Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!

 

GÜZEL MERSİN'E HOŞGELDİNİZ

Bugünkü Çukurova'nın bulunduğu bölgenin tarihteki adı Kilikya (CILICIA) dır.

Coğrafi ve Fiziki bakımdan iki farklı kısıma ayrılır.

Birincisi, Dağlık Kilikya (CILICIA TRAHEIA)dır ve Alanya'dan Limonlu (LAMUS) Çayına kadar olan bölgedir.

İkincisi, Ovalık Kilikya (CILICIA PEDIAS) dır ve Limonlu Çayından doğuya kadar kısmen İçel ve Adana ilinin tamamını kaplayan bölgedir. Bölge; Mersin Çayı-Deliçay eski adı ile ANHIA LEOS, Tarsus Irmağı (KYDNOS), Seyhan Nehri (SAROS) ve Ceyhan (PYRAMOS) nehirlerinin suladığı ovadır. Kilikya, kuzeyden ve Batı'dan Toros Dağları, doğuda Anti Toros Dağları ve güneyde Akdeniz ile sınırlıdır. Toroslardan tek giriş kapısı Gülek Boğazı'dır. Charles Texier, bu kapıyı ele geçiren kuvvetin, Küçük Asya'ya sahip olacağını yazmıştır. Bölge, sırası ile Hitit, Yunan, Roma, Bizans hakimiyeti altına girmiş, zaman zaman Arapların istilasına uğramış, XI.yy'da Selçukluların, XIV.yy'da Karamanoğullarının, XVI.yy'da ise Osmanlıların hakimiyetine geçmiştir.

Bölgeye ismini veren Kilikya adının nereden geldiğine ilişkin çeşitli araştırmalar vardır.

Bazı araştırmalara göre Dorfiyen'lerin Yunanistan'ı ve adaları istila etmesi üzerine buraya göç eden Akalılar tarafından Kilikya ismi verildiği iddia edilmektedir.

Victor Langlois, Tarsus Irmağı ile Seyhan Nehri arasındaki bataklık bölgede çok miktarda manda yetiştiğinden ve KİLİK kelimesinin karşılığı MANDA-CAMUS olduğundan buraya Kilikya denildiğini belirtmiştir, ancak en isabetli izahın Heredot tarafından yapıldığı kabul edilmektedir. Orta Asya'dan gelip Suriye sahillerine yerleşen Finike'lilerin meşhur kahramanlarından AGENOR'un oğlu CILIX tarafından bölgenin iskan edildiğini ve onun adına izafeten Kilikya - CILICIA adı verildiği şeklindedir. Kelime, Yunan dilinde Kiliki veya Kilikya, Latincede Çiliçi, Çiliçia ve diğer dillerde de Cilicie tarzlarında söylenmektedir.

Kilikya tarihte çok ünlü şahsiyetleri konuk etmiş ve birçok olaylara sahne olmuş bir bölgedir.

Hıristiyanlık, dünyaya bu bölgeden yayılmıştır. Saint Paul Saul, Tarsus'ta doğmuş, tahsilini burada yapmış ve yaşamıştır. Aziz Paul'un talebelerinden olan ve Hıristiyanlıkta azize mertebesine yükselmiş olan Thekla, Meryemlik (ya da Aya Thekla olarak anılan mevkii Silifke - Taşucu arasında Hıristiyanlarca kutsal sayılan bir yerdir. Yeraltı Kilisesi ve bir sarnıç iyi durumda olup, diğer kilise, sarnıçlar ve vesair eserler tanınmayacak durumda haraptır. Burada Hıristiyanlarca zaman zaman ayinler düzenlenmektedir.) adı verilen yerde yaşamış ve burada vefat etmiştir. Aya Thekla, Saint Paul'u Konya'da görmüş, ona inanmış, Hıristiyanlığı Anadolu'ya birlikte yaymaya başlamışlar ve bu arada başına birçok felaketler gelmiştir. Konya'da yakılmak suretiyle öldürülmesine karar verilmiş, ancak müthiş yağmurlar ve seller nedeni ile yakılamadığı için kurtulmuş, Afyon civarında aslanlara parçalatılmak istenmiş ancak yine kurtulmuştur. Sonradan Meryemlik denilen yerin altında inşa ettirdiği kilisede dini yayma işl evlerine devam etmiş ve burada ölmüştür.

Büyük İskender'in oğlu Tarsus'ta dünyaya gelmiş ve ailesi dokuz yıl burada ikamet etmiştir. Yine Büyük İskender, Tarsus Irmağında yıkandıktan sonra hastalanmış ve ölümden güçlükle kurtulmuştur.

Bu arada Tarsus, hükümet merkezi olmuş ve Kleopatra ve Antuan burada evlenmişlerdir. Tarsus'ta bir mabedde yapılan düğüm törenlerine birçok Asya hükümdarı da davet edilmiştir.

Roma İmparatoru Jül Sezar da Tarsus'ta bulunmuştur. M.Ö.48 yıllarında buraya gelen Sezar, Bölge Valilerini toplayarak yönetimi yeni bir düzene koymuştur. Tarsus'ta bulunduğu süre içerisinde yöre halkının sevgisini kazanmış ve bu nedenle Tarsus'a JULIAPOLIS adını vermişlerdir.

Arap Hükümdarlarından Harun Reşit'in oğlu Me'mun Tarsus'ta vefat etmiştir. İngilizleri Hıristiyan yapanlardan eski Kentenböri (Canterbury)Başpiskoposlarından TEODOR, Tarsus'ludur.

Bütün dinlerde yer almış bulunan Eshabı-Kehf olayı da Tarsus'a mal edilmiştir. Bilindiği üzere olay şöyle hikaye edilir. Saint Paul'un Hıristiyanlığı yaydığı dönemlerde bu dini kabul eden Efes'li gençlerden Yemliha, Mekselina, Mislina, Mernuş, Sazenuş, Debranuş ve Kefestetayüs'ün, putperestlik olan Roma dinini terketmeleri, Roma imparatorlarından DECIUS'u sinirlendirmiş ve seçtikleri dini terketmedikleri takdirde öldürüleceklerini gençlere bildirmiştir. Korkan gençler yanlarına köpeklerini de alarak bir mağaraya sığınmışlardır.(Halen Eshab-ı Kehf Mağarası olarak bilinen bu mağara Tarsus'un 14 km. kuzeybatısında Ulaş Köyü yakınında bir dağ eteğindedir.) Bir deyişe göre 187 yıl, bir başka deyişe göre 376 yıl burada uyuyakalmışlardır. Uyandıklarında alışveriş yapması için içlerinden birisini çarşıya göndermişler, fakat paranın DECIUS devrine ait oluşu, halbuki devrin imparator TEODOSIUS devri olduğunu ve aradan çok uzun sürenin geçtiğini öğrenince tekrar mağaralarına dönmüşler ve orada bir daha çıkm amak üzere kalmışlardır. Bu olay Kuran-ı Kerim'de Kehf Suresi 1,2,3 Bölümlerinde yer almıştır.

