Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!

 

 

Yeni Türkiye Dergisi, Cumhuriyetin 75. Yılı Özel Sayısı, Sayi: 23, 1998

.

Cumhuriyet, Toplumsal Değişim Söylemleri ve Demokrasi

 

 

 

 

YASİN AKTAY

Otel ve Cumhuriyet

Bir hükümet yetkilisinin kalkıp, aslında kendilerinden çok önceleri başlamış ve hasbelkader ikmali kendi dönemlerine denk gelmiş bir yapıyı veya her­hangi bir işin bütün başarısını sahiplenmesine pek şaşırmıyoruz. Siyasîlerin her vesileyle kendi iktidar veya hükümet dönemlerinin bir gösterisi olarak, düzenlenen şaşaalı törenler eşliğinde bu tür yollara başvurmalarına sıkça rastlarız. Bu zamanlama o hükümet yetkilisi için bir çeşit piyango işi görmüş oluyor. Ancak Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in Eylül (1998) ortalarında Diyarbakır'da düzenlenen bir otel açılışında, oteli göstererek ve göğsünü kabartarak "işte Cumhuriyet!" diye bağırması, bu işin asgari bir etiğe bağ­lanmamasının, bir dil veya bir semboller sisteminin, anlaşma zeminini ne kadar amorflaştırabildiğinin, Habermas'ın ifadesiyle bir iletişim ortamını ne kadar tahrif edebildiğinin çok iyi bir örneğini vermiştir. Burada konuşulan dilin gerçekliğe lafzî anlamda tekâbül etmediği  zaten biliniyor. Sorun da orada başlıyor. Demek ki metafor-yoğun bir konuşmayla karşı karşıyayız. Bu demektir ki ne "Cumhuriyet" burada lafzî anlamıyla cumhuriyetin temsil ettiği anlamı yansıtıyor, ne de "otel" lafzî anlamıyla otelin temsil ettiği şeyi gösteriyor. Bunlar birbirini gösteriyor. Otel Cumhuriyeti gösteriyor. Cumhu­riyet de oteli. Peki ama niçin? Cumhuriyeti gösterecek başka bir şey mi yok? Cumhuriyetin metafordan yana sıkıntısı mı var? Veya Cumhuriyet otelden başka gösterecek bir şey bulamıyor mu?

Gerçi cumhuriyetin oteli gösteren bir şey olarak kullanılması gösterecek başka bir şey bulamadığnıdan değil, aksine olur olmaz herşeyi göstermeye başlamasının işaretidir. Türkiye'de siyasetin belli momentlerinde özellikle bazı kavram ve değerlerin sıkça uğramasına tanık olduğumuz bir kavram aşınmasının eşiğinde olduğumuzun işaretidir bu. Çok uzaklara gitmek ge­reksiz. Hâlen Cumhuriyetin 75. yılı dolayısıyla televizyonlarda veya gazete­lerde verilen reklam veya tanıtımlarda ifade edilen sözlere bakarak Cumhu­riyetin ne anlama geldiğine karar vermek isterseniz yandınız. Çünkü ma­aşallahı var cumhuriyetin, gelmediği hiç bir anlam yok. Cumhuriyetin bir otele gösterge yapılmasını yaya bırakacak kadar geniş bir hayal zenginliğini yansıtan ilginç bir kampanyayla karşı karşıyayız. Türkiye'nin en zenginleri çıkıp Cumhuriyeti tanımlamakta varlıklarını cumhuriyete borçlu olduklarını söylemektedirler. (Tamam bunu anlarız; Türkiye Cumhuriyetinin ekonomik politikası gereği, yaratmaya çalıştığı devlet zenginlerinin en iyi örneklerin­den biriyle karşı karşıyayız der geçeriz. Ama) Bir ses sanatçısı çıkıp kendi sanatçı kişiliğiyle, hatta ses telleriyle Cumhuriyet arasında bir irtibata işaret etmekte; bir sporcu aynı şekilde neredeyse kaslarıyla veya kendi skor per­formansıyla cumhuriyet arasında doğrudan bir alaka kurmaktadır (Tabiî bu daha da ilginç bir şeydir. Genellikle yine cumhuriyetle idare edilen başka ülkelerin sporcularıyla müsabaka ettiğinde, onların cumhuriyetleri onları yalnız mı bırakmış olacaklar? Yoksa başka tanrının çocukları gibi başka cumhuriyetlerin çocuklarını mı oynayacaklar?). Liste uzayıp gitmektedir. As­lında bu listeyle birlikte ortaya Cumhuriyetin, her anlama geldiği kadar herşeyin mutlak nedeni olmak gibi bir vasfı öne çıkarılmaktadır. Yine bu tür alakalandırmalarda başı çeken Süleyman Demirel'in sıkça başvurduğu bir kıyaslamayla kara sabandan traktöre geçiş manzarası gözümüzün içine olur olmaz zamanlarda sokuluyor. Bu küçük kliplerle zihinlere kazınmak istenen şey ülkenin ancak cumhuriyet sayesinde mi kara sabandan vazgeçtiğidir acaba? Yoksa Cumhuriyet olmasa, meselâ hasbelkader saltanatla devam et­miş olsaydı, tarlalar karasabanla sürülüp ekinler orakla mı biçilmeye devam edecekti? Öyleyse bugün krallıkla yönetilmekte olan bir çok ülkenin -Türkiye'den çok daha ileri düzeyde olmalarının anlamı nedir? Dahası Cum­huriyetle yönetildiği söylenen bir çok ülkenin hâlen en düşük bir teknolojik düzeye talim etmesi neyle telif edilebilir? Kuşkusuz bu durum, yani tekno­loji ile cumhuriyet arasındaki nedenselliğin aklı başında hiçkimse tarafından savunulamaz. Savunanların da buna böyle inandıklarına inanmak için çok saf olmak gerek. O halde Cumhuriyetin böylesi imaj manipülasyonlarıyla sunulmasının olsa olsa  çok önemli çarpıtmaları gizlemesi, Mustafa Aydın'ın bu sayıdaki yazısında dediği gibi Cumhuriyetin cumhurundan kaçırılması çabasının kamüflajı sözkonusu olabilir. 

