizdeyim. 
Diyetimi istiyorum, Adnan Bey, 
göze göz, 
ele el, 
bacağa bacak, 
diyetimi istiyorum, 
alacağım da.
 25 Haziran 1959
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Başlangıç 

Kim bilir kaç milyon ton ağırlığında 
ummanda çalkalanmakta su. 
En yalnız dalganın üzerinde 
boş bir konserve kutusu... 

+ 1 
Bir aydır ki hapisane geceleri böyledir : 
kızgın dişi kediler 
- apışları ıslak 
tüyleri diken diken 
enselerinde diş yerleri - 
bazan kuş 
bazan insan sesi çıkarıp 
dolaşıyorlar 
gebe kalana kadar. 

Mevsim bahara yakın. 
Hava lodos. 
Nasıl şiddetli 
nasıl sıcak esiyor... 

Biz altı yüz adet 
kadınsız erkeğiz. 
Alınmış elimizden 
doğurtmak imkânımız. 
En müthiş kudretim yasak bana : 
yeni bir hayat aşılamak, 
bereketli bir rahimde yenmek ölümü, 
yaratmak seninle beraber : 
sevgilim, yasak bana etine dokunmak senin... 

Mevsim bahara yakın. 
Fırtına. 
Lodos. 
Nasıl şiddetli 
nasıl sıcak esiyor... 

Bir yerlerde bir cam kırıldı yine 
- bu gece bu üçüncüsü -. 
Hangi boş koğuşun kapısı açık kalmış, 
küüüt, küt, 
nasıl çarpıyor... 

+ 2 
Tepedelen cephesinde bir ceset, 
örtülüyor altında karların, 
ve başından uçan miğferi 
yuvarlanıyor önünde rüzgârın... 

+ 3 
Fabrikanın avlusunda 
elektrik ışığı, 
ucunda ince bir telin 
sallanıyor iki yana. 
Bir kadın. 
Boynu çıplak, 
uzun saçlarıyla etekleri uçarak 
atölyenin kapısında... 

Rüzgâr vurdu putrellere. 
Atölyenin saçağından 
büyük bir buz parçası düştü yere... 

+ 4 
Ovaya dörtnala yaylılar iniyor : 
çıngıraklar hamutlarında beygirlerin. 
Ve iki yanda çırpınan muşambalarıyla 
koşuyorlar gece yarısı denize doğru... 

+ 5 
İnce uzun kılçıklardan ibaret kalan kavak ağaçları 
aydınlıktılar 
mehtâbolmadığı halde. 
Ve kalın 
ve dallı budaklı kestaneler kımıldanıyor 
- iki yana sallanıyor değil 
ağır ağır yer değiştiriyorlar âdeta - 
gidiyordu göz alabildiğine 
yıldızların ışığında 
yapraksız ahşap kalabalığı... 
Buna rağmen bu lodos, 
bu uğultu. 
Buna rağmen havada 
dişi bir ten kokusu 
ve yüklü bir yumurtalığın sıcaklığı... 
Dağlarda kar çözülüyor. 
Yürüyor usareler 
yapraksız dalların ucuna doğru. 
Gebe. 
Gebelik. 
Mevsim bahara yakın 
ve doğumun 
- korkunç 
güzel 
ve sıcaktır - 
günü doldu dolacak...
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Su basinda durmusuz,


cinarla ben.
Suda suretimiz cikiyor,

cinarla benim.
Suyun savki vuruyor bize,

cinarla bana.
Su basinda durmusuz,

cinarla ben, bir de kedi.
Suda suretimiz cikiyor,

cinarla benim, bir de kedinin.
Suyun savki vuruyor bize,

cinarla bana, bir de kediye.
Su basinda durmusuz,

cinar, ben, kedi, bir de gunes.
Suda suretimiz cikiyor,

cinarin, benim, kedinin, bir de gunesin.
Suyun savki vuruyor bize,

cinara, bana, kediye, bir de gunese.
Su basinda durmusuz,

cinar, ben, kedi, gunes, bir de omrumuz.
Suda suretimiz cikiyor,

cinarin, benim, kedinin, gunesin, bir de omrumuzun.
Suyun savki vuruyor bize,

cinara, bana, kediye, gunese, bir de omrumuze .
Su basinda durmusuz.
Once kedi gidecek,

kaybolacak suda sureti.
Sonra ben gidecegim,

kaybolacak suda suretim.
Sonra cinar gidecek,

kaybolacak suda sureti.
Sonra su gidecek

gunes kalacak;

sonra o da gidecek...
Su basinda durmusuz.
Su serin,
Cinar ulu,
Ben siir yaziyorum.
Kedi uyukluyor
Gunes sicak.
Cok sukur yasiyoruz.
Suyun savki vuruyor bize
Cinara bana, kediye, gunese, bir de omrumuze....…
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
O mavi gözlü bir devdi. 
Minnacık bir kadın sevdi. 
Kadının hayali minnacık bir evdi, 
bahçesinde ebruliii 
hanımeli 
açan bir ev. 

Bir dev gibi seviyordu dev. 
Ve elleri öyle büyük işler için 
hazırlanmıştı ki devin, 
yapamazdı yapısını, 
çalamazdı kapısını 
bahçesinde ebruliiii 
hanımeli 
açan evin. 

O mavi gözlü bir devdi. 
Minnacık bir kadın sevdi. 
Mini minnacıktı kadın. 
Rahata acıktı kadın 
yoruldu devin büyük yolunda. 
Ve elveda! deyip mavi gözlü deve, 
girdi zengin bir cücenin kolunda 
bahçesinde ebruliiii 
hanımeli 
açan eve. 

Şimdi anlıyor ki mavi gözlü dev, 
dev gibi sevgilere mezar bile olamaz: 
bahçesinde ebruliiiii 
hanımeli 
açan ev..
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Cok yorgunum, beni bekleme kaptan.
Seyir defterini baskasi yazsin.
Cinarli, kubbeli, mavi bir liman.
Beni o limana cikaramazsin...
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Bir yandan cellatlar girdi araya, 
Bir yandan, oyun etti bana 
bu mendebur yürek, 

Nasip olmayacak Memed'im yavrum, 
seni bir daha görmek. 

Biliyorum, 

buğday başağı gibi delikanlı olacaksın, 
ben de öyleydim gençliğimde, 
kumral, ince, uzun; 

gözlerin ananınkiler gibi kocaman, 
bazen de bir parça bir tuhaf mahzun; 
alnın alabildiğine aydınlık; 
herhalde sesin de olacak 
- berbattı benimkisi - 

türküler döktüreceksin yanık mı yanık... 
Konuşmasını mı bileceksin 
- ben de becerirdim o işi 
sinirlenmediğim zamanlar - 

bal damlayacak dilinden. 
Vay, Memet, kızların çekeceği var 
senin elinden. 

Müşküldür 
babasız büyütmek erkek evladı. 

Ananı üzme oğlum, 
ben güldürmedim yüzünü, 
sen güldür. 

Anan, 
ipek gibi kuvvetli, ipek gibi yumuşak; 
anan, 
nineliğinde bile güzel olacak 
onu ilk gördüğüm günkü gibi, 
Boğaziçi'nde, 
on yedisinde 
ay işığı, günışığı, can eriği, 
dünya güzeli. 

Anan, 
ayrıldık bir sabah, 
buluşmak üzre, 
buluşamadık. 

Anan, 
anaların en iyisi en akıllısı, 
yüz yıl yaşar inşallah... 

Ölmekten, oğlum korkmuyorum, 
ama ne de olsa 
iş arasında bazen 
irkilip ansızın, 

yahut yalnızlığında uyku öncesinin 
günleri saymak biraz zor. 

Dünyada doymak olmuyor, Memet, 
doymak olmuyor... 

Dünyada kiracı gibi değil, 
yazlığa gelmiş gibi de değil, 
yaşa dünyada babanın eviymiş gibi... 
Tohuma, toprağa, denize inan. 
İnsana hepsinden önce. 

Bulutu, makinayı, kitabı sev, 
insanı hepsinden önce. 

Kuruyan dalın 
sönen yıldızın 
sakat hayvanın 
duy kederini, 
hepsinden önce de insanın. 

Sevindirsin seni cümlesi nimetlerin 
sevindirsin seni karanlık ve aydınlık, 
sevindirsin seni dört mevsim. 
ama hepsinden önce insan sevindirsin seni. 
Memet, 
memleketler içinde bir şirin memlekettir 
Türkiye, 
bizim memleket, 
insanı da, 
su katılmamışı, 
çalışkandır, ağırbaşlı, yiğittir, 
ama dehşetli fakir. 
............. 
............... 
Memet, 
ben dilimden, türkülerimden, 
tuzumdan, ekmeğimden uzakta, 
anana hasret, sana hasret, 
yoldaşlarıma, halkıma hasret öleceğim, 
ama sürgünde değil, 
gurbet ellerde değil, 

öleceğim rüyalarımın memleketinde, 
beyaz şehrinde en güzel günlerimin. 
............. 
...........…
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Karsi yaka memleket,
sesleniyorum Varna'dan,

isitiyor musun?

Memet! Memet!


Karadeniz akiyor durmadan,
deli hasret, deli hasret,
oglum, sana sesleniyorum,

isitiyor musun?

Memet! Memet!
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
İkinci Bölüm
I