Ünlü Hatip Çiçeron da M.Ö.51 yıllarında Kilikya Valisi olarak Tarsus'ta ikamet etmiştir.

Yine hemen hemen bütün tarihçilerin belirttiği bir olay da şudur. Haçlı Seferleri sırasında Silifke'ye gelen Alman İmparatoru FREDERİK, Göksu nehrini atı ile geçerken attan düşerek boğulmuştur ve Meryemlik'e gömülmüştür. Bir söylentiye göre kemikleri, İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya'nın Ankara Büyükelçisi olan Von Papen tarafından ülkesine gönderilmiştir.

Kilikya, Doğu ve Batının göç yolu üzerinde bulunduğundan dolayı çok önemli bir bölgedir. Yukarıda birkaç örneğini verdiğimiz olaylar ve bölgeye gelen şahsiyetler çok fazladır. Ancak çok eski bir yerleşim bölgesi olan Mersin'in, Tarsus'a kıyasla tarihte önemli bir yeri yoktur. Kilikya'nın sahil kesiminde ZEPHIRIUM körfezi üzerinde kurulmuştur. Zephirium, Mersin kentinin antik adıdır. Halkevi civarında temel kazılaraı sırasında eski şehre ait tarihi kalıntılara rastlanmıştır. Aynı tür eserler Çavuşlu Mahallesindeki tesadüfi kazılarda da görülmüştür. Mersin'de ciddi bir arkeolojik araştırma yapıldığı taktirde bu konuda daha aydınlatıcı bilgilere kavuşulacağı muhakkaktır.

Mersin Tarihi - PİTURA-YUMUKTEPE:

M.Ö.5500-2000 Yılları arası.

Mersin'de Anadolu Medeniyetlerinin en eski izleri Yumuktepe Kazıları ile ortaya çıkmıştır.

Gaziantep'in 50 km. batısındaki Sakçagözü mevkiinde arkeolojik kazı yapmakta olan Neilson grubuna bağlı Liverpool Üniversitesi Profesörlerinden JOHN GARSTANG, 1936 yılında inceleme gezisine çıktığı Mersin'deki bazı höyükleri de incelemiştir. Mersin'in birkaç kilometre kuzey batısında ve yakın zamana kadar Soğuksu adı ile bir mesire yeri olarak bilinen Yumuk Tepe'de kazı yapmaya karar vermiştir. 1937 yılında 1940 yılan kadar devam eden kazılar, yörenin Neolitik devirden beri yerleşim alanı olduğunu ortaya çıkarmıştır.

Yapılan sondalara göre bu tepe su seviyesine kadar meskun alandır. Höyük, Akdeniz'le Toros silsilesi arasındaki dar bir geçide hakimdir. Bu noktada geçit, 5-6 mil genişliğidedir. Tepe'nin eski çağlarda bir oymak sınırı veya serhaddi olduğu sanılabilir. Toroslardan daima akan bir ırmak tepenin eteklerinden geçer. Truva ile Doğu arasındaki esas ticaret yolu, Tepe'nin kuzeyinden geçer ve Mezopotamya'ya Karkamış yoluna bağlanır. Böylece, hem karadan hem denizden gidiş gelişe elverişli olması bu yerin tarih boyunca yerleşilmesine sebeb olmuştur. Aslında burası, şimdiye kadar bilinmeyen iki devamlı Prehistorik kültürün besleyicisi idi.

M.Ö.2100-1500 yıllarına rastlayan tarihi tabakalar, Anadolu Yaylası ve kuzey Suriye'ye yayılan halkların işgal çağına tanıklık eder. Daha sonraları bu tabakalar, eski Hitit İmparatorluğu'nun hakiki kalesine çevrilmiştir. Bundan sonra gelen üst tabakalarda ara ile, Eski Yunan, Bizans ve Orta Zaman Arapların yerleşimine ait izler görülür. Garstrang, V. ve VII.tabakalar arasında M.Ö.1450-1200 yıllarına rastlandığını, bundan sonra gelen tabakanın ırmaktaki sıfır noktadan 19 metre yukarıda ve Tepe'den 6 metre aşağıda olduğunu ifade etmiştir.

IX.,X.,XI. tabakalarda önemli planlar ve pek çok arkeolojik malzeme, çanak, çömlek ve tunç eşya elde edilmiştir. Alt tabakalara inildikçe de önemli sonuçlar elde edilmiştir. M.Ö.4000 yılı Kalkolitik çağının birbiri ardınca 5 iskan devri kalıntılarına 17,40 ve 14,30 metre tabakaları arasındaki geniş sahada rastlanmıştır. XVI. tabakada takriben 15 metrekarelik alanda, bir tabye ile bir şehir duvarına merbut ve içten bir bekçi odası ile mıhafaza edilmiş kalın bir burç tesbit edilmiştir. Burada elde edilen çanak, çömlekler parçalar halinde olmalarına rağmen, iyi durumlarını muhafaza etmişlerdir. Bunların bolluğu, Mersin'in bu sınıf çanak çömleği yayan bir merkez olduğu kanısını vermektedir.

13,60 metre derinlikte ve yine XVI. yerleşme katında da bazı kalıntılar bulunmuştur. Bu katta, mazgallı bir istihkam ve ona bitişik odalar ile münferit bir evi ihtiva eden şehir parçası bulunmaktadır. Sur duvarı üzerinde bir sıra 20x50 santimetre ebadında dar mazgal delikleri, sur'a dayanan iç odaların herbirinde uygun aralarla pencereleri andıran menfezler tesbit edilmiştir. Menfezler alçak olmalarına rağmen, çökerek ok atan bir muharibin hareketine elverişlidir. Odaların birbirine ekli düz damları uygun bir müdafaa alanı teşkil edebilir. Çamurdan yapılmış ve kısmen pişirilmiş gülleler ve bunlardan sayıca daha az olan sel taşlarından mürekkep cephane, kuşatmaya karşı sapan kullanıldığına işaret eder. Şehrin hücumla ele geçirildiği ve yakılıp yıkıldığı sanılmaktadır. Buna rağmen odalardaki, eşyaların yerli yerinde kaldığı görülmüştür. Her oda önünde kapalı bir avlu vardır. Oda önlerindeki direkler bir gölgelik bulunduğunu gösterir. Esas duvara bitişik odalar her ne kadar şehrin savunmasına ayrılmış ise de içinde yaşayan birlikleri de ihtiva ve her ihtimale karşı evli askerlerin odalarını teşkil etmekte idi. Esas duvar köşeleri kalın sıva ile kaplanmıştır. Nehre bakan ve köşenin keskin kıvrımlı batı ucunda esas geçit vardır. Burası duvar dışı bir kule ve içten küçük bir bekçi odası ile muhafaza edilmiştir. Geçit 4, kapı yolu 2 metre genişliğindedir. Batıda 12 metre uzunluk ve 4 metre genişlikte bir avlusu bulunan büyük bir bina, büyük pişirme fırını ve 6 metrekare büyüklükte iki sıra odalar mevcuttur.

Bu kazılardan çıkarılan sonuca göre, Mersin yöresi M.Ö.5500 yılından titbaren bir yerleşim alanı olarak kullanılmıştır ve Taş devrinden Tunç devrine kadar bütün devirleri yaşamıştır.

M.Ö.1200 ve Sonrası:

Bu dönem; Kızvatna, Kue, Persler, Selökitler ve Romalıların bölgede hakim oldukları dönemdir.

Eti'lerin büyük kralı Hattusil'in, bu havalinin bir prensesi olan Putukhipa ile evlenmesi üzerine Kilikya bölgesi Eti İmparatorluğu'na dahil edilmiştir. Kilikya bölgesinde hüküm süren Kızvatna ve Arzava Kralıkları M.Ö.1806 da Musil I. zamanında Eti İmparatorluğu'na dahil edilmişlerdir.

Hitit İmparatorluğu'nun M.Ö.1180 yılında yıkılması üzerine, imparatoruk bir çok küçük kralıklar arasında bölüşüldü. Bu arada ticaret ve denizcilikte çok ileri olan Finike'liler de bilhassa sahil kesiminde bazı bölgelere yerleşmişledir.

Etilerin yıkılışından sonra bütün Kilikya'ya Kue'lilerin hakim olduğu anlaşılmaktadır. Bu devletin sınırları, Toros dağlarının eteklerinden Mut ve Alanya'yı içine alacak şekilde uzanmaktadır. Tarsus'unda bu devlete başkentlik yaptığı sanılmaktadır.

Tarsus, Kilikya devrinde dünyanın belli başlı şehirleri arasına girmiş ve medeniyete çok hizmet vermiş bir şehirdir. Bu devirde Mezapotamya, Akdeniz ve Mısırla Anadolu arasında önemli bir ticari mübadele merkezi olduğu gibi, mevcut üniversitesi ile de fikir bakımından üstünlüğünü kanıtlamıştır. Tarsa, Tarsu, Tarzı, Tarza, Tarsis gibi isimlerle şöhret olan bu şehrin hangi tarihte kimler tarafından kurulduğu kesin olarak bilinmemekle birlikte, yedibin yıllı bir geçmişi olduğu sanılmaktadır. Romalılar devrinde Roma generalleri Soli'de oturmalarına rağmen Tarsus yine Kilikya'nın baş şehri vazifesini görmüştir.

Kue Krallığı'nın Asur eyaleti haline gelmesinden bir süre sonra Asus Devleti de yıkılmış ve bölgeye önce yerli sülaleler, sonra da Perler hakim olmuştur. M.Ö.334 yıllarında Anadolu ve oradan Kilikya'ya inen İskender, Pers hakimiyetine son verir. İskender'in ölümünden sonra generallerinden Selefkos Nikator bölgeye hakim olur. Selefkosların Mısır istilasına karşı Romalılardan yardım istemesi sonucu bölge Romalıların hakimiyetine girer. Bu arada kısa bir hükümranlık süren Ermeniler de, Romalılar tarafından Kilikya'dan sürülürler.

SOLİ - POMPEİPOLİS:

Mersin'in 10 km. batısında bulunan, o günkü adı ile SOLİ şehri tarihte önemli bir yer tutar. Greklerin SOLEİ şeklinde yazdıkları bu şehrin adının güneş manasına gelen SOL'den türediği sanılmaktadır. Soli şehrinin Atinalı meşhur Solon adına izafeten kurulmuş olduğu iddiası bir Yunan efsanesi olarak kabul edilmektedir. Soli'nin Kıbrıs'tan gelen Arjien kolonisi tarafından kurulduğu sanılmaktadır. Sonraları burası bir korsan yatağı haline gelmiştir. Buraya yerleşen Kilikya korsanları sahip oldukları 1000 gemi ile yalnız gelip geçen gemileri değil, civarlara da hücum ediyorlardı. Roma M.Ö.78 yılında komutan Popliesservios idaresinde asker gönderdi, İzori de denilen bu komutan bir netice alamadı. ikinci defa Mark Antuan kumandasında ve bir yıl sonra da Seritikos kumandasında üç defa asker gönderildi. Bu seferlerden de bir sonuç alınamaması üzerine Pompe kumandasında gönderilen askerlerle korsanlar mağlup edildi. Pompe korsanlardan onbin kadarını öldürüp, yirmibin esir aldı. Sahildeki kaleleri yıkarak kendi ad ını verdiği Pompeipolis şehrini inşa ettirdi.

Şehrin bir kapısından diğer kapısına kadar ikiyüz direk bulunan bir cadde bulunuyordu. Halen bunlardan pek azı mevcuttur. Şehrin önünde inşa edilmiş olan limanın harabeleri halen görülmektedir. Meşhur Çiçeron burada valilik yapmıştır. Hıristiyanlıktan sonra Pompeipolis, Yukarı Kilikya'ya bağlı bir baş papazlık olmuştur.

Bizans Döneminden Osmanlılar Dönemine:

Roma'nın ikiye ayrılmasından sonra, Kilikya bölgesi, merkezi İstanbul olan Doğu Roma İmparatorluğu idaresine geçti. Bölgede buluna Tarsus Saint Paul'un doğduğu şehir olması sebebiyle Kilikya'ya özel bir önem veriliyordu.

Kilikya'ya ikinci defa hücum eden Emeviler Devleti Halifesi Muaviye, Kilikya'yı zaptetti, İstanbul'a kadar ilerleyerek İstanbul'u da kuşattı. Ancak müslümanların ihtilafa düştükleri bir sırada Bizanslilar Kilikya'yı yeniden ele geçirdiler. 675 yılında bölge yeniden müslümanların eline geçer ve Emeviler buraya Müslim adında bir vali atarlar. Halifelik 718 yılında Abbasilere geçince, saltanat değişikliğinden istifade eden Bizanslılar bölgeyi tekrar ellerine geçirirler. 853 yılında Abbasiler bu toprakları geri alıp, Abbasilerin bir eyaleti haline getirirler. Selçukların Kudüs yolunu kapamaları nedeni ile haçlıların Küçük Asya'da görünmeleri, Kilikya'daki yönetimin bir süre haçlıların eline geçmesine neden olur.

Batı tarihçileri Kilikya'da Ermeni hakimiyetinden bahsederler. Ermeniler Kilikya'da değil, dünyanın hiçbir yerinde ciddi bir devler oluşturamamışlardır.