Atlantiğin dibinde upuzun yatıyorum, efendim, 
Atlantiğin dibinde 
dirseğime dayanmış. 
Bakıyorum yukarıya: 
bir denizaltı gemisi görüyorum, 
yukarıda, çok yukarıda, başımın üzerinde, 
yüzüyor elli metre derinde, 
balık gibi, efendim, 
zırhının ve suyun içinde balık gibi kapalı ve ketum. 
Orası camgöbeği aydınlık. 
Orda, efendim, 
orda yeşil, yeşil, 
orda ışıl ışıl, 
orda yıldız yıldız yanıyor milyonlarla mum. 
Orda, ey demir çarıklı ruhum, 
orda tepişmeden çiftleşmeler, çığlıksız doğum, 
orda dünyamızın ilk kımıldanan eti, 
orda bir hamam tasının mahrem şehveti, 
mahrem şehveti efendim, 
gümüş kuşlu bir hamam tasının 
ve koynuna ilk girdiğim kadının kızıl saçları. 
Orda rengarenk otları, köksüz ağaçları 
kıvıl kıvıl mahlukları deniz dünyasının, 
orda hayat, tuz, iyot, 
orda başlangıcımız, Hacıbaba, 
orda başlangıcımız 
ve orda hain, çelik ve sinsi 
bir denizaltı gemisi. 
400 metroya kadar sızıyor ışık. 
Sonra alabildiğine derin 
alabildiğine derin karanlık. 
Yanlız ara sıra 
acayip balıklar geçiyor karanlığın içinde 
ışık saçarak. 
Sonra onlar da yok. 
Artık dibe kadar inen 
kat kat kalın sular kati ve mutlak 
ve en dipte ben. 
Ben, upuzun yatıyorum, Hacıbaba, 
upuzun yatıyorum dibinde Atlantiğin 
dirseğime dayanmış, 
bakıyorum yukarlara. 
Avrupa Amerika' dan Atlantiğin yüzünde ayrıdır 
dibinde değil. 
Gazgemileri gidiyor yukarda, çok yukarda, birbiri peşi sıra. 
Omurgalarının altını görüyorum, 
omurgalarının altını. 
Dönüyor keyifili keyifli pervaneleri. 
Dümenleri ne tuhaf suyun içinde 
İnsanın tutup tutup kıvırası geliyor. 
Köpekbalıkları geçti gemilerin altından, 
karınlarını gördüm 
ağızları da orda. 
Gemiler şaşırdılar birdenbire, 
herhalde köpekbalıklarından değil. 
Denizaltı gemisi bir torpil attı, efendim 
bir torpil. 
Gemilerin dümenlerine baktım: 
telaşlı ve korkaktılar. 
Gemilerin omurgalarında imdat arar gibi bir hal vardı, 
gemiler bir bıçak darbesinden en yumuşak yerini 
karnını saklamak isteyen insanlara benziyorlardı. 
Denizaltılar birden üç oldular, derken, altı, yedi, sekiz. 
Gazgemileri düşmana ateş açarak 
insanlarını ve yüklerini suya döküp saçarak 
batmaya başladılar. 
Mazot, gaz, benzin, 
tutuştu yüzü denizin. 
Bir alev deryasıdır şimdi yukarda akan, 
yağlı ve yapışkan 
bir alev deryası efendim. 
Kıpkızıl, gömgök, kapkara, 
arzın ilk teşekkülü hengamesinden bir manzara. 
Ve denizin yüzüne yakın suyun içi allak bullak. 
Köpürüp, dağılıp parçalanmalar. 
Yukardan dibe doğru inen gazgemisine bak. 
Gece uykuda gezenler gibi bir hali var: 
lunatik. 
Geçti kargaşalığı, 
girdi deniz dünyasının cennetine. 
Fakat durmadan iniyor. 
Kayboldu ıslak karanlıkta. 
Artık baskıya dayanamaz, parçalanır. 
ve direği, efendim, bacası yahut 
nerdeyse yanıma düşer. 
Yukarda insanla dolu denizin içi. 
Bir tortu gibi dibe çöküyorlar 
tortu gibi çöküyorlar, Hacıbaba. 
Baş aşağı, baş yukarı, 
uzanıp kısalıyor, bir şeyler aranıyor kolları bacakları. 
Ve hiçbir yere, hiçbir şeye tutunamadan 
onlarda iniyorlar dibe doğru. 
Birden bire bir denizaltı düştü yanıbaşıma. 
Parçalanmış bir tabut gibi açıldı köprüüstü kaportası 
ve Münihli Hans Müller dışarı çıkıverdi. 
39 ilkbaharında denizaltıcı olmadan önce 
Münihli Hans Müller 
Hitler hücum kıtası altıncı tabur 
birinci bölük 
dördüncü mangada sağdan üçüncü neferdi. 
Münihli Hans Müller 
üç şey severdi: 
1-Altın köpüklü arpa suyu 
2-Şarki Prusya patatesi gibi dolgun ve beyaz etli Anna. 
3-Kırmızı lahana. 
Münihli Hans Müller için 
vazife üçtü: 
1-Çakan bir şimşek 
gibi mafevke selam vermek. 
2-Yemin etmek tabancanın üzerine. 
3-Günde asgari üç çıfıt çevirip 
sövmek sinsilelerine. 
Münihli Hans Müller'in 
kafasında, yüreğinde, dilinde üç korku vardı: 
1-Der Führer. 
2-Der Führer. 
3.Der Führer. 
Münihli Hans Müller 
sevgisi, vazifesi ve korkusuyla 
39 ilkbaharına kadar 
bahtiyar 
yaşıyordu. 
Ve Vagneryen bir operada do sesi gibi heybetli 
Şarki Prusya patatesi gibi dolgun ve beyaz etli 
Anna'nın 
tereyağı ve yumurta krizinden şikayet etmesine 
şaşıyordu. 
Diyordu ki ona: 
-Bir düşün Anna, 
yepyeni bir manevra kayışı takacağım, 
pırıl pırıl çizmeler giyeceğim ben. 
Sen beyaz ve uzun entari giyeceksin, 
balmumundan çiçekler takacaksın başına. 
Tepemizde çatılmış kılıçların altından geçeceğiz. 
Ve mutlak 
hepsi erkek 12 çocuğumuz olacak. 
Bir düşün Anna, 
tereyağı, yumurta yiyeceğiz diye 
top, tüfek yapmazsak eğer 
yarın 12 oğlumuz nasıl muharebe eder? 

Münihlinin 12 oğlu muharebe edemediler 
çünkü doğamadılar, 
çünkü henüz, efendim, Anna'yla zifaf vaki olmadan önce 
bizzat harbe girdi Hans Müller. 
Ve şimdi 41 sonbaharı sonlarında 
dibinde Atlantiğin 
benim karşımda durmaktadır. 
Seyrek sarı saçları ıslak, 
kırmızı sivri burnunda esef, 
ve ince dudaklarının kıyılarında keder. 
Yanı başımda durduğu halde 
yüzüme çok uzaklardan bakıyor, 
İnsanın yüzüne nasıl bakarsa ölüler. 
Ben biliyoum ki, o bir daha görmeyecek Anna'yı, 
ve artık bir daha arpa suyu içip 
yiyemeyecek kırmızı lahanayı. 
Ben bütün bunları biliyorum, efendim, 
ama o bütün bunları bilmiyor. 
Gözü bir parça yaşlı, 
silmiyor. 
Cebinde parası var, 
çoğalıp eksilmiyor. 
Ve işin tuhafı 
artık ne kimseyi öldürebilir 
ne de kendisi ölebilir bir daha. 
Şimdi şişecek birazdan, 
yükselecek yukarıya, 
sular sallayacak onu 
ve balıklar yiyecek sivri burnunu. 

Ben 
Hans Müller'e bakıp, Hacıbaba, bunları düşünürken 
yanımızda peyda oluverdi 
Liverpul Limanından Harri Tomson. 
Gazgemilerinden birinde serdümendi. 
Kaşları ve kirpikleri yanmıştı. 
Gözleri sımsıkı kapalıydı. 
Şişman ve matruştu. 
Bir karısı vardı Tomson'un: 
tavan süpürgesi gibi bir kadın, 
tavan süpürgesi gibi, efendim, zayıf, uzun, titiz, temiz 
ve tavan süpürgesi gibi münasebetsiz. 
Bir oğlu vardı Tomson'un: 
altı yaşında bir oğlan, Hacıbaba, 
tombul mu tombul, pembe beyaz, sarı papa mı sarı papa. 
Tuttum Tomson'un elinden. 
Açmadı gözlerini. 
"-Vefat ettiniz" dedim. 
"-Evet " dedi, "İngiliz imparatorluğu ve hürriyeti için: 
Canım isterse, harp içinde bile Çörçil'e sövmek hürriyeti 
ve canım istemese de aç kalmak hürriyeti uğruna. 
Fakat değişecek hürriyette bu son bahis, 
harpten sonra artık işsiz ve aç kalacak değiliz. 
Planı hazırlıyor Lordlarımızdan biri. 
Adalet: ihtilalsiz. 
Ben İngiliz İmparatorluğu'nu dağıtmaya gelmedim, dedi Çörçil. 
Ben de ihtilal çıkarmaya gelmedim: 
buna Kenterburi başpiskoposu 
bizim tredünyonun reisi 
ve karım razı değil. 
Ay bek yur pardın. 
İşte bu kadar, 
nokta, son." 
Sustu Tomson. 
Ve ağzını açmadı bir daha. 
İngilizler fazla konuşmayı sevmezler, 
hele hümoru seven ölü İngilizler. 

Tomson' la Müller'i yanyana yatırdım. 
Şiştiler yan yana, 
yan yana yükseldiler yukarı doğru. 
Balıklar Tomson'u afiyetle yediler, 
fakat dokunmadılar ötekisine, 
Hans'ın etiyle zehirlenmekten korktular anlaşılan. 
Hayvan deyip geçme, Hacıbaba, 
sen de hayvansın ama 
akıllı bir hayvan...
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Memleketimi seviyorum : 
Çınarlarında kolan vurdum, hapisanelerinde yattım. 
Hiçbir şey gidermez iç sıkıntımı 
memleketimin şarkıları ve tütünü gibi. 

Memleketim : 
Bedreddin, Sinan, Yunus Emre ve Sakarya, 
kurşun kubbeler ve fabrika bacaları 
benim o kendi kendinden bile gizleyerek 
sarkık bıyıkları altından gülen halkımın eseridir. 

Memleketim. 
Memleketim ne kadar geniş : 
dolaşmakla bitmez, tükenmez gibi geliyor insana. 
Edirne, İzmir, Ulukışla, Maraş, Trabzon, Erzurum. 
Erzurum yaylasını yalnız türkülerinden tanıyorum 
ve güneye 
pamuk işleyenlere gitmek için 
Toroslardan bir kerre olsun geçemedim diye 
utanıyorum. 

Memleketim : 
develer, tren, Ford arabaları ve hasta eşekler, 
kavak 
söğüt 
ve kırmızı toprak. 

Memleketim. 
Çam ormanlarını, en tatlı suları ve dağ başı göllerini seven 
alabalık 
ve onun yarım kiloluğu 
pulsuz, gümüş derisinde kızıltılarla 
Bolu'nun Abant gölünde yüzer. 
Memleketim : 
Ankara ovasında keçiler : 

kumral, ipekli, uzun kürklerin pırıldaması. 
Yağlı, ağır fındığı Giresun'un. 
Al yanakları mis gibi kokan Amasya elması, 
zeytin 
incir 
kavun 
ve renk renk 
salkım salkım üzümler 
ve sonra karasaban 
ve sonra kara sığır 
ve sonra : ileri, güzel, iyi 
her şeyi 
hayran bir çocuk sevinciyle kabule hazır, 
çalışkan, namuslu, yiğit insanlarım 
yarı aç, yarı tok 
yarı esir...
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Nâzım, ne mutlu sana 
cân ü gönülden, 
ferah ve emin, 
«Merhaba,» diyebildin. 

Sene 940. 
Aylardan temmuz. 
Ayın ilk perşembesi günlerden. 
Saat : 9. 

Mektuplarınıza böyle mufassal tarih atın. 
Öyle bir dünyada yaşıyoruz 
ki en kalın kitaptan çok yazısı var : 
ayın, günün ve saatın. 

Merhaba, çocuklar. 
Bir geniş 

bir büyük «Merhaba» demek, 
sonra bitirmeden sözümü 
yüzünüze bakıp gülerek 
— kurnaz ve bahtiyar — 
kırpmak gözümü... 

Biz ne mükemmel dostlarız ki 
kelimesiz ve yazısız 
anlaşırız... 

Merhaba, çocuklar, 
merhaba cümleten...
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Abe şair, 
bizim de bir çift sözümüz var 
«aşka dair.» 
O meretten biz de çakarız 
biraz.. 

Deli çığlıklar atıp avaz avaz 
burnumun dibinden gelip geçti yaz 
sarı 
tahta vagonları 
ter, tütün ve ot kokan 
bir tren gibi. 
Halbuki ben 
istiyordum ki gelsin o 
kırmızı bakır bakracında bana 
sıcak süt getiren gibi... 
Fakat neylersin, 
yaz böyle gelmedi, 
yaz böyle gelmiyor, 
böyle gelmiyor, hay anasını... şey!.. 

EEEEEEEEEY... 
kızım, annem, karım, kardeşim 
sen 
başında güneşler esen 
altın gözlü çocuk, 
altın gözlü çocuğum benim; 
deli çığlıklar atıp avaz avaz 
burnumun dibinden gelip geçti de yaz, 
ben, bir demet mor menekşe olsun 
getiremedim 
sana! 
Ne haltedek, 
dostların karnı açtı 
kıydık menekşe parasına!
		

Nazim Hikmet Ran

 

Mukaddes Karın

		
Sen ey kırmızı gözlü ana, 
Sen ey kahredip yaratan, 
Sen ey köprü altlarında sularlayan yana 
yatan. 
Sen ey yangınlı meydanların sesi.. 
Sen ey şiirlerin şiiri, bestelerin bestesi.. 
Sen ey kardeşim 
sen ey kahrolası 
sen ey darağaçlık. 
Sen ey 
her şey, 
sen ey AÇLIK!!! 
Çıplak ayaklarına alnımı koyar 
andederim ki, 
derim ki: 
DÖĞÜŞECEĞİM, 
benim, bizim, onun, onların değil 
SENİN mukaddes karnın doyana kadar...
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Yapraklara dallara, yeşillere, allara, 
nice nice yıllara gülüm, nice nice yıllara. 
Yaprak dala, al yeşile yaraşır, 
gayrı bundan böyle vermem seni ellere...
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Başlangıç 

Doğrultup belimizi kalktığımızdan beri iki ayak üstüne, 
kolumuzu uzunlaştırdığımızdan beri bir lobut boyu 
ve taşı yonttuğumuzdan beri 
yıkan da, yaratan da biziz, 
yıkan da yaratan da biziz bu güzelim, bu yaşanası dünyada. 