Ermenilerin Anadolu'ya ve Kilikya'ya gelişleri, doğudan gelen istila ordularının önüne katılmaları sonucudur. Kilikya'da kurdukları küçük prenslikleri, güçlü devletlere haraç vererek yaşatmışlardır. Romanın ve Bizansın zayıf zamanlarında, Seçukluların taht kavgasına tutuştukları zamanlarda Kilikya'nın şehir ve kasabalarında boy göstermişler, daha sonra Toroslara çekilerek bir tampon görevi görmeye devam etmişlerdir.

Seçuklular tarihinde Ermenilerin belirttiğimiz durumunu gösteren belgeler mevcuttur. Nitekim, Ermeni Prenslerinden Leon'un, İzzettin Keykavus'a yazdığı mektupta şöyle demektedir."...Yüce merhametinizden ümit budur ki, günahımı bağışlarsınız. Bundan böyle kulluk halkasını kulamığa takar ve haracı iki katına çıkarırım. Her sene yirmibin altın haracı huzurunuza layık armağanlarla beraber gönderir ve geçen seneden kalan haracı da ayrıca ödeyerek kulluk vazifesinden bir dakika geri kalmıyacağımı taahhüt ederim."

Ermeni Prensi Hatum, Selçuklulara haraç vermeyince Alaattin Keykubat tarafından ağır bir darbeye maruz bırakılıp perişan olunca, şöyle yazarak dehalet etmiştir. "....Eğer bize günahımız derecesinde azap edcekseniz şu tarihte bu suçlu kullarınıza vurduğunuz darbeler ve yaptığınız tevbihler kafi gelmiştir.... Kesilecek sikkeyi sultanın bahtiyar lakabıyle şereflendirelim. Haracı iki misline çıkaralım." Bu arada Orta Asya'dan gelen Moğolların Anadolu'yu alt üst etmesi Ermeni prensi Hatum'um hileli siyasetini canlandırmıştı. Bizzat Moğol Hakanının yanına giderek onun bastığı topraklara yüz sürmüştür. Moğollar Ermenileri kendilerine sadık bulmuşlardı, ancak Mısır Kölemenlerine yenilince Ermeniler yine korumasız kalmışlardır. Bundan sonra Kilikya'da Karamanoğullarının ve Zülkadiroğullarının hüküm sürdüğü görülür. En son Ramazanoğullarının doğması ile 14.asır ortalarında Ermeni prensliğinin ortadan kalktığını görürüz.

 

Mersin, I.Dünya Savaşı'na Müstakil Mutasarrıflık olarak girmiş ve imparatorluğun yıkılmasından sonra, 1924 yılında Türkiye Cumhuriyeti'nin bir vilayeti olarak kabul edilmiştir.

Mersin'in İşgali

I.Dünya Savaşı'ndan sonra Müttefiklerle Osmanlı devleri arasında 31.10.1918 tarihinde imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması'nın 7. maddesi "..Müttefikler, emniyetlerini tehdit edecek vaziyet zuhurunda, herhangi sevkülceyş noktalarını işgal hakkına haiz olacaklardır." hükmünü taşıyordu. Zaten Müttefikler de daha 1916 yılında Türkiye'nin paylaşılması konusunda anlaşmış bulunuyorlardı.

Buna dayanarak, 17 Aralık 1918 günü sabahı, İngilizler Mersin'i işgale başlamışlardır. Saat 9'da Merkez İskelesine yaklaşan bir filikadan çıkan bir İngiliz subayı, İskele Komiser Muavinine bir zarf vererek gemisine dönmüştü. Mutasarrıf Galip Bey, hükümet konağında Jandarma Komutanı Bnb. Hüseyin ve Emniyet Komiseri Hüsnü Bey'lerle toplatı halindeydi. Tercüme edilen, İngiliz subayının getirdiği mektupta "Ateşkesin 7. maddesi uyarınca ve son antlaşmaya göre, asayişi sağlamak amacı ile Kilikya'nın işgaline Mersin'den başlanacağı, çıkarmanın istasyon yanındaki iskeleden yapılacağı, Osmanlı idaresine ve Memurlara karışılmayacağı, işgalin geçeci olduğu, halkın heyecana kapılmaması ve herhangi bir karşı koyma sorumluluğunun idare amirlerine ait olacağı" bildiriliyor ve "iskele civarı meydanlığı, İngiliz Fabrikaları, İstasyon Binası ve Amerikan Koleji'nin işgal edileceği ve gerekli tedbirlerin alınması" isteniyordu.

Saat 10 sularında, Yzb. Mehmet Selahattin Han'ın müslüman Hint bölüğü, Alman iskelesinden çıkarak İngiliz fabrikasına yerleşmişlerdir. İşgalin ilk günleri olaysız geçmiştir. İşgalci İngilizler, karargahlarını Amerikan Koleji binasında kurmuşlar ve Üstğ.Arthur komutasında, istasyonda bir karakol teşkil etmişlerdir. Olaysız geçen 16 günden sonra, 2 Ocak 1919 günü Yrb. Romieu komutasında Ermeni Lejyon alayı, taşkınlıklarını, Gümrük Binası üzerinde bulunan ayyıldızları sökmek suretiyle başlatmışlardır.

Fransız işgal kuvvetlerinin Ermeni gönüllüleri; Taşhan, Araplar Köyü, Hıristiyan Köyü ile Zeytinlibahçe'de çadırlara yerleşmişler, Tunuslu ve Cezayirli askerler de, Askeri kışlaya ve Müftü medresesine yerleşmişlerdir.

20.11.1919 tarihinde, İngiliz işgal kuvvetleri çekilmiş ve işgalci olarak yalnız Fransızlar kalmıştır. Fransız işgal komutanlığı, 9.1.1919 tarihinde yayınladıkları emirname ile Baş Administratör olarak Kolonel Brenmod'un Adana'ya ve Guvarnör olarak Bnb. Anfre'nin Mersin'e atandığı bildirilmiştir. Anfre, hükümet konağının meclis salonunu çalışma yeri olarak kendisine ayırmıştır.

İşgal süresince gerek Fransızlar ve gerekse yandaşları Rum ve Ermeniler bölgede çeşitli olaylar yaratıyorlardı. Türk kadınlarının çarşaf ve ğeçeleri yırtılıyor, ev ve dükkanlar yağma ediliyor, tenhada rastlananlar öldürülüyordu. Binbir facia ile devam eden işgale karşı direnme hareketleri hazırlığı yapılmaya da başlanmıştı. Halk yavaş yavaş silahlandırılıyor, esaretten dönen yedek subay ve astsubaylardan yararlanılıyordu.

Sivas Kongresi tarafından seçilen Heyeti Temsiliye, Milli kuvvetlerin ne surette kurulacağını belirten gizli bir tamim yapmış ve bu tamim ilgili makamlara ve Müdafa-i Hukuk Teşkilatına gönderilmiştir.

Buna uyularak Mersin grubu teşekkül etmişti. Mersin Grubuna, Çiftlik Köyünde bulunan Sahil, Bozo, Emirler, Hamzabeyli, Çopurlu, Efrenk, Alsancak, Buluklu, Makinalı Tüfek ve Süvari Müfrezeleri dahildi. Silah mevcudu, 800 ile 1000 arasındaydı.

Mersin Grubu müfrezeleri, diğer grup müfrezeleri ile birlikte işgal süresince kahramanca çarpışmışlardır. Mersin Grubunun Fransız birlikleri ile yaptığı ilk savaş, Başnaklar Savaşı olup, bu savaşta Milli Kuvvetler hiç kayıp vermemiş, düşman 23 ölü vermiştir.

İçme Savaşı, Su Bendi Savaşları, Gudubes Savaşı, Emirler Savaşı gibi çarpışmalar Mersin Grubunu yaptığı en önemli savaşlardır. Bütün Güney Bölgesinde Türkler tarafından iki yıl aralıksız sürdürülen Çete savaşları, Fransızları yıldırdığı gibi, Fransız kamuoyunda da tepkiler yaratıyordu. Piyet Loti, 3.8.1920 tarihinde yazdığı "Kuvvetlerimizin Şarkta Çöküşü" başlıklı yazısında, "Bu çöküş ırkımızın tarihinde siyasetimizin ilk lekesi olacaktır. Fakat Fransız vicdanı sonunda zaafını anlayacak ve bu yoldan dönecektir. Kilikya, hakiki Türk namuskarlılığının koparılmaz bir parçasıdır. demiştir.

Bu tür düşünen başka Fransızlar da vardı. Mareşal Liyote, Franklin Buyyon, Kold Farer, Bert Golis gibi. Hatta, bir kolunu Çanakkale'de Türk topçusunun mermilerine kaptıran, Kilikya'yı işgal eden Fransız kuvvetleri komutanı sıfatıyla geldiği Çukurova'da ordusunun perişan halini bizzat gören, Split Gemisi ile Mersin'den ayrılırken Fas Kumandanı Liyote'ye yazdığı 9 Mart 1920 tarihli mektubu ile Bert Golis'in Mustafa Kemal Nezdinde aracı olmasına Mareşal'in tavaautunu rica etmişti.

Bu arada İngiltere ve Amerika'dan arka isteyen Ermeniler, Fransa'nın gölgesinde Karadeniz'den verilecek bir liman ile birlikte "Kilikya Ermenistan Krallığı"nı ilan etmeye çalışıyorlardı.

Ermeniler ve Ermeni Meselesi

Ermenilerin New York'ta yaptıkları bir gösteride taşımış oldukları bir tabelada, soykırım yapıldığını iddia ettikleri 28 Anadolu kasabasının ismi yazılmıştır. Bu şehirlerin arasında Mersin de yer almaktadır. Bu tabela, aslında soykırım yalanının bir örneğidir. Mersin'de soyu kırılacak bir Ermeni nüfus hiç bir zaman olmamıştır. Yerli ve yabancı kaynaklara göre, bazı yıllarda Mersin'de Ermeni nüfusu şöyledir.

1877 tarihinde Mersin'de mevcut 26.203 kişinin, 1506'sı Ermenidir.
1881'de 19.707 Türk nüfusuna karşılık 1152 Ermeni vardır. (Yabancı Kaynak)
1883'de 19.737 Türk nüfusuna karşılık 1174 Ermeni vardır. (yabancı Kaynak)
1890'da 29.185 Türk nüfusuna karşılık 860 Ermeni vardır. (Vital Cuinet)

Aynı yıl Osmanlı kaynakları Ermeni nüfusuna 183 olarak belirtmektedir. Yine Osmanlı kaynaklarına göre, 1892 yılında Mersin'de Ermeni nüfusu 427 olarak gösterilmektedir. 1904 tarihinde, Yunan kaynakları Mersin'deki Ermeni nüfusunu 900 olarak göstermişlerdir. Belirtilen tarihlerde Ermenileri soykırıma tabi tutmak şöyle dursun, bir çok devlet dairelerinde kendilerine önemli mevkiler verilmiştir. Ermeni halkına zulüm değil, aksine itibar gösterilmesi, yalnız Mersin'de değil, bir çok Osmanlı kasabasında da olmuştur.

Ermenilerle Türkler arasındaki problemler, gerçekte bu iki toplumun dışındakilerin yaratmasıdır. Biraz da bu konuya bir açıklık getirelim.

Vaktiyle Ruslar, Osmanlı İmparatorluğu'nu yıkmak için, Hınçak ve Taşnak adlı Ermeni Örgütlerini devamlı Türkler aleyhine kışkırtmışlardır. Aynı davranışı, İngiltere, Amerika ve özellikle de Fransa da yapmıştır. İki toplumu birbirine kırdırmayı da başarmışlardır.

Bunun ilk örneği, "İğtişaş" olarak isimlendirilen Adana olaylarıdır. II.Meşrutiyet'in getirdiği özgürlüğü hazmedemiyenlerin çıkardığı olaylardan biri de İstanbul'da cereyan eden 31 Mart olayıdır. Bu arada, dışarıda da Avusturya-Macaristan, Bosna-Hersek'i işgal ediyor, Girit Yunanistan'a katılıyor, Bulgarlar bağımsızlıklarını ilan ediyorlardı.

Adana Ermenilerinin de "Küçük Kilikya" hayalleri bu kargaşalık içerisinde canlanıyor ve önderliğini Monsenyör Museg isimli bir komiteci ve din adamı, sürekli verdiği nutuklarla halkını devamlı olarak Türkler aleyhine kışkırtıyordu. Öyle bir hava estiriyordu ki, Ermeniler Türkleri, özellikle kalabalık oldukları yerlerde, mahvedecekler ve batılılar donanmaları ile güney sahillerine gelip bunları destekleyecekler. Bu arada Muhammediye adlı bir Cemiyet de, Ermenilerin bu tutumuna karşılık sert tavır koyuyordu. Beklenen olayın gerçekleşmesi için herşeyin hazır olduğu bir ortamda, İstanbul'daki 31 Mart Vakasının ertesi günü, yani 1 Nisan 1909 günü Museg'in emri ile Ermeniler ilk silahı patlatıyor. Misis, Erzin, Dörtyol ve Tarsus'un Hamidiye kasabalarında kan gövdeyi götürüyor ve Adana içerisinde bazı Ermeni gençlerinin askeri birliklere ateş açması ile olaylar buraya da sıçrıyordu. Sonuç, 25.000'ne yakın ölü.

Olayların tek sorumlusunun Museg olduğu, o tarihlerde Adana İngiliz Konsolosluğu'nda görevli Binbaşı Douty-Wylie, Amerikalı misyoner Mr. Chamberg, Tarsus Amerikan Koleji Müdürü Mr. Christin tarafından da onaylanmıştır. Osmanlı Hükümeti iki taraftan sorumluluları bir ayrıcalık yapmadan cezalandırır. Aynı yıl Ağustos ayında Adana'ya Vali olarak atanan Cemal Paşa, Harp divanı kararını yerine getirerek Adana'da 30, Erzin'de 17 olmak üzere 47 müslüman Türkü idam ettirir. İdamla cezalandırılan Ermeni ise sadece bir kişidir. Asıl sorumlu Museg ise kaçarak yakasını kurtarır.