Arkamızda kalan yollarda ayak izlerimiz kanlı, 
arkamızda kalan yollarda ulu uyumları aklımızın, ellerimizin, yüreğimizin, 
toprakta, taşta, tunçta, tuvalde, çelikte ve pılastikte. 

Kanlı ayak izlerimiz mi önümüzdeki yollarda duran? 
Bir cehennem çıkmazında mı sona erecek önümüzdeki yollar? 

1 

Çocukların avuçlarında günlerimiz sıra bekler, 
günlerimiz tohumlardır avuçlarında çocukların, 
çocukların avuçlarında yeşerecekler. 

Çocuklar ölebilir yarın, 
hem de ne sıtmadan, ne kuşpalazından, 
düşerek de değil kuyulara filân; 
çocuklar ölebilir yarın, 
çocuklar sakallı askerler gibi ölebilir yarın, 
çocuklar ölebilir yarın atom bulutlarının ışığında 
arkalarında bir avuç kül bile değil, 
arkalarında gölgelerinden başka bir şey bırakmadan. 
Negatif resimcikler boşluğun karanlığında. 
Kırematoryum, kırematoryum, kırematoryum. 
Bir deniz görüyorum 
ölü balıklarla örtülü bir deniz. 
Negatif resimcikler boşluğun karanlığında, 
yaşanmamış günlerimiz 
çocukların avuçlarıyla birlikte yok olan. 

2 

Bir şehir vardı. 
Yeller eser yerinde. 
Beş şehir vardı. 
Yeller eser yerinde. 
Yüz şehir vardı. 
Yeller eser yerinde. 
Yok olan şehirlere şiirler yazılmayacak, 
şair kalmayacak ki. 

Pencerende bir sokak bulvarlı. 
Odan sıcak. 
Ak yastıkta üzüm karası saçlar. 
Adamlar paltolu, ağaçlar karlı. 
Penceren kalmayacak, 
ne bulvarlı sokak, 
ne ak yastıkta üzüm karası saçlar, 
ne paltolu adamlar, ne karlı ağaçlar. 
Ölülere ağlanmayacak, 
ölülere ağlayacak gözler kalmayacak ki. 
Eller kalmayacak. 
Negatif resimcikler dalların altındaki 
yok olmuş olan dalların altındaki. 
Yok olmuş olan dalların üstünden 
o bulutlardır geçen. 
Güneye götürmeyin beni, 
ölmek istemiyorum... 
Ölmek istemiyorum, 
Kuzeye götürmeyin beni... 
Batıya götürmeyin beni, 
ölmek istemiyorum... 
Ölmek istemiyorum, 
Doğuya götürmeyin beni... 
Bırakmayın beni burda, 
götürün bir yerlere. 
Ölmek istemiyorum, 
ölmek istemiyorum. 
O bulutlardır geçen 
yok olmuş olan dalların üstünden. 

3 

Tahta, beton, teneke, toprak, saman damlarımızla iki milyardan artığız, 
kadın, erkek, çoluk çocuk. 
Ekmek hepimize yetmiyor, 
kitap da yetmiyor, 
ama keder 
dilediğin kadar, 
yorgunluk da göz alabildiğine. 
Hürriyet hepimize yetmiyor. 
Hürriyet hepimize yetebilir 
ve sevda kederi, 
hastalık kederi, 
ayrılık kederi, 
kocalmak kederinden 
gayrısı aşmayabilir eşiğimizi. 
Kitap hepimize yetebilir. 
Ormanlarınki kadar uzun olabilir ömrümüz. 
Yeter ki bırakmayalım, yaşanmamış günlerimiz yok olmasın çocukların 
avuçlarıyla birlikte, 
boşluğun karanlığına çıkmasın negatif resimcikler, 
yeter ki ekmek ve hürriyet yolunda dövüşebilmek için yaşayabilelim. 

Çağırı 

Tanrı ellerimizdir, 
Tanrı yüreğimiz, aklımız, 
her yerde var olan Tanrı, 
toprakta, taşta, tunçta, tuvalde, çelikte ve pılastikte 
ve bestecisi sayılarda ve satırlarda ulu uyumların. 

İnsanlar sizi çağırıyorum : 
kitaplar, ağaçlar ve balıklar için, 
buğday tanesi, pirinç tanesi ve güneşli sokaklar için, 
üzüm karası, saman sarısı saçlar ve çocuklar için. 

Çocukların avuçlarında günlerimiz sıra bekler, 
günlerimiz tohumlardır avuçlarında çocukların, 
çocukların avuçlarında yeşerecekler.
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Guzel gunler gorecegiz cocuklar,
gunesli gunler


gore-

-cegiz...
Motorlari maviliklere surecegiz cocuklar,
isikli mavilikler

sure-

-cegiz...
Actik miydi hele bir

son vitesi,
adedi devir.

Motorun sesi.
Uuuuuuuy! cocuklar kim bilir

ne harikuladedir
160 kilometre giderken opusmesi...

Hani simdi bize
cumalari, pazarlari cicekli bahceler vardir,

yalniz cumalari

yalniz pazarlari..
Hani simdi biz
bir peri masali dinler gibi seyrederiz

isikli caddelerde magazalari,
hani bunlar
77 katli yekpare camdan magazalardir.
Hani simdi biz haykiririz

Cevap:

acilir kara kapli kitap:
zindan..
kayis kapar kolumuzu

kirilan kemik kan.
Hani simdi bizim soframiza

haftada bir et gelir.
Ve
cocukalrimiz isten eve

sapsari iskelet gelir..
Hani simdi biz...
Inanin:
guzel gunler gorecegiz cocuklar
gunesli gunler

gore-

-cegiz.
Motorlari maviliklere surecegiz cocuklar
isikli maviliklere

sure-

cegiz..…
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Afrika, Niyazalant sömürgesi. 
Saat sabahın dördü. 
Dipçikler kapıları dövdü 
ve işte fotoğraf : 
Zenci kardeşlerim bir don bir gömlek 
ve ayakları çıplak 
ve pembe avuçlu elleri kıvırcık başlarının üzerinde 
dizilmişler duvar diplerinde. 

Tıpkı bizim gibi, 
bizim de dipçikle dövüldü kapılarımız, 
bizim de ellerimiz havada, ayaklarımız çıplak, 
ama bizde de bize bağlı 
duvar diplerinde esir kalıp kalmamak.
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Yeşil selviler, beyaz mezar taşları ve elyazma kitaplar vardı manzarada. 
Gün akşama yakındı ve durgundu. 

Bir yemiş sofrasının başında bağdaş kurmuş gibi 
oturmuşlardı etrafına ibret aynasının. 
Aksakalları bilgin, gözleri genç, elleri yorgundu, 
ilhamlı, vahim ve dalgındılar. 
O, birdenbire meclise geldi 
dedi : 
« - İbret aynasından bakıp 
çubuklarını yakıp 
şerh ü izah edenler. 
Değişmekte olanı görüp 
içine girip 
değiştirmektir hüner. 
Ve sanmayın ki değişen başı boş bir oktur, 
kanunu ve nizamı yoktur. 
Ben, bilip bildiririm ki : 
Rab ve kitap 
ve saçı rüzgârda uçan «kahraman» değil, 
(karanlık orman, tuzlanmamış deri, 
budaklı lobut ve taş baltadan beri) 
Onlar'dır büyük macerayı yapan. 
Onlar ki toprakta karınca 
suda balık 
havada kuş kadar 
çokturlar. 

Korkak, cesur 
cahil, hakîm 
ve çocukturlar. 
Ve kahreden 
yaratan ki Onlar'dır, 
şarkılarımda yalnız Onlar'ın maceraları vardır...»
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Sevdiğin müddetçe 
ve sevebildiğin kadar, 
sevdiğine her şeyini verdiğin müddetçe 
ve verebildiğin kadar gençsin.
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Buyrun, oturun dostlar, 
hoş gelip sefalar getirdiniz. 
Biliyorum, ben uyurken 
hücreme pencereden girdiniz. 
Ne ince boyunlu ilâç şişesini 
ne kırmızı kutuyu devirdiniz. 
Yüzünüzde yıldızların aydınlığı 
başucumda durup el ele verdiniz. 
Buyrun, oturun dostlar 
hoş gelip sefalar getirdiniz. 

Neden öyle yüzüme bir tuhaf bakılıyor? 
Osman oğlu Hâşim. 
Ne tuhaf şey, 
hani siz ölmüştünüz kardeşim. 
İstanbul limanında 
kömür yüklerken bir İngiliz şilebine, 
kömür küfesiyle beraber 
ambarın dibine... 

Şilebin vinci çıkartmıştı nâşınızı 
ve paydostan önce yıkamıştı kıpkırmızı kanınız 
simsiyah başınızı. 
Kim bilir nasıl yanmıştır canınız... 
Ayakta durmayın, oturun, 
ben sizi ölmüş zannediyordum, 
hücreme pencereden girdiniz. 
Yüzünüzde yıldızların aydınlığı 
hoş gelip sefalar getirdiniz... 

Yayalar-köylü Yakup, 
iki gözüm, 
merhaba. 
Siz de ölmediniz miydi? 
Çocuklara sıtmayı ve açlığı bırakıp 
çok sıcak bir yaz günü 
yapraksız kabristana gömülmediniz miydi? 
Demek ölmemişsiniz? 

Ya siz? 
Muharrir Ahmet Cemil? 
Gözümle gördüm 
tabutunuzun 
toprağa indiğini. 

Hem galiba 
tabut biraz kısaydı boyunuzdan. 
Onu bırakın Ahmet Cemil, 
vazgeçmemişsiniz eski huyunuzdan, 
o ilâç şişesidir 
rakı şişesi değil. 
Günde elli kuruşu tutabilmek için, 
yapyalnız 
dünyayı unutabilmek için 
ne kadar çok içerdiniz... 
Ben sizi ölmüş zannediyordum. 
Başucumda durup el ele verdiniz, 
buyrun, oturun dostlar, 
hoş gelip sefalar getirdiniz... 

Bir eski Acem şairi : 
«Ölüm âdildir» - diyor,- 
«aynı haşmetle vurur şahı fakiri.» 

Hâşim, 
neden şaşıyorsunuz? 
Hiç duymadınız mıydı kardeşim, 
herhangi bir şahın bir gemi ambarında 
bir kömür küfesiyle öldüğünü?... 

Bir eski Acem şairi : 
«Ölüm âdildir» - diyor. 
Yakup, 
ne güzel güldünüz, iki gözüm. 
Yaşarken bir kerre olsun böyle gülmemişsinizdir... 
Fakat bekleyin, bitsin sözüm. 
Bir eski Acem şairi : 
«Ölüm âdil...» 
Şişeyi bırakın Ahmet Cemil. 
Boşuna hiddet ediyorsunuz. 
Biliyorum, 
ölümün âdil olması için 
hayatın âdil olması lâzım, diyorsunuz... 

Bir eski Acem şairi... 
Dostlar beni bırakıp, 
dostlar, böyle hışımla 
nereye gidiyorsunuz?
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Onlar ki toprakta karinca,


suda balik,

havada kus kadar

cokturlar;
korkak,

cesur,

cahil

hakim

ve cocukturlar
ve kahreden

yaratan ki onlardir,
destanimizda yalniz onlarin maceralari vardir.
Onlar ki uyup hainin igvasina

sancaklarini elden yere dusururler
ve dusmani meydanda koyup

kacarlar evlerine
ve onlar ki bir nice murtede hancer usururler
ve yesil bir agac gibi gulen
ve merasimsiz aglayan
ve ana avrat kufreden ki onlardir,
destanimizda yalniz onlarin maceralari vardir.
Demir,

komur

ve seker
ve kirmizi bakir
ve mensucat
ve sevda ve zulum ve hayat
ve bilcimle sanayi kollarinin
ve gokyuzu

ve sahra

ve mavi okyanus
ve kederli nehir yollarinin,
surulmus topragin ve sehirlerin bahti

bir sabah vakti degismis olur,
bir safak vakti karanligin kenarindan 

onlar agir ellerini topraga basip

dogrulduklari zaman.
En bilgin aynalara

en renkli sekilleri aksettiren onlardir.
Asirda onlar yendi, onlar yenildi.
Cok sozler edildi onlara dair
ve onlar icin:

zincirlerinden baska kaybedecek seyleri yoktur,

denildi.
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Demirhane bacası ki 
yağmurda ümitsiz ve müntekim 
dururdu. 
Ve rüzgâr ki kendini 
kaldırıp kaldırıp demirhane bacasına vururdu. 
Ve siyah bir yelken gibi gece rüzgârdayken, 
sahip değilken ağaçlar dallarına, kuşlar kanatlarına, 
ve çekerken karanlıktan yıldırımları toprak, 
insanlar ve âletler bırakıp kaldırımları 
derin uykulardayken 
bir zemin katında bir çocuk doğdu. 
Yıldızlar teker teker 
deste deste yandılar. 
Yıldızlar, onun çocuk gözleri gibi aydınlık 
ferah veren 
kerim olandılar... 
Demirhane bacası 
ışıyıp gülümsedi, 
dedi : 
« - Zemin katında doğan bil ki o dur. 
Rehber ve delil ki o dur. 
Fikri derin, şefkati gani, gazabı yamandır, 
âletsizlerin oğlu, 
âletsizlere âlet verecek olandır. 
O, onların içinde, onların önünde o, 
matem gecesinde, kavga yerinde, bayram gününde o. 
Ve o her yanından ana kucağı gibi 
saracaktır onları. 
Ona ram olacak dört kadim unsur : 
âteş ve toprak, rüzgâr ve yağmur. 
Ve körler hikâyesinin son babını 
o, tekmil ettirecektir. 
Yazacaktır insanoğlu öz kitabını 
bilerek 
isteyerek.» 

Sustu demirhane bacası. 
Söküyor şafak.
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Bana bak! 
Hey! 
Avanak! 
Elinden o zırıltıyı bıraksana! 
Sana, 
üç telinde üç sıska bülbül öten 
üç telli saz 
yaramaz! 

Bana bak! 
Hey! 
Avanak! 
Üç telinde üç sıska bülbül öten 
üç telli saz 
dağlarla dalgalarla kütleleri 
ileri 
atlatamaz! 

Üç telli saz 
yatağını değiştirmek isteyen 
nehirlerden:- 
köylerden, şehirlerden 
aldığı hızla, 
milyonlarla ağzı 
bir tek 
ağızla 
güldüremez! 
Ağlatamaz! 
hey! 
hey! 
üç telli sazın 
üç telinde öten üç sıska bülbül öldü acından. 
Onu attım 
köşeye! 
hey! 
hey! 
üç telli sazın 
ağacından 
deli tiryakilere 
içi afyon lüleli 
bir çubuk 
yaptılar! 

Hey! 
Hey! 
Dağlarla dalgalarla, dağ gibi dalgalarla dalga gibi 
dağ-lar-la 
başladı orkestram! 
Hey! 
Hey! 
Ağır sesli çekiçler 
sağır 
örslerin kulağına 
Hay-kır-dı!. 
Sabanlar güleşiyor tarlalarla, 
tarlalarla! 
Coştu çalgıcı başı, 
esiyor orkestram 
dağlarla dalgalarla, dağ gibi dalgalarla, dalga gibi 
dağ-lar-la.
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
1902'de doğdum 
doğduğum şehre dönmedim bir daha 
geriye dönmeyi sevmem 
üç yaşımda Halep'te paşa torunluğu ettim 
on dokuzumda Moskova'da komünist Üniversite öğrenciliği 
kırk dokuzumda yine Moskova'da Tseka-Parti konukluğu 
ve on dördümden beri şairlik ederim 

kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir 
ben ayrılıkların 
kimi insan ezbere sayar yıldızların adını 
ben hasretlerin 

hapislerde de yattım büyük otellerde de 
açlık çektim açlık gırevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir 

otuzumda asılmamı istediler 
kırk sekizimde Barış madalyasının bana verilmesini 
verdiler de 
otuz altımda yarım yılda geçtim dört metre kare betonu 
elli dokuzumda on sekiz saatta uçtum Pırağ'dan Havana'ya 

Lenin'i görmedim nöbet tuttum tabutunun başında 924'de 
961'de ziyaret ettiğim anıtkabri kitaplarıdır 

partimden koparmağa yeltendiler beni 
sökmedi 
yıkılan putların altında da ezilmedim 

951'de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün 
52'de çatlak bir yürekle dört ay sırtüstü bekledim ölümü 

sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım 
şu kadarcık haset etmedim Şarlo'ya bile 
aldattım kadınlarımı 
konuşmadım arkasından dostlarımın 

içtim ama akşamcı olmadım 
hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı ne mutlu bana 

başkasının hesabına utandım yalan söyledim 
yalan söyledim başkasını üzmemek için 
ama durup dururken de yalan söyledim 

bindim tirene uçağa otomobile 
çoğunluk binemiyor 
operaya gittim 
çoğunluk gidemiyor adını bile duymamış operanın 
çoğunluğun gittiği kimi yerlere de ben gitmedim 21'den beri 
camiye kiliseye tapınağa havraya büyücüye 
ama kahve falıma baktırdığım oldu 

yazılarım otuz kırk dilde basılır 
Türkiye'mde Türkçemle yasak 

kansere yakalanmadım daha 
yakalanmam da şart değil 
başbakan filân olacağım yok 
meraklısı da değilim bu işin 
bir de harbe girmedim 
sığınaklara da inmedim gece yarıları 
yollara da düşmedim pike yapan uçakların altında 
ama sevdalandım altmışıma yakın 
sözün kısası yoldaşlar 
bugün Berlin'de kederden gebermekte olsam da 
insanca yaşadım diyebilirim 
ve daha ne kadar yaşarım 
başımdan neler geçer daha 
kim bilir.
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
I 
İSTANBUL'DA, BALIKPAZARI'NDA, BİR MEYHANEDE 
BİR HAPİSANE MUKAYYİDİ 

«- Yanarak, 
yanarak parmakları şerrârelerden 
insan yüreklerine dokundu bu elleri 
yirmi beş senedir 
yani bir rubu asır 
hapisane kaleminde mukayyit kulunuzun... 
İnsanoğlunun ömrü 
belki lüzumundan fazla kısa 
belki lüzumundan fazla uzun... 
Bir tek daha içelim... 
"Ağlamaktan, 
ağlamaktan yine zehroldu şarabım bu gece..."» 

Kalktı Bebek tramvayı Eminönü'nden. 
Zifiri karanlık Balıkpazarı. 
Meyhanenin camlarına yağmur yağıyor... 

«- Ruhum, 
"havâda yaprağa döndürdü rûzigâaar beni..." 
Muallim Naci merhum... 
Bu hâyı huy 
bu hâyı huy neden? 
Ve insanlar neden dolayı 
şu tabakta yatan uskumru gibi mahzun? 
Kıyamet günü 
bir suali var Ezraile 
hapisane kaleminde mukayyit kulunuzun... 
Bir tek daha içelim... 

Hiç adam asılırken gördünüz mü? 
Yarın bir tane asacağız, 
şafakla 
şafakla beraber... 
Abdülhamid 
atardı Tıbbiye talebesini 
Sarayburnu'ndan. 
Akıntı götürmüş çuvalları 
bulamadılar... 
Çok adam 
çok adam asıldı Hürriyette... 
Eskiden köprü başında asarlardı, 
bunu Sultanahmet'te... 
Yağmur dinmezse ıslanacak... 
Bir tek daha içelim... 
İstanbul şehrinin yoktur menendi. 
"Âdemin 
âdemin canlar katar âbuhavâsı cânına..." 
demiş, 
demiş şair Nedim Efendi...» 


II 

ŞABAN OĞLU SELİM 

Beykoz'un cam fabrikası 
moderen fabrikadır. 
Pencere camlarını biraz dalgalı çıkarır, 
biraz çarpıksa da su bardakları, 
kesme likör kadehleri harikadır... 

Ustabaşı değildi Selim 
büyük ustaların hünerini almıştı ama. 
Onun elinden çıkan cama 
gözlerin kapalı ayna dökebilirsin. 
Selim daima 
büyük bir sırrı çözmek 
bir şeyler anlamak ister gibi bakar adama. 
İnandıklarına katıksız inandı, 
sevdiklerini hilesiz sevdi Selim. 
Severdi pencere camlarını, 
severdi lamba şişelerini, 
karafakileri sever, 
likör kadehlerine düşmandı... 


III 

KUZGUNCUK 

Beykoz'da oturmalı 
Beykoz'da çalışan adam. 
Fakat Kuzguncuk şirin yerdir 
ve gayet nefis yapar gül reçelini 
pansiyoncu Madam 
ve kızı Raşel... 

Aynada bir kartpostal : 
bir manzara Nis şehrinden. 
İskemle, karyola, konsol... 
Denize nazırdı pencereleri... 
Güneşte tavana suların ışıltısı vurur, 
karanlık şilepler geçerdi geceleri 
insanı olduğu yerde 
eli böğründe bırakarak... 

Selim'in odası havadardı. 

Kırmızı yazmalar kururdu yandaki boş arsada. 
Sağda Cevdet Paşa yalısı. 
Yalıda bir tavus kuşu 
bir de Mebrure Hanım vardı. 
Mebrure Hanım 
tafta entariler giyerdi. 
Çok ihtiyardı 
ve mavi gözleri kördü. 
Tentene işlerdi Mebrure Hanım. 
Uyanır bir beyaz güle başlar, 
uyurken dağıtırdı gülünü... 
Merhum Cevdet Paşa yalısında 
Mebrure Hanımı unutmuşlardı... 

Beykoz'da oturmalı 
Beykoz'da çalışan adam. 
Fakat Kuzguncuk şirin yerdir 
Ve kırmızı yazmalar kuruyan boş arsadan 
dünyayı zapta gidecek olan 
pulsuz balıklar gibi çıplak çocukların 
her akşam dinlerdi çığlıklarını Selim... 


IV 

KİTAP 

«Kitap rüzgâr olmalı, perdeyi kaldırmalıdır, 
kitap, kanber tayı olmalı Şah İsmail'in 
seni sırtına alıp 
devlerin üstüne saldırmalıdır. 
Devler kale kapısında 
devler yedi başlı ve simsiyah dururlar... 
Onları mutlaka yeneceksin. 
Bir duvar yıkılacak 
bir bahçeye ineceksin...» 

Böyle bir kitap buldu Selim : 
Kara kara yazılar 
beyaz kâat üstünde. 
Büyücek bir el kadar 
kırk yapraklı bir kitap... 


V 

SON VAPUR 

Kalktı son vapur iskeleden. 
«64» numara, pul pul karışıp yıldızlara 
boş ve yorgun akıyor suyun üstünde... 

Gece seslerle dolu. 
Aynada : Raşel'in kolu 
Selim'in eli 
ve son vapurun yolu... 

«- Selim, ateş gibi elin...» 

Eli beyazdı, 
karanlık gözleri 
ve kırmızı saçları vardı Raşel'in... 


VI 

YİRMİ BİRİNCİ YAPRAK 

«Toprağın ismiyle başlarız söze. 
Sen ki topraksın 
seni sevmeyi bilmeli. 
Sendedir ekinimizin tohumu 
ve yapılarımızın temeli. 
Demirimiz ve kömürümüz sendedir. 
Sendedir rüzgârların gibi geçen ömrümüz, 
sendedir... 
Sen ki topraksın, 
durup dinlenmeden değişirsin. 
Sen su damlalarında halkeyledin bizi. 
Biz seni değiştirip 
değiştirmedeyiz kendi kendimizi...» 

Bu, yirmi birinci yapraktır. 
Selim kapattı kitabı. 
Hürriyetin ilk şarkısı anlamaktır. 
Ve Selim, 
ve Şaban oğlu Selim şarkı söylüyor... 