Cemal Paşa, içerisinde Ermenilerin de yer aldığı bir komite kurarak zarar görenlerin zararlarını tesbit ve yıkılan dükkan ve evleri fark gözetmeden yeniden inşa ettirir. Daha ziyade Türklerin cezalandırılması ve hak gözetmeden herkesin zararının giderilmesi Trük adaletinin bir örneği olarak gösterilebilir.

Amerika ve Batılılar soykırım iddialarına, 1915 yılında cereyan eden olayları dayanak yapmaktadırlar. 1915 yılının öncelerine şöyle bir göz atmak gerekiyor. Fransız ihtilalinin ektiği tohumlar, Romen, Bulgar, Sırp ve Rumlar gibi, Osmanlı İmparatorluğu içerisinde yaşayan Ermenileri de örgütlenmeye sevk etmiştir. Hınçak, Taşnaksutyan, Ramgar gibi terör örgütleri kurulmuştur. Ruslarla Osmanlılar arasında oluşan her itilafta, onlara hizmet için içeride huzursuzluklar çıkarmışlardır. 1892 yılında bir ara bütün kiliselerde isyan çağrıları yapmışlardır.

Daha önce 1877-78 Osmanlı-Rus savaşında Ermenilerin Rusya tarafını tutarak Türklere yaptıkları kötülükler ve Türkiye'deki Ermenilerin devamlı tahrikleri unutulmamış idi. Kendilerini arkadan vuracak bir gücü etkisiz kılmak için tedbir almak Osmanlıların da en doğal hakkıydı. Çıkarılan bir Kanunu Muvakkat ile, bu yörede yaşayan Ermenilerin savaş sonunda tekrar yerlerine getirilmek kaydıyla yine bir Osmanlı toprağı olan Suriye'ye göç ettirilmeleri kararlaştırıldı. İşte, Batı'nın ve Amerka'nın bitmez tükenmez şekilde istismar ettikleri soykırım iddiası budur. Kaldı ki, bu iş Türkiye'de gerektiği zaman kendi vatandaşına da tatbik edilmiştir.

Bu Techir Kanunu gereğince Ermenilerin göçleri esnasında bir saldırıya uğramamaları ve bakımları için mümkün olan tedbirler de alınmıştır. Cemal Paşa hatıratında kendi bölgesinden geçiş sırasında bunların sağlık ve gıda durumları ile bizzat ilgilendiğinden söz eder. Savaş şartları altında yapılan böyle bir göçte kayıpların olması çok doğaldır. Rusların istilası sırasında Ermeni zulüm ve cinayetlerinden kurtulmak için güneye ve daha batıya göç etmek zorunda kalan Türklerin uğradığı zarar ve felaket, Ermenilerin maruz kaldığından daha aşağı değildi. Belirttiğimiz gibi, Trablusgarp, Balkan Savaşları gibi savaşlardan çıkmış zayıf bir Osmanlı Devleti'nin imkanlarını da unutmamak gerekir. Ancak, Avrupalılar ne bu durumu, ne de aynı şekilde göç eden Türklerin uğradığı durumu hiç dikkate almadan, imkansızlıkların doğurduğu olayları çok büyüterek bir soykırım hadisesi yaratmaktan ve bitip tükenmek bilmeyen bir şekilde istismar etmekten geri durmamışlardır.

İşgalde Cereyan Eden Bazı Olaylar

Mersin'in işgali sırasında karaya çıkan Ermeni lejyonuna mensup Ermeniler şimdiki Uluçarşı'nın yerinde bulunan Gümrük Binası'nın üzerinde bulunan ay-yıldıza tahammül edemiyerek kırmışlardır.

Tece Faciası:

Birleşik Ermeni Komitesi, Türk köylerine saldırmak için Mersin'de bulunan Ermenilerden Zeytun'lu Arşak Çavuş köyleri ve yollarını iyi bilen gezgin kalaycı Karabet, Sefer ve Marko kılavuzluğunda otuz kişilik bir Ermeni eşkiya çetesi teşkil edilmiştir. Bu grup, 20.02.1919 günü Tece köyüne gelmişler, köy halkını meydanda toplamışlar ve oradakilerin üzerinde nesi varsa soyup almışlar, evleri yağmalamışlar. Parasının yerini söylemeyen köyün ileri gelenlerinden Molla Ahmet Efendi ateşe atılarak yakılmış, Nahiye Müdürü Hakkı Efendi'nin parmakları taş üzerine konularak dipçikle ezilmiştir. Bu vahşete dayanamayan İlyas oğlu Hanna adındaki kişi, "bu vahşete ne Allah, ne Musa ne de İsa razı olur" dediği için öldürülmüştür. Köyden ayrılırken birçok evi de ateşe vermişlerdir.

Yeniköy Faciası:

Ermeni Eşkiyası, Bahçe Mahallesi Yeniköy mevkiinde Trablusgarp asıllı Türk uyruklu bir şahsı, altı kişilik ailesi ile birlikte öldürmüşler ve birkaçının başlarını gövdelerinden ayırmışlardır.

Bayrak Olayları:

İşgal kuvvetleri Mersin Guvernör'ü Bnb. Anfre, Hükümet Konağında Fransız bayrağı asmaya muvaffak olamayınca, makam odasının penceresine bayrak astırmıştır. Ancak, Türk memurlar bu bayrağın altından geçmemek için, hükümet konağının arka kapısından dairelerine gidip gelmeye başlamışlardır.

Bir diğer olay, şimdiki Ulu Caminin yerinde bulunan Yeni Caminin minaresine çekilen bir bayrakla ilgili olarak yaşanmıştır. İşgal esnasında Türk Bayrağı'nın asılması yasaklanmıştı ve Caminin müezzini Hacı Dede, bir cuma günü minareye Türk Bayrağı'nı asınca tutuklanır.

Bir başka olay da vatandaş diye bağrımıza bastığımız kişilerden tarafından gerçekleştirilmiştir. Bir cemiyet yararına verilen bir müsamerede, bina; Fransız, Ermeni ve Suriye bayrakları ile donatılmış, binanın kapısı önüne de eski bir Türk Bayrağı paspas olarak konulmuştur.