VII 

RAŞEL'İN RÜYASI 

«- Hasan Ustayı çıkarmışlar işinden. 
Çocukları var : 
şu kadar, şu kadar... 
Laz fırıncı dükkânını kapatmış, 
ve Doktor Moiz 
dün vurdu kendini... 
Seni dinledim dinleyeli, Selim, 
korkulu rüyalar görüyorum : 
Şişman adamlar, kolları alabildiğine uzun, 
tırnaklarında kan 
omuzlarında altın çuvalları 
rap, rap, yürüyorlar... 
Ne çok insan öldürüyorlar, Selim, 
ne çok insan öldürüyorlar...» 

«- Korkma günler bizimdir, 
bizimdir, Raşel'im...» 


VIII 

KIRKINCI YAPRAK 

«Gelirken dünyaya kanla, ateşle, 
çağırdılar yedi kat yerin altından 
mezarlarını kazacak olanları...» 

Bu kırkıncı yapraktır. 
Selim kapattı kitabı. 
Anladığını anlatmayan alçaktır... 
Ve Selim, 
ve Şaban oğlu Selim... 


IX 

İSTANBUL'DA, HAPİSANEDE HAPİSANE MUKAYYİDİ 

«- Bugün bir hayli yolcu aldık. 
Bu meyanda : 
gümrük ihtilâsı, 
eroin şebekesi ve Topkapı cinayeti 
geldiler. 
Mevcut : 727. 
Kadınlar hariç. 
Bugün de geçirdik vakti keraheti... 
Bir misafir daha var, 
onu da kaydedelim : 
1328, 
1328 doğumlu 
Şaban oğlu... 
Mirim, 
ben yazarken 
sen pencereden bir nazar et : 
böyle akşam ışığında 
durur 
durur taştan değil 
renkli camlardan yapılmış gibi Sultanahmet... 
... 1328 
1328 doğumlu 
Şaban oğlu 
Şaban oğlu Selim... 
Ayaklarının üstüne basamıyor 
ve sol gözü kan içinde... 
Esbabını bilirim... 
Mirim, 
bu hâyı huy, 
bu hâyı huy neden bu beldede? 
Ey Fuzuli nerdesin? 
Nerdesin Galip Dede? 
Ey Nedim... 
İstanbul şehrinin yoktur menendi. 
"Âdemin 
âdemin canlar katar âbuhavâsı cânına..." 
demiş, 
demiş şair Nedim Efendi...»
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Önsöz:
 
 Yuvarlanıyor iri, sıcak damlalar
 Bakır yanaklarımızdan
 Yuvarlanıyor iri, sıcak damlalar
 Kalbimizde!
 Kalbimiz artık dar geliyor bize !
 Kopararak
 Kanlı sargıları
 Yaramızdan!
 Dişi bir kaplanız ki biz
 Dişlerimizde taşıyoruz, altın başlı
 Yavrularımızın ölüsünü ...
 Kimin kızıl gönüllü sarı alnına
 Sardık sevginin beyaz çiçekli örgüsünü!
 Kan geliyor kainatın rengi bize!
 Yuvarlanıyor iri, sıcak damlalar
 Bakır yanaklarımızdan
 Kalbimize!
 
Hikaye:
 
 Onların cebinde fırkamızın bileti yoktu
 Onlar, kurtuluşun kapısına varmayı,
 Ferdin cesur hamlelerinden uman
 İki saf ve namuslu çocuktu!
 Ne milyonların rehberiydi onlar,
 Ne de inzibatlı bir devrim ordusunun askeri!
 Devrimin sıra neferiydi onlar,
 Devrimin namuslu neferi.
 Yanıyordu kanlarında şavkı İtalya güneşlerinin
 Koştular temiz esmer alınlarla hayatın sesine
 Dövüştüler yanında dövüşen kardeşlerinin
 Yeni dünyaya duştüler eski zulmün pençesine!
 Yedi yıl ölümün karşısında gülerek durdular
 Elektrikli iskemleye
 Kadife bir koltukmuş gibi oturdular
 Yürekleri dört bin volta yedi dakika dayandı
 Yandı yürekleri
 Yedi dakika yandı
 Cani değildiler, kurban gittiler bir cinayete
 Kurban gittiler dolarlaıin emrindeki adalete!
 Hayatlarında olmadılarsa da kitlelerin rehberi,
 Ölumleriyle şaha kaldırdı kitleleri
 Bu iki ihtilal neferi!
 
Kissadan hisse:
 
 Burjuvazi,
 Katletti içimizden ikisini
 Bu iki ölü ölmeyen ölümsüzdür!
 Burjuvazi,
 Kavgaya davet etti bizi
 Davetleri kabulümüzdür!
 Biz nasil bilirsek hep bir agizdan gülmesini,
 Biliriz öylece yaşamasını ölmesini
 Hepimiz - Birimiz için,
 Birimiz - Hepimiz için.
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Şairim 
şimşek şekillerini şiirlerimin 
caddelerde ıslık çalarak 
kazırım 
duvarlara.. 
100 metreden 
çiftleşen iki sineği seçebilen iki gözüm, 
elbette gördü 
iki ayaklıların 
ikiye ayrıldığını.. 
Sen 
benim 
hangisinden olduğumu anlamak istiyorsan 
cebime sok 
kafanı: 
orda 
aydınlığı okuyan kara ekmek 
sana doğruyu söyler.. 
Şairim 
şiirden anlarım, 
en sevdiğim gazel 
Anti Düringidir Engelsin.. 

Şairim 
bir yıl yağan yağmur kadar şiir yazdım.. 
Fakat asıl 
şaheserime 
başlamak için 
Hafızı Kapital olmayı bekliyorum. 

Futbolda eski kurdum. 
Fenerbahçenin forvetleri 
mahallede kaydırak oynıyan birer piç kurusuyken 
ben 
en ağır hafbekleri yere vururdum. 
Fulbolda eski kurdum. 
Santırdan alınca pası 
çakarım 
Hooooooooooooooooooooooooop! 
5 numro top 
açık ağzından girer golkipin karnına. 
Bana mahsustur bu vuruş 
futbol potinlerim 
kurşunkalemimden öğrendi bu zanaatı! 
O kurşunkalemim ki 
9 deliğinizden vücudunuza her tıktığı mısra 
işkembenizde taş. 
Şairiz be, 
şairiz dedik ya be arkadaş....
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Akıyordu su 
gösterip aynasında söğüt ağaçlarını. 
Salkımsöğütler yıkıyordu suda saçlarını! 
Yanan yalın kılıçları çarparak söğütlere 
koşuyordu kızıl atlılar güneşin battığı yere! 
Birden 
bire kuş gibi 
vurulmuş gibi 
kanadından 
yaralı bir atlı yuvarlandı atından! 
Bağırmadı, 
gidenleri geri çağırmadı, 
baktı yalnız dolu gözlerle 
uzaklaşan atlıların parıldayan nallarına! 

Ah ne yazık! 
Ne yazık ki ona 
dörtnal giden atların köpüklü boynuna bir daha yatmayacak, 
beyaz orduların ardında kılıç oynatmayacak! 

Nal sesleri sönüyor perde perde, 
atlılar kayboluyor güneşin battığı yerde! 

Atlılar atlılar kızıl atlılar, 
atları rüzgâr kanatlılar! 
Atları rüzgâr kanat... 
Atları rüzgâr... 
Atları... 
At... 

		
                 --Vera Tulyakova'ya derin saygilarimla --

Seher vakti habersizce girdi gara ekispires 
kar icindeydi 
ben paltomun yakasini kaldirmis perondaydim 
peronda benden baska da kimseler yoktu 
durdu onumde yatakli vagonun pencerelerinden biri 
perdesi aralikti 
genc bir kadin uyuyordu alaca karanlikta alt ranzada 
saclari saman sarisi kirpikleri mavi 
kirmizi dolgun dudaklariysa simarik ve somurtkandi 
ust ranzada uyuyani goremedim 
habersizce usulcacik cikti gardan ekispires 
bilmiyorum nereden gelip nereye gittigini 
baktim arkasindan 
ust ranzada ben uyuyorum 

Varsova'da Biristol Oteli'nde 
yillardir boyle derin uykulara dalmisligim yoktu 
oysa karyolam tahtaydi dardi 
genc bir kadin uyuyor baska bir karyolada 
saclari saman sarisi kirpikleri mavi 
ak boynu uzundu yuvarlakti 
yillardir boyle derin uykulara dalmisligi yoktu 
oysa karyolasi tahtaydi dardi 
vakit hizla ilerliyordu yaklasiyorduk gece yarilarina 
yillardir boyle derin uykulara dalmisligimiz yoktu 
iniyorum merdivenleri dorduncu kattan 
asansor bozulmus yine 
aynalarin icinde iniyorum merdivenleri 
belki yirmi yasindayim belki yuz yasindayim 
vakit hizla ilerliyordu yaklasiyorduk gece yarilarina 
ucuncu katta bir kapinin otesinde bir kadin guluyor sag 

elimde kederli bir gul acildi agir agir 
Kubali bir balerinle karsilastim ikinci katta karli 

pencerelerde 
taze esmer bir yalaza gibi gecti alnimin uzerinden 
sair Nikolas Gilyen Havana'ya dondu coktan 
yillarca Avrupa ve Asya otellerinin hollerinde oturup ictikti 

yudum yudum sehirlerimizin hasretini 
iki sey var ancak olumle unutulur 
anamizin yuzuyle sehrimizin yuzu 
kapici ugurladi beni gocugu geceye batik 
yurudum buz gibi esen yelin ve neonlarin icinde yurudum 
vakit hizla ilerliyordu yaklasiyordum gece yarilarina 
ciktilar onume ansizin 
oralari gunduz gibi aydinlikti ama onlari benden baska goren olmadi 
bir mangaydilar 
kisa konclu cizmeleri pantolonlari ceketleri 
kollari kollarinda gamali hac isaretleri 
elleri ellerinde otomatikleri vardi 
omuzlari migferleri vardi ama baslari yoktu 
omuzlariyla migferlerinin arasi bosluktu 
hatta yakalari boyunlari vardi ama baslari yoktu 
olumlerine aglanmayan askerlerdendiler 
yuruduk 
korktuklari hem de hayvanca korktuklari belli 
gozlerinden belli diyemem 
baslari yok ki gozleri olsun 
korktuklari hem de hayvanca korktuklari belli 
belli cizmelerinden 
korku belli olur mu cizmelerden 
oluyordu onlarinki 
korkularindan ates etmege de basladilar artsiz arasiz 
butun yapilara butun tasit araclarina butun canlilara 
her sese her kiviltiya ates ediyorlar 
hatta S_open Sokagi'nda mavi balikli bir afise ates ettiler 
ve kursun seslerini benden baska duyan yok 
oluler bir SS mangasi da olsa oluler olduremez 
oluler dirilerek oldurur kurt olup elmanin icine girerek 
ama korktuklari hem de hayvanca korktuklari belli 
bu sehir oldurulmemis miydi kendileri oldurulmeden once 
bu sehrin kemikleri birer birer kirilip derisi yuzulmemis 

miydi 
derisinden kitap kabi yapilmamis miydi yagindan sabun 

saclarindan sicim 
ama iste duruyordu karsilarinda gecenin ve buz gibi esen 

yelin icinde sicak bir firancala gibi 
vakit hizla ilerliyordu yaklasiyordum gece yarilarina 
Belveder yolunda dusundum Lehlileri 
kahraman bir mazurka oynuyorlar tarihleri boyunca 
bana ilk ve belki de son nis_animi bu sarayda verdiler 
toren memuru acti yaldizli ak kapiyi 
girdim buyuk salona genc bir kadinla 
saclari saman sarisi kirpikleri mavi 
ortalikta da ikimizden baska kimseler yoktu 
bir de akvareller bir de incecik koltuklar kanapeler bebek 