İşgalin Son Günleri:

Milli Kuvvetlerin gittikçe artan baskısı ve kendi ülkelerindeki eleştiriler, Fransa'yı düşündürmeye başlamıştı. Fransa Başbakanı Brian, konunun görüşülmesi için kabinesini 08.06.1921 tarihinde acele olarak toplantıya çağırır. Zira, Mareşal Liyote, Hariciye ve Harbiye Bakanlıklarına gönderdiği raporlarda işgalin kaldırılmasını kesinlikle tavsiye etmişti. Bu toplantıda, eski bakanlardan ve Hariciye Encümeni Başkanı Franklin Buyyon'un Mustafa Kemal Paşa ile barışı sağlamak için görüşmeye yetkili kılınmasına karar verildi.

Franklin Buyyon, Mustafa Kemal Paşa ile ilk resmi temasını 13.06.1921 Pazartesi günü Ankara Gar'ının yanındaki tarihi binada yapar. Günlerce süren görüşmelerden sonra 20.10.1921 tarihinde Ankara Antlaşması imzalanır. Bu antlaşmanın diğer bir önemli yanı, yeni Türk Hükümetinin Fransa tarafından tanınmış olması idi.

Antlaşma, İngiltere ve bilhassa Yunanlılar üzerinde çok kötü etki yaptı. İngiliz gazetesi Times, 14.11.1921 günkü sayısında yayınladığı makalesinde, İngiliz Başbakanının isabetsiz ve yanlış politikasını eleştiriyor ve Yunan ordusunun düştüğü feci duruma Başbakanın dikkatini çekiyordu.

Fransızlarla M.Kemal Paşa'nın antlaşma görüşmelerine başlaması, Ermeniler üzerinde de büyük korku yaratmıştır.

Ermeni Delegasyonu tarafından Fransa Hariciye Nezaretine yaptıkları 5 Kasım 1921 tarihli bildiride şöyle denilmiştir. "Sizin Türklerle bir antlaşma yaptığınızı, bütün Fransız Kuvvetlerinin Kilikya'dan çekileceğini öğrendik ve çok korktuk. Bu korku devam ediyor ve rahat değiliz... Bütün Ermeniler ve Hıristiyanlar Fransız rejimi altında çok mesut idik.... Ermeniler Fransızlar uğruna kan dökmüşlerdir. Hizmetlerimiz bütün Fransızlar tarafından ve bilhassa Albay Andrea tarafından takdirle karşılanılmıştı... Bütün Ermeniler ve Hıristiyanlar Kilikya'da Fransız mandası altında kalmayı umuyorlardı. Meşru Osmanlı Hükümeti dururken, isyancı Kemalistlerle antlaşma yapılmamalı idi... Ekalliyetlerin haklarını koruyan Londra Antlaşması nazara alınmamıştır... Sizden rica ediyoruz, Kemalist kuvvetlerin Kilikya'ya girmesini men ediniz."

Ankara antlaşmasının Ankara ve Paris’te açıklanmasından sonra, Türk ordusunu temsilen Muhittin Paşa, hükümet adına İçişleri Bakanlığı Müsteşarı Hamit Bey, Fransız temsilcisi Franklin Buyyon, 30.11.1921 günü Adana’ya gelmişlerdir. Mustafa Kemal Paşa tarafından yayınlanan 05.12.1921 günlü beyannamede, bu vatan parçasının tekrar Anavatan’a kavuşmasından duyduğu memnunluğu belirtiyor ve din, ırk farkı gözetilmeksizin burada yeniden birlikte yaşamanın gerekliliğine işaret ediliyordu. Ancak bu açık beyana rağmen, Ermeniler Çukurova’dan süratle kaçmaya başlamışlardı. Bunun nedeni daha önce işlemiş oldukları cinayetlerin vebali idi. Mersin’den birkaç gün içerisinde kaçan Ermenilerin sayısı 21.360’a ulaşmıştı. Fransız Akdeniz Filosu Ermenilerin kaçışını koruyordu. Pasaport işlemleri Mersin’deki Ermeni Kilisesinde yapılıyordu. Filistin, Kıbrıs, İstanbul ve İzmir’e daha fazla Ermeni muhacir kabul edilemeyeceği bildirilmişti. Halbuki, Mersin’de daha binlerce Ermeni vapur bekliyordu. Adana - Mersin ve Adana - İskenderun trenleri bir taraftan kaçan Ermenileri, bir taraftan da buraları tahliye eden işgal kuvvetlerini taşıyordu. Mersin, görülmemiş bir insan kalabalığı ile dolmuştu.

Kaçan Ermeniler arasında, vatanına ihanet eden Türkler de bulunuyordu.

Mersin’in Kurtuluşu :

Çukurova’yı teslim alacak Türk kuvvetlerinin başına Muhittin Paşa getirilmişti. Mersin Bölgesi kumandanlığına ve bu vazife ile birlikte tesellüm ve tahliye Komisyonu Başkanlığına da Kurmay Albay Şükrü Naili, üyeliğe de Kurmay Yzb. Ahmet Sabri ve Tğm. Sırrı Bey atanmıştı. Bu güzide komutanların göreve başlaması ile Adana ve Mersin’de Türk Garnizonları kurulmuş oluyordu. Çukurova’nın kurtuluş günü olarak 5 Ocak tarihi kabul edilmiş ve uzun süre Mersin’de kurtuluş günü olarak kutlanmıştı. Ancak, Kenan Kayaselcuk isimli bir hemşehrimizin şahsi gayreti ile Mersin’in kurtuluş gününün 5 Ocak olmayıp, 3 Ocak olduğu kabul edilmiştir. Genel Kurmay Başkanlığı’nın 26.01.1984 günlü 3214-884 sayılı yazısına dayanarak Mersin Belediye Meclisi aldığı 28.12.1984 tarih, 500 sayılı kararı ile Mersin’in kurtuluş günü 3 Ocak 1922 olarak kabul edilmiştir.

Mersin’in kurtuluş günleri eskiden çok görkemli bir şekilde kutlanırdı. Halk arasında bayramın adı Çete Bayramı olarak geçerdi. Mücadeleye katılan müfreze komutanları ve çeteler o tarihlerde hayatta olduklarından, o günkü kıyafet ve silahları ile şehre girerler ve geçit yaparlardı. Şehitler, çocukları tarafından temsil edilirdi. Cephede savaşıp, o tarihte Mersin’de olmayanlar da kurtuluş günü Mersin’e gelir ve törene katılırdı. Zamanla bu bayram eski coşkusunu kaybetmiş olsa da, günümüzde bir hafta süren panel ve konferanslarla yeniden eski coşkusu kazandırılmaya çalışılmaktadır

 

II. Dünya Savaşı'nda Mersin:

İrili ufaklı 57 devletin katıldığı ve 36 öilyon insanın öldüğü, II. Dünya Savaşı, bütün Türkiye'de olduğu gibi Mersin'de de olumsuz etkiler yaratmıştır.

Türkiye bu savaşa bitiminden iki ay kadar önce 23 Şubat 1945 tarihinde katılmıştı. Ölüm ve yıkıntı dışında, bir savaşın yaratabileceği bütün sıkıntıların yaşandığı Mersin'deki 23. Alay, Trakya cephesine sevkedilmiştir. Savaş süresince ve savaş sonrasında devam eden değişik yönlü sıkıntılarsa şöyle özetlenebilir.