evlerindeki gibi 
ve sen bundan dolayi 

bir resimdin acik maviye cizilmis belki de bir tas 

bebektin 
belki bir piriltiydin dusumden damlamis sol mememin 

ustune 
uyuyordun alaca karanlikta alt ranzadaak boynun uzundu yuvarlakti 
yillardir boyle derin uykulara dalmisligin yoktu 
ve iste Kirakof sehrinde Kapris Bari 
vakit hizla ilerliyor gece yarilarina yaklasiyoruz 
ayrilik masanin ustundeydi kahve bardaginla limonatamin arasinda 
onu oraya sen koydun 
bir tas kuyunun dibindeki suydu 
bakiyorum egilip 
bir koca kisi gulumsuyor bir buluta belli belirsiz 
sesleniyorum 
seni yitirmis geri donuyor sesimin yankilari 
ayrilik masanin ustundeydi cigara paketinde 
gozluklu bir garson getirdi onu ama sen ismarladin 
kivrilan bir dumandi gozlerinin icinde senin 
cigaranin ucunda senin 
ve hosca kal demege hazir olan avucunda 
ayrilik masanin ustundeydi dirsegini dayadigin yerdeydi 
aklindan gecenlerdeydi ayrilik 

benden gizlediklerinde gizlemediklerinde 
ayrilik rahatligindaydi senin 

senin guvenindeydi banabuyuk korkundaydi ayrilik 
birdenbire kapin acilir gibi sevdalanmak birilerine ansizin 
oysa beni seviyorsun ama bunun farkinda degilsin 
ayrilik bunu farketmeyisindeydi senin 
ayrilik kurtulmustu yercekiminden agirligi yoktu tuy gibiydi 

diyemem tuyun de agirligi var ayriligin agirligi yoktu 

ama kendisi vardi 
vakit hizla ilerliyor gece yarilari yaklasiyor bize 
yuruduk yildizlara degen Ortacag duvarlarinin karanliginda 
vakit hizla akiyordu geriye dogru 
ayak seslerimizin yankilari sari siska kopekler gibi geliyordu 
ardimizdan kosuyordu onumuze 
Yegelon Universitesi'nde seytan taslara tirnaklarini batira 

batira dolasiyor 
bozmaga calisiyor Kopernik'in araplardan kalma usturlabini 
ve pazar yerinde bezzazlar carsisinin kemerleri altinda rok 

end rol oynuyor katolik ogrencilerle 
vakit hizla ilerliyor gece yarilarina yaklasiyoruz 
vuruyor bulutlara kiziltisi Nova Huta'nin 
orda koylerden gelen genc isciler madenle birlikte 

ruhlarini da alev alev dokuyor yeni kaliplara 
ve ruhlarin dokumu madenin dokumunden bin kere zordur 
Meryem Ana kilisesinde can kulesinde saat baslarini calan 

borozan gece yarisini caldi 
Ortacagdan gelen cigligi yukseldi 

sehre yaklasan dusmani verdi haber 
ve sustu girtlagina saplanan okla ansizin 
borozan ic rahatligiyla oldu ve ben yaklasan dusmani gorup de haber veremeden 

oldurulmenin acisini dusundum 
vakit hizla ilerliyor gece yarilari isiklarini yeni sondurmus 

bir vapur iskelesi gibi arkada kaldi 
seher vakti habersizce girdi gara ekispires 
yagmurlar icindeydi Piragbir golun dibinde gumus kakma bir saatti 
kapagini actim 
icinde genc bir kadin uyuyor camdan kuslarin arasinda 
saclari saman sarisi kirpikleri mavi 
yillardir boyle derin uykulara dalmisligi yoktu 
kapadim kapagi yukledim sandigi yuk vagonuna 
habersizce usulcacik cikti gardan ekispires 
yagmurlar icindeydi Piragsen yoksun 
uyuyorsun alaca karanlikta alt ranzada 
ust ranza bombos 
sen yoksun 
yeryuzunun en guzel sehirlerinden biri bosaldi 
icinden elini cektigin bir eldiven gibi bosaldi 
sondu artik seni gormeyen aynalar nasil sonerse 
yitirilmis aksamlar gibi Viltava suyu akiyor koprulerin altindan 
sokaklar bombos 
butun pencerelerde perdeler inik 
tiramvaylar bombos geciyor 

biletcileri vatmanlari bile yok 
kahveler bombos lokantalar barlar da oyle 
vitrinler bombos 

ne kumas ne kiristal ne et ne sarap 

ne bir kitap ne bir sekerleme kutusu 

ne bir karanfil 
sehri duman gibi saran bu yalnizligin icinde bir koca kisi 

yalnizlikta on kat artan ihtiyarligin kederinden 

silkinmek icin Lejyonerler Koprusu'nden martilara 

ekmek atiyor 

gereginden genc yureginin kanina batirip her lokmayi 
vakItlari yakalamak istiyorum 
parmaklarimda kaliyor altin tozlari hizlarinin 
yatakli vagonda bir kadin uyuyor alt ranzada 
yillardir boyle derin uykulara dalmisligi yoktu 
saclari saman sarisi kirpikleri mavi 
elleriyse gumus samdanlarda mumlardi 
ust ranzada uyuyani goremedim 
ben degilim bir uyuyan varsa orda 
belki de ust ranza bos 
Moskova'ydi ust ranzadaki belki 
duman basmis Leh topragini 

Birest'i de basmis 
iki gundur ucaklar kalkip inemiyor 
ama tirenler gelip gidiyor bebekleri akmis gozlerinin icinden 

geciyorlar 
Berlin'den beri kompartimanda bir basimayim 
karli ovalarin gunesiyle uyandim ertesi sabah 
yemekli vagonda kefir denen bir cesit ayran ictim 
garson kiz tanidi beni 
iki piyesimi seyretmis Moskova'da 
garda genc bir kadin beni karsiladi 
beli karinca belinden ince 
saclari saman sarisi kirpikleri mavi 
tuttum elinden yuruduk 
yuruduk gunesin altinda karlari citirdata citirdata 
o yil erken gelmisti bahar 
o gunler Cobanyildizina haber ucurulan gunlerdi 
Moskova bahtiyardi bahtiyardim bahtiyardik 
yitirdim seni ansizin Mayakovski Alani'nda yitirdim ansizin 

seni oysa ansizin degil cunku once yitirdim 

avucumda elinin sicakligi senin sonra elinin 

yumusak agirligini yitirdim avucumda sonra elini 
ve ayrilik parmaklarimizin birbirine ilk degisinde baslamisti 

coktan 
ama yine de ansizin yitirdim seni 
asfalt denizlerinde otomobilleri durdurup baktim iclerine 

yoksunbulvarlar karli 
seninkiler yok ayak izleri arasinda 

botlu iskarpinli corapli ciplak senin ayak izlerini birde 

tanirim 
milisyonerlere sordum 
gormediniz mi 
eldivenlerini cikarmissa ellerini gormemek olmaz 
elleri gumus samdanlarda mumlardir 
milisyonerler buyuk bir nezaketle karsilik veriyor 
gormedik 
Istanbul'da Sarayburnu akintisini cikiyor bir romorkor 

ardinda uc mavuna 
gak gak ediyor da vak vak ediyor da marti kuslari 
seslendim mavnalara Kizil Meydan'dan romorkorun 
kaptanin seslenemedim cunku makinasi oyle 

gumburduyordu ki sesimi duyamazdi yorgundu da 

kaptan ceketinin dugmeleri de kopuktu 
seslendim mavnalara Kizil Meydan'dan 
gormedik 
girdim giriyorum Moskova'nin butun sokaklarinda butun 

kuyruklara 
ve yalniz kadinlara soruyorum 
yun basortulu guler yuzlu sabirli sessiz kocakarilar 
al yanakli kopca burunlu tazeler sapkalari yesil kadife 
ve genc kizlar tertemiz simsiki gayetle de sik 
belki korkunc kocakarilar bezgin tazeler sapsal kizlar da 

var ama onlardan bana ne 
guzeli kadin milleti erkeklerden once gorur ve unutmaz 
gormediniz mi 
saclari saman sarisi kirpikleri mavi 
kara paltosunun yakasi ak ve sedef dugmeleri kocaman 
Pirag'da aldi 
gormedik 
vakItlarla yarisiyorum bir onlar one geciyor bir ben 
onlar one gecince ufalan kirmizi isiklarini gormez olacagim 

diye odum kopuyor 
ben one gectim mi isildaklari golgemi dusuruyor yola golgem 

kosuyor onumde golgemi yitirecegim diye de bir telastir aliyor beni 
tiyatrolara konserlere sinemalara giriyorum 
Bolsoy'a gitmedim bu gece oynanan operayi sevmezsin 
Kalamis'ta balikcinin meyhanesine girdim 

ve Sait Faik'le tatli tatli konusuyorduk ben hapisten 

cikali bir ay olmustu onun karacigeri sancilar icindeydi 

ve dunya guzeldi 
lokantalara giriyorum estirat orkestralari yani cazlari unlulerin 
sirmali kapicilara bahsis sever dalgin garsonlara 
gardroptakilere ve bizim mahalle bekcisine soruyorum 
gormedik 
caldi geceyarisini Stirasnoy Manastiri'nin saat kulesi 
oysa manastir da kule de yikildi coktan 
yapiliyor sehrin en buyuk sinemasi oralarda 
oralarda on dokuz yasima rastladim 
birbirimizi birde tanidik 
oysa birbirimizin yuzunu gormuslugumuz yoktu 

fotograflarimizi bile 
ama yine de birbirimizi birde tanidik sasmadik el sikismak 

istedik 
ama ellerimiz birbirine dokunamiyor aramizda kirk yillik 

zaman duruyor 
ucsuz bucaksiz donmus duruyor bir kuzey denizidir 
ve Stirasnoy Alani'na simdi Puskin Alani kar yagmaga 

basladi 
usuyorum hele ellerim ayaklarim 
oysa yun corapliyim kunduralarimla eldivenlerim kurklu 
corapsiz olan oydu bezle sarmis postallarinda ayaklarini 

elleri ciplak 
agzinda ham bir elmanin tadi dunya 
on dordunde bir kiz memesi sertligi avuclarindaki 
gozunde turkulerin boyu kilometre kilometre olumun boyu 

bir karis 
ve haberi yok basina geleceklerin hicbirinden 
onun basina gelecekleri bir ben biliyorum 
cunku inandim onun butun inandiklarina 
sevdim sevecegi butun kadinlari 
yazdim yazacagi butun siirleri 
yattim yatacagi butun hapislerde 
gectim gececegi butun sehirlerden 
hastalandim butun hastaliklariyla 
butun uykularini uyudum gordum gorecegi butun dusleri 
butun yitireceklerini yitirdim 
saclari saman sarisi kirpikleri mavi 
kara paltosunun yakasi ak ve sedefli dugmeleri koskocaman 
gormedim 
on dokuz yasim Beyazit Meydani'ndan geciyor cikiyor 

Kizil Meydan'a Konkord'a iniyor Abidin'e 

rastliyorum da meydanlardan konusuyoruz 
evveli gun Gagarin en buyuk meydani dolasip dondu 

Titof da dolasip donecek hem de on yedi bucuk kere 

dolanacak ama daha bundan haberim yok 
meydanlarla yapilardan konusuyoruz Abidin'le tavan 

arasindaki otel odamda 
Sen irmagi da akiyor Notr Dam'in iki yanindan 
ben geceleyin penceremden bir ay dilimiymis gibi goruyorum 

Sen irmagini rihtiminda yildizlarin 
bir de genc bir kadin uyuyor tavan arasindaki odamda 

Paris damlarinin bacalarina karismis 
yillardir boyle derin uykulara dalmisligi yoktu 
saman sarisi saclari bugidili mavi kirpikleriyse yuzunde 

bulut 
cekirdekteki meydanla cekirdekteki yapidan konusuyoruz 

Abidin'le 
meydanda firdonen Celalettin'den konusuyoruz 
Abidin ucsuz bucaksiz hizin renklerini dokturuyor 
ben renkleri yemis gibi yerim 
ve Matis bir manavdir kosmos yemisleri satar 
bizim Abidin de oyle Avni de Levni de 
mikroskopun ve fuze lumbuzlarinin gordugu yapilar mey- 

danlar renkler ve sairleri ressamlari calgicilari onlarin 
hamlenin resmini yapiyor Abidin yuz elliye altmisin 

meydanliginda 
suda baliklari nasil gorup suda baliklari nasil avlayabilirsem 

oyle gorup oyle avlayabilirim kivil kivil akan 

vakItlari tuvalinda Abidin'in 
Sen irmagi da bir ay dilimi gibi 
genc bir kadin uyuyor ay diliminin ustunde 
onu kac kere yitirip kac kere buldum daha kac kere yitirip 

kac kere bulacagim 
Iste boyle iste boyle kizim dusurdum omrumun bir 

parcasini Sen irmagina Sen Misel Koprusu'nden 
omrumun bir parcasi Mosyo Dupon'un oltasina takilacak 

bir sabah ciselerken aydinlik 
Mosyo Dupon cekip cikaracak onu sudan Paris'in mavi 

suretiyle birlikte ve hicbir seye benzetemiyecek 

omrumun bir parcasini ne baliga ne pabuc eskisine 
atacak onu Mosyo Dupon gerisin geriye Paris'in suretiyle 

birlikte suret eski yerinde kalacak 
Sen irmagiyla akacak omrumun bir parcasi buyuk mezarligina irmaklarin 
damarlarimda akan kanin hisirtisiyla uyandim 
parmaklarimin agirligi yok 
parmaklarim ellerimle ayaklarimdan kopup havalanacaklar 

salina salina donecekler basimin ustunde 
sagim yok solum yok yukarim asagim yok 
Abidin'e soylemeli de resmini yapsin Beyazit Meydani'nda 

sehit dusenin ve Gagarin yoldasin ve daha adini sanini 

kasini gozunu bilmedigimiz Titof yoldasin ve ondan 

sonrakilerin ve tavan arasinda yatan genc kadinin 
Kuba'dan dondum bu sabah 
Kuba meydaninda alti milyon kisi aki karasi sarisi melezi 

isikli bir cekirdek dikiyor cekirdeklerin cekirdegini 

gule oynaya 
sen mutlulugun resmini yapabilir misin Abidin 
isin kolayina kacmadan ama 
gul yanakli bebesini emziren melek yuzlu annecigin resmini 

degil 
ne de ak ortude elmalarin 
ne de akvaryumda su kabarciklarinin arasinda dolanan 

kirmizi baliginkini 
sen mutlulugun resmini yapabilir misin Abidin 
1961 yazi ortalarinda Kuba'nin resmini yapabilir misin 
cok sukur cok sukur bugunu de gordum olsem de gam 

yemem gayrinin resmini yapabilir misin ustat 
yazik yazik Havana'da bu sabah dogmak varmisin resmini yapabilir misin 
bir el gordum Havana'nin 150 kilometre dogusunda deniz 

kiyisina yakin bir duvarin ustunde bir el gordum 
ferah bir turkuydu duvar 
el oksuyordu duvari 
el alti aylikti oksuyordu boynunu anasinin 
on yedi yasindaydi el ve Mariya'nin memelerini oksuyordu 

avucu nasir nasirdi ve Karayip denizi kokuyordu 
yirmi yasindaydi el ve oksuyordu boynunu alti aylik 

oglunun 
yirmi bes yasindaydi el ve oksamayi unutmustu coktan 
otuz yasindaydi el ve Havana'nin 150 kilometre dogusunda 

deniz kiyisinda bir duvarin ustunde gordum onu 
oksuyordu duvari 
sen el resimleri yaparsin Abidin bizim irgatlarin demircilerin 

ellerini 
Kubali balikci Nikolas'in da elini yap karakalem 
kooperatiften aldigi piril piril evinin duvarinda oksamaya 

kavusan ve oksamayi bir daha yitirmeyecek Kubali 

balikci Nikolas'in elini 
kocaman bir el 
deniz kaplumbagasi bir el 
ferah bir duvari oksayabildigine inanamayan bir el 
artik butun sevinclere inanan bir el 
gunesli denizli kutsal bir el 
Fidel'in sozleri gibi bereketli topraklarda sekerkamisi 

hiziyla fiskirip yeserip ballanan umutlarin eli 
1961'de Kuba'da cok renkli cok serin agaclar gibi evler 

ve cok rahat evler gibi agaclar diken ellerden biri 
celik dokmege hazirlanan ellerden biri 
mitralyozu turkulestiren turkuleri mitralyozlestiren el 
yalansiz hurriyetin eli 
Fidel'in sIktIgI el 
omrunun ilk kursunkalemiyle omrunun ilk kaadina 

hurriyet sozcugunu yazan el 
hurriyet sozcugunu soylerken sulaniyor agizlari Kubalilarin 

balkutusu bir karpuzu kesiyorlarmis gibi 
ve gozleri parliyor erkeklerinin 
ve kizlarinin eziliyor ici dokununca dudaklari hurriyet sozcugune 
ve koca kisileri en tatli anilarini cekip kuyudan yudum 

yudum iciyor 
mutlulugun resmini yapabilir misin Abidin 
hurriyet sozcugunun resmini ama yalansizinin 
aksam oluyor Paris'te 
Notr Dam turuncu bir lamba gibi yanip sondu ve Paris'in 

butun eski yeni taslari turuncu bir lamba gibi yanip 

sondu 
bizim zanaatlari dusunuyorum siirciligi resimciligi calgiciligi 

filan dusunuyorum ve anliyorum ki 
bir ulu irmak akiyor insan eli ilk magaraya ilk bizonu 

cizdiginden beri 
sonra butun caylar yeni baliklari yeni su otlari yeni tatlariyla 

dokuluyor onun icine ve kurumayan ucsuz bucaksiz 

akan bir o'dur 
Paris'te bir kestane agaci olacak 
Paris'in ilk kestanesi Paris kestanelerinin atasi 
Istanbul'dan gelip yerlesmis Paris'e bogaz sirtlarindan 
hala sag midir bilmem sagsa iki yuz yasinda filan olmali 
gidip elini opmek isterdim 
varip golgesinde yatsak isterdim bu kitabin kaadini 

yapanlar yazisini dizenler nakisini basanlar bu kitabi 

dukkaninda satanlar para verip alanlar alip da 

seyredenler bir de Abidin bir de ben bir de saman 

sarisi belasi, basimin.
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri, 
mezardan çıkmanın vaktidir! 
Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri, 
Sakarya'da, İnönü'nde, Afyon'dakiler 
Dumlupınar'dakiler de elbet 
ve de Aydın'da, Antep'te vurulup düşenler, 
siz toprak altında ulu köklerimizsiniz 
yatarsınız al kanlar içinde. 
Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri, 
siz toprak altında derin uykudayken 
düşmanı çağırdılar, 
satıldık, uyanın! 
Biz toprak üstünde derin uykulardayız, 
kalkıp uyandırın bizi! 
uyandırın bizi! 
Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri, 
mezardan çıkmanın vaktidir!
		

Nazim Hikmet Ran

		
sen esirliğim ve hürriyetimsin, 
çıplak bir yaz gecesi gibi yanan etimsin, 
sen memleketimsin. 

Sen ela gözlerinde yeşil hareler, 
sen büyük, güzel ve muzaffer 
ve ulaşıldıkça ulaşılmaz olan hasretimsin...
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Sevgilim, 
başlar önde, gözler alabildiğine açık, 
yanan şehirlerin kızıltısı, 
çiğnenen ekinler 
ve bitmez tükenmez ayak sesleri : 
gidiliyor. 
Ve insanlar katlediliyor : 
ağaçlardan ve danalardan 
daha rahat 
daha kolay 
daha çok. 

Sevgilim, 
bu ayak sesleri, bu katliâmda 
hürriyetimi, ekmeğimi ve seni kaybettiğim oldu, 
fakat açlığın, karanlığın ve çığlıkların içinden 
güneşli elleriyle kapımızı çalacak olan 
gelecek günlere güvenimi kaybetmedim hiçbir zaman…
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Seviyorum seni
ekmegi tuza batirip yer gibi

Geceleyin atesler icinde uyanarak
agzimi dayayip musluga su icer gibi

Agir posta paketini
neyin nesi belirsiz
telasli, sevincli, kuskulu acar gibi

Seviyorum seni
denizi ilk defa ucakla gecer gibi

Istanbul'da yumusacik kararirken ortalik
icimde kimildayan birseyler gibi

Seviyorum seni
Yasiyoruz cok sukur der gibi.
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Beş kıtanın içinden başladı sefer 
Gidildi kuzeye doğru, gidildi, 
Ormanlar, kayalar, göller, denizler 
Şehrine varıldı, şehir yeşildi. 

Bu gelenler silâhsız adamlardı 
Her birisi yüreğini çıkardı. 
Her yürekte güzel bir şeyler vardı, 
Hayata sevdalar ilân edildi. 

Geceler beyazdı, gündüzler serin, 
Sözleri dövdüler dan dan da din din, 
Örsünde sıcacık yüreklerinin 
Ölüm bu sözlerden güçlü değildi.
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da 
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil, 
bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte 
yani yürekte. 

Meselâ bir barikatta dövüşerek 
meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken 
meselâ denerken damarlarında bir serumu 
ölmek ayıp olur mu? 

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da 
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil. 

Seversin dünyayı doludizgin 
ama o bunun farkında değildir 
ayrılmak istemezsin dünyadan 
ama o senden ayrılacak 
yani sen elmayı seviyorsun diye 
elmanın da seni sevmesi şart mı? 
Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık 
yahut hiç sevmeseydi 
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden? 

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da 
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Sayfada saygıyla göze çarpsın diye 
komuşlar fotoğrafı baş köşeye. 
İzmir'de, Kordon'da, Memetleri teftiş. 
Vakit öğle, hava sıcak, gün uzun belli. 
Önde Amerikan paşası kafayı dikmiş 
ve sırmalı şapkasında eli 
kasap bıçağı gibi parlıyor keskin, geniş 
ve küfredip sesini duyuyorum 
toprağıma tokat gibi inen adımlarının. 
Türk paşası on beş adım geride. 
Yüzünü göremiyorum, gölgeli. 
Belki alışmış, 
belki utanıyor, belki öfkeli. 
Memetlere bakıyorum : 
Dişleri kenetli, gözleri karanlık, 
gözleri dikilmiş yere. 
Sanıyorum yakındır, bir daha çıkmayacaklar 
İzmir'de, Kordonboyu'nda böyle teftişlere...
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Topraktan öğrenip 
kitapsız bilendir. 
Hoca Nasreddin gibi ağlayan 
Bayburtlu Zihni gibi gülendir. 
Ferhad'dır 
Kerem'dir 
ve Keloğlan'dır. 
Yol görünür onun garip serine, 
analar, babalar umudu keser, 
kahbe felek ona eder oyunu. 
Çarşambayı sel alır, 
bir yâr sever 
el alır, 
kanadı kırılır 
çöllerde kalır, 
ölmeden mezara koyarlar onu. 
O, «Yûnusû biçâredir 
baştan ayağa yâredir,» 
ağu içer su yerine. 
Fakat bir kerre bir derd anlayan düşmeyegörsün önlerine 
ve bir kerre vakterişip : 
«—Gayrık yeter!...» 
demesinler. 
Ve bir kerre dediler mi : 
«İsrafil surunu urur 
mahlukat yerinden durur», 
toprağın nabzı başlar 
onun nabızlarında atmağa. 
Ne kendi nefsini korur, 
ne düşmanı kayırır, 
«Dağları yırtıp ayırır, 
kayaları kesip yol eyler âbıhayat akıtmağa...»
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Türkiye işçi sınıfına selâm! 
Selâm yaratana! 
Tohumların tohumuna, serpilip gelişene selâm! 
Bütün yemişler dallarınızdadır. 
Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir, 
haklı günler, büyük günler, 
gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan, 
ekmek, gül ve hürriyet günleri. 

Türkiye işçi sınıfına selâm! 
Meydanlarda hasretimizi haykıranlara, 
toprağa, kitaba, işe hasretimizi, 
hasretimizi, ayyıldızı esir bayrağımıza. 