Bütün zaruri gıda maddeleri ve yiyecekler karneye tabi tutulmuştu. Kişi başına 150 gr. ekmek veriliyordu.Ekmek önceleri oldukça iyi kalite iken sonraları rengi adeta siyaha dönmüştür. İşçilere 300 gr. veriliyordu. Lokantada yemek yiyenler karnelerini vermezlerse ekmek yiyemezlerdi.

Şeker, un gibi maddeler güçlükle bulunuyordu. Bunlar belirli zamanlarda memurlara yardım olarak veriliyordu. Piyasaya karaborsa hakimdi. Kahve bulunmuyordu. Bunun yerine kavrulmuş, öğütülmüş nohut, melengiç gibi maddeler kullanılıyordu.

Elbiselik kumaş, patiska ve diğer giyim eşyaları yine karne ile Sümerbank'tan veriliyordu.

Benzin darlığı, hususi arabaların seferlerden çekilmesine neden olmuştur. Sadece resmi arabalar ve doktorlara izin veriliyordu. Mersin'de şehir taşımacılığında o tarihlerde faytonlar bulunduğundan sorun yoktu.

Bütün Mersin'de savaş süresince karartma uygulanmıştır. Dışarı ışık çıkabilecek her yere koyu mavi veya siyah kağıt ve bez kapatılıyordu. Sokaklardaki lambaların da birçoğu çıkartılmış, kalanları da karartılmıştı. Otomobil farları da bu uygulamaya uymak zorunda idi.

Savaş boyu bu olumsuzlukların yanısıra bazı olumlu olaylar da olmuştur. Mersin-Ulukışla asfalt kaplama yolunu yapan İngiliz Şirketi, Mersin'i merkez yapmıştı ve birçok kişi bu sayede iş edinmişti.

Deniz Okulları Mersin'de:

Alman ordularının Balkanlara gelmesi, Trakya ve İstanbul'un tahliyesini gerektirmişti. Heybeliada'da bulunan Deniz Okulları 1941 yılında Mersin'e taşındılar. Subay okulları, 23.Alay'ın boşalttığı kışlaya, Astsubay kısmı da İngiliz fabrikası olarak bilinen binaya yerleştiler. Deniz Okulları 1946 yılına kadar Mersin'de kaldı.

Mersin'de Polonyalılar:

İkinci Dünya savaşı'nda yurtları Almanlar tarafından işgal edilen bir kısım Polonyalı 1941 yılında Mersin'e gelmiştir. Birçoğunun eşi müttefiklerle savaşmakta olduğundan bunların tamamına yakını hanımdı. İngiliz Konsolosluğu'ndan aldıkları para ile geçiniyorlardı ve kilisede misafir ediliyorlardı.

Polonyalılar misafir edildikleri Latin Kilisesine hatıra olarak bir benzerinin de Polonya'da bulunduğu "Siyah Meryem" adlı anıtı yaparak hediye etmişlerdir. Bu arada Almanlar tarafından Yunanistan'ın işgali üzerine bir çok Yunanlı da Mersin'e gelmiştir. Ancak bunlara sahip çıkan olmamıştır.

Refah Faciası:

Yakın tarihimizde en hazin olaylardan birisi olan Refah faciası, özellikle o günü yaşamış olan Mersin'lileri oldukça etkilemiştir. Olayın diğer bir acı yönü de, bunun bir savaş gereği olmayışı, ağır bir ihmalin sonucu olmasıdır.

İkinci Dünya savaşı'ndan önce İngiltere'ye, İngiliz tersanelerinde inşa edilmek üzere sipariş edilen Murat Reis, Oruç Reis, Burak Reis ve Uluç Reis isimli denizaltılarını Türkiye'ye getirmek üzere Milli Savunma Bakanlığı'nca seçilmiş 19 Deniz Subayı, 72 Astsubay, 58 Er ile İngiltere'de staj görmek üzere ayrılan 20 Hava Harp Okulu öğrencisi ve bir kısmı sivil olmak üzere toplam 200 kişi Refah şilebi ile 23 Haziran 1941 günü Port Daid'e gitmek üzere Mersin'den hareket etmiştir.

Gemi Mersin'den 50 mil kadar ayrılmışken hangi ülke denizaltısı tarafından atıldığı bilinmeyen bir torpi ile batmıştır. Gemide bulunan 200 kişiden sadece 32 kişi kurtulmuş, geriye kalan 168 kişi boğulmuştur.

Olayın öncesi ise şöyle gelişmiştir.

İngilizler, gemileri alacak askerlerin 25 Haziran'a kadar Mısır'da bulunmalarını istemişlerdir. Savaş nedeni ile bu tür gidişler kafileler halinde ve korunmalı olarak yapılmaktadır. Yine aynı tarihlerde birçok İngiliz askeri İngiltere'ye gidecektir.

Savunma Bakanlığı'nın isteği üzerine, istenilen tarihte Mısır'da bulunmak üzere gemi aranmaya başlanmış ve Berzilay Benjamen Şirketi'ne ait Refah Şilebi seçilmişitir. Refah gemisi aslında bir yük gemisi idi. Dış sefer yapamıyacak kadar eski ve köhneydi. Telsizi ve herhangi bir kurtarma sandalı yoktu. Gemiye Mersin'de bazı ilaveler, tuvalet ve kamaralar yapılmıştı.

23 Haziran akşamı Mersin'den hareket etmeden önce Gemiye gelen Mersin'deki İngiliz konsolosu takip edilmesi gereken rotayı verdiği halde seferin güvenliğini garanti edemiyeceklerini söylemişti. Bçyle durumlarda bazı kontrol noktaları kurulması ve havadan gözetleme gibi tedbirler alınması gerekirken bunların hiçbiri yapılmamıştır. Gemide telsiz de bulunmadığı için, Refah'ın batışı kurtulan 32 kişinin yüzerek gelmesi ile öğrenilmiştir.

Gemiyi kim torpillemişti? Bu hiçbir zaman bilinemedi. Almanlar veya italyanlar batırdı dendi, ancak onlar bunu inkar ettiler ve İngilizler denizaltıları vermemek için bu işi yaptı dediler.

TBMM'ce bir soruşturma açıldı. Savunma Bakanı Saffet Arıkan ve Ulaştırma Bakanı Cevdet Kerim İncedayı görevlerinden istifa ettiler. Soruşturma sonucunda bakanlar suçlu görülmedi. Haklarında dava açılan diğer kişiler de beraat ettiler. Olay kapandı. Atatürk parkındaki Refah Anıtı, bir bakıma 168 şehidimizin anısını taze tutarken, bir bakıma da ilgililere bu tür facialara fırsat vermemelerini hatırlatmaktadır.