Düşmanı yenecek işçi sınıfımıza selâm! 
Paranın padişahlığını, 
karanlığını yobazın 
ve yabancının roketini yenecek işçi sınıfına selâm! 

Türkiye işçi sınıfına selâm! 
Selâm yaratana!
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Kapımın önünde üç selvi vardı. 
Üç selvi. 
Selviler rüzgarda sallanırlardı. 
Üç selvi. 
Kökleri yerde, başları yıldızlarda 
Üç selvi. 
Selviler sallanırlardı rüzgarda. 
Üç selvi. 
Bir gece düman bastı evi. 
Üç selvi. 
Yatağımda öldürüldüm ben. 
Üç selvi. 
Kesildi selviler köklerinden. 
Üç selvi. 
Artık ne kökleri yerde, başları yıldızlarda 
Üç selvi. 
Selviler sallanmıyorlar rüzgarda. 
Üç selvi. 
Mermer bir ocakta parçalanmış yatıyor 
Üç selvi. 
Kanlı bir baltayı aydınlatıyor 
Üç selvi.
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Yoldaşlar, nasip olmazsa görmek o günü, 
ölürsem kurtuluştan önce yani, 
alıp götürün 
Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni. 

Hasan beyin vurdurduğu 
ırgat Osman yatsın bir yanımda 
ve çavdarın dibinde toprağa çocuklayıp 
kırkı çıkmadan ölen şehit Ayşe öbür yanımda. 

Traktörlerle türküler geçsin altbaşından mezarlığın, 
seher aydınlığında taze insan, yanık benzin kokusu, 
tarlalar orta malı, kanallarda su, 
ne kuraklık, ne candarma korkusu. 

Biz bu türküleri elbette işitecek değiliz, 
toprağın altında yatar upuzun, 
çürür kara dallar gibi ölüler, 
toprağın altında sağır, kör, dilsiz. 

Ama bu türküleri söylemişim ben 
daha onlar düzülmeden, 
duymuşum yanık benzin kokusunu 
traktörlerin resmi bile çizilmeden. 

Benim sessiz komşulara gelince, 
şehit Ayşe'yle ırgat Osman 
çektiler büyük hasreti sağlıklarında 
belki de farkında bile olmadan. 

Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani, 
- öyle gibi de görünüyor - 
Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni 
ve de uyarına gelirse, 
tepemde bir de çınar olursa 
taş maş da istemez hani...
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
"Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ. 
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet. 
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ." 
Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla, 
bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un 
66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali 
Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira. 
"Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet 
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ." 

Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt 
hainiyim, ben vatan hainiyim. 
Vatan çiftliklerinizse, 
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan, 
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan, 
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın, 
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan, 
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın, 
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa, 
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan, 
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa, 
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan, 
ben vatan hainiyim. 
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla : 
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Hoşça kalın 
dostlarım benim 
hoşça kalın! 
Sizi canımda 
canımın içinde, 
kavgamı kafamda götürüyorum. 
Hoşça kalın 
dostlarım benim 
hoşça kalın... 
Resimlerdeki kuşlar gibi 
dizilip üstüne kumsalın, 
mendil sallamayın bana. 
İstemez... 
Ben dostların gözünde kendimi 
boylu boyumca görüyorum... 

A dostlar 
a kavga dostu 
iş kardeşi 
a yoldaşlar a..!!. 
Tek hecesiz elveda.. 

Geceler sürecek kapımın sürgüsünü, 
pencerelerde yıllar örecek örgüsünü. 
Ve ben bir kavga şarkısı gibi haykıracağım 
mapusane türküsünü. 

Yine görüşürüz 
dostlarım benim 
yine görüşürüz... 
Beraber güneşe güler, 
beraber dövüşürüz... 

A dostlar 
a kavga dostu 
iş kardeşi 
a yoldaşlar a..!!. 
ELVEDA..!!.......
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Gelsene dedi bana
Kalsana dedi bana
Gülsene dedi bana
Ölsene dedi bana

Geldim
Kaldim
Güldüm
Öldüm
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
(I)

Yasamak sakaya gelmez,
buyuk bir ciddiyetle yasayacaksin
bir sincap gibi mesela,
yani, yasamanin disinda ve otesinde hicbir sey beklemeden,
yani butun isin gucun yasamak olacak.

Yasamayi ciddiye alacaksin,
yani o derecede, oylesine ki,
mesela, kollarin bagli arkadan, sirtin duvarda,
yahut kocaman gozluklerin, 
beyaz gomleginle bir laboratuvarda
insanlar icin olebileceksin,
hem de yuzunu bile gormedigin insanlar icin,
hem de hic kimse seni buna zorlamamisken,
hem de en guzel en gercek seyin
yasamak oldugunu bildigin halde.

Yani, oylesine ciddiye alacaksin ki yasamayi,
yetmisinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de oyle cocuklara falan kalir diye degil,
olmekten korktugun halde olume inanmadigin icin,
yasamak yani agir bastigindan.

1947
--o0o--

(II)

Diyelim ki, agir ameliyatlik hastayiz,
yani, beyaz masadan,
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mumkun degilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de gulecegiz anlatilan Bektasi fikrasina,
hava yagmurlu mu, diye bakacagiz pencereden,
yahut da sabirsizlikla bekleyecegiz 
en son ajans haberlerini.

Diyelim ki, dovusulmeye deger bir seyler icin,
diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hucumda, daha o gun
yuzukoyun kapaklanip o"lmek de mumkun.
Tuhaf bir hincla bilecegiz bunu,
fakat yine de cildirasiya merak edecegiz
belki yillarca surecek olan savasin sonunu.

Diyelim ki hapisteyiz,
yasimiz da elliye yakin,
daha da on sekiz sene olsun acilmasina demir kapinin.
Yine de disariyla birlikte yasayacagiz,
insanlari, hayvanlari, kavgasi ve ruzgariyla
yani, duvarin ardindaki disariyla.

Yani, nasil ve nerede olursak olalim
hic olunmeyecekmis gibi yasanacak...

1948
--o0o--

(III)

Bu dunya soguyacak,
yildizlarin arasinda bir yildiz,
hem de en ufaciklarindan,
mavi kadifede bir yaldiz zerresi yani, 
yani bu koskocaman dunyamiz.

Bu dunya soguyacak gunu birinde,
hatta bir buz yigini
yahut olu bir bulut gibi de degil,
bos bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlikta ucsuz bucaksiz.

Simdiden cekilecek acisi bunun,
duyulacak mahzunlugu simdiden.
Boylesine sevilecek bu dunya
<
> diyebilmen icin...
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Kardesim
sonu tatliya baglanan kitaplar yollayin bana

ucak sag salim inebilsin meydana

doktor gulerek ciksin ameliyattan
kor cocugun acilsin gozleri

delikanli kurtarilsin kursuna dizilirken

birbirine kavussun yavuklular
dugun dernek yapilsin hem de

sussuzluk da suya kavussun
ekmek de hurriyete

kardesim 
sonu tatliya baglanan kitaplar yollayin bana
onlarin dedikleri cikacak
eninde de sonunda da..
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Memleketim, memleketim, memleketim, 
ne kasketim kaldı senin ora işi 
ne yollarını taşımış ayakkabım, 
son mintanın da sırtımda paralandı çoktan, 
Şile bezindendi. 
Sen şimdi yalnız saçımın akında, 
enfarktında yüreğimin, 
alnımın çizgilerindesin memleketim, 
memleketim, 
memleketim...
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Zevcem, 
ruhu revanım 
Hatice Pîrâyende, 
ölümü düşünüyorum, 
demek ki arteryo skleroz 
başlıyor bende... 
Bir gün 
kar yağarken, 
yahut 
bir gece, 
yahut 
bir öğle sıcağında, 
hangimiz ilkönce, 
nasıl 
ve nerde öleceğiz? 
Nasıl 
ve ne olacak 
ölenin son duyduğu ses, 
son gördüğü renk, 
kalanın ilk hareketi 
ilk sözü 
ilk yediği yemek? 
Belki de birbirimizden uzakta öleceğiz. 
Haber 
çığlıklarla gelecek, 
yahut da ima edecekler, 
ve kalanı yalnız bırakıp 
gidecekler... 
Ve kalan 
karışacak kalabalığa. 

Yani efendim, hayat... 
Ve bütün bu ihtimâlât 
1900 kaç senesinin 
kaçıncı ayı 
kaçıncı günü 
kaçıncı saatinde? 

Zevcem, 
ruhu revanım 
Hatice Pîrâyende, 
ölümü düşünüyorum, 
geçen ömrümüzü düşünüyorum. 
Kederli 
rahat 
ve hodbinim. 
Hangimiz ilkönce 
nasıl 
ve nerde ölürsek ölelim, 
seninle biz 
birbirimizi 
ve insanların en büyük dâvasını sevebildik 
- dövüştük onun uğruna -, 
«yaşadık» 
diyebiliriz.
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
- Uyumak şimdi, 
uyanmak yüz yıl sonra, sevgilim... 

- Hayır, 
kendi asrım beni korkutmuyor 
ben kaçak değilim. 
Asrım sefil, 
asrım yüz kızartıcı, 
asrım cesur, 
büyük 
ve kahraman. 
Dünyaya erken gelmişim diye kahretmedim hiçbir zaman. 
Ben yirminci asırlıyım 
ve bununla övünüyorum. 
Bana yeter 
yirminci asırda olduğum safta olmak 
bizim tarafta olmak 
ve dövüşmek yeni bir âlem için... 

- Yüz yıl sonra, sevgilim... 

- Hayır, her şeye rağmen daha evvel. 
Ve ölen ve doğan 
ve son gülenleri güzel gülecek olan yirminci asır 
(benim şafak çığlıklarıyla sabaha eren müthiş gecem), 
senin gözlerin gibi, Hatçem, 
güneşli olacaktır...
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Bir şair yolculuk ediyor 
bir denizinde dünyamızın 
bakarak bir yıldıza. 

Yolculuk ediyor şairin biri 
yıldızlardan birinde bir denizde 
bakarak dünyamıza. 

Yolculuk ediyor şairler 
denizlerinde kâinatın 
bakarak birbirine.
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Yürümek; 
yürümeyenleri 
arkanda boş sokaklar gibi bırakarak, 
havaları boydan boya yarıp ikiye 
bir mavzer gözü gibi 
karanlığın gözüne bakarak 
yürümek!.. 

Yürümek; 
dost omuzbaşlarını 
omuzlarının yanında duyup, 
kelleni orta yere 
yüreğini yumruklarının içine koyup 
yürümek!.. 

Yürümek; 
yolunda pusuya yattıklarını, 
arkadan çelme attıklarını 
bilerek 
yürümek... 

Yürümek; 
yürekten 
gülerekten 
yürümek...
		

Nazim Hikmet Ran

 


		
Korkunç ellerinle bastırıp yaranı 
dudaklarını kanatarak 
dayanılmakta ağrıya. 
Şimdi çıplak ve merhametsiz 
bir çığlık oldu ümid... 
Ve zafer 
artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar 
tırnakla sökülüp koparılacaktır... 

Günler ağır. 
Günler ölüm haberleriyle geliyor. 
Düşman haşin 
zalim 
ve kurnaz. 
Ölüyor çarpışarak insanlarımız 
- halbuki nasıl hakketmişlerdi yaşamayı - 
ölüyor insanlarımız 
- ne kadar çok - 
sanki şarkılar ve bayraklarla 
bir bayram günü nümayişe çıktılar 
öyle genç 
ve fütursuz... 

Günler ağır. 
Günler ölüm haberleriyle geliyor. 
En güzel dünyaları 
yaktık ellerimizle 
ve gözümüzde kaybettik ağlamayı : 
bizi bir parça hazin ve dimdik bırakıp 
gözyaşlarımız gittiler 
ve bundan dolayı 
biz unuttuk bağışlamayı... 

Varılacak yere 
kan içinde varılacaktır. 
Ve zafer 
artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar 
tırnakla sökülüp 
koparılacaktır...
		

Nazim Hikmet Ran