Dolayısıyla, Cumhuriyetin yukarıda ifade edilen anlam zenginliğini ve bu süper gücünü postmodern durumun prim verdiği şu bildik göstergesel merkezsizliğin bir örneği olarak veya gösterge ile göstergenin doğasındaki buluşmazlığın bir kanıtı olarak görmenin bir yararı olacağını sanmıyorum. Kuşkusuz, kitle iletişim tekniklerinin kullanılması ve kullanılma biçimi postmodern denilen dünyanın simülasyon-yoğun dünyasından hem çok etki­leniyor hem de doğal olarak onu besliyor. Ancak kampanyanın içeriği ve ulaştığı sonucun ileri bir aşama olarak postmodern dünyanın seviyesini yan­sıttığı herhalde o kadar kolay söylenemeyecektir. Benzerleri gibi bu da son derece arkaik motivasyonlara sahip ve ulaşılan sonuç da yine arkaik bir ikti­dar sürecinin son derece ideolojik bir meşrulaştırımı olmaktadır.

Burada dikkat edilmesi bile gerekmeksizin hemen farkedilen şey, Cum­huriyetin hemen her anlama gelmesi ve hemen kendisinin dışındaki her şe­yin neredeyse mutlak varlık nedeni olmasıdır. Aristo'nun meşhur mantık il­kelerinden biliriz ki, her şeyi gösteren bir şey hiç birşey göstermiyordur, her anlama gelen bir ifade hiç bir anlama gelmiyordur veya her şeyin tek ne­deni olarak sunulan bir şey aslında hiç bir şeyin nedeni değildir. Bir ifade­nin, özellikle bir ilkeyi formüle eden bir ifadenin veya bir sembolün her an­lama gelecek bir şekilde bir göstergesel genişliğe, giderek bir patlamaya uğ­ratılması onun gerçek anlamından, gerçek işlevinden uzaklaştırılmasının en geçerli yollarından biridir. Burada Cumhuriyetin bir hiper-gösteren olarak her anlama getirilmesi herhangi bir noktasal anlam için onu işlevsiz kılma­nın da iyi bir yoludur. Diyelim ki, Cumhuriyetin, aslında en aslî anlamının en öncelikli gereği olarak halkı noktasal olarak dikkate almasını gerektiren bir durum sözkonusu olduğunda, hiç bir tereddüt olmasın, hiç bir hayalkı­rıklığı yaşanmasın, salt bu hiper-göstergesellik vasfı yüzünden, hemen "as­lında o anlama gelmediği" uygun bir dille anlatılacaktır. Halk ile devletin kopukluğu, insan hakları ihlalleri, emeklemekten dizleri nasırlaşmış demok­rasinin durumunun doğal olarak Cumhuriyetle hiç bir alakası olmayacaktır. Herşeyle ilgili olan Cumhuriyetin Türkiye'de ücret dağılımı konusundaki korkunç eşitsizliklerle hiç bir ilgisi yoktur. Her şeyi gösteren Cumhuriyet, köprüaltlarında yatan ve tiner koklayan sokak çocukları gerçeği üzerinde tam bir karartma işlevi görecek, orayı göstermeyecektir. Türkiye'nin bilim, sanat, felsefe ve kalite konusundaki durumu allandırılıp pullandırıldığında, abra kadabrayla mükemmele benzetildiğinde bu durum cumhuriyeti göste­recektir, ama gerçek ortaya çıktığında Cumhuriyetin hiper-temsilci yönü hemen ortadan kaybolacaktır. Doğaldır ki, her türlü eksiklikten tenzih edil­mesi gerekecektir Cumhuriyetin. Ama bir kişileştirme veya Marx'ın meşhur ifadeleriyle bir tür "şeyleştirilmiş" (reified) şey olarak Cumhuriyet aslî göre­vini yerine getirmesi gereken yerde, salt kendine atfedilen hiper-özelliklerin metafizik ağırlığı altında, işlevsiz kalacaktır. Zaten yukarıda da değindiği­miz gibi olur olmaz herşeyi göstermesi istendiği andan itibaren, bir hiper-gösteren olarak Cumhuriyet onkolojik bir sürece tâbî olmak zorunda kalır ve göstergesel yönü giderek tamamen, kanser hücreleri gibi, gereğinden ve vazifesinden fazlasını yapmaktan dolayı hiç bir işe yaramamaya başlar.

"Bir göstergenin onkolojik bir sürece tâbî olması" ifadesi, meşhur Fransız yeni düşünürlerinden Baudrillard'ın kullanabileceği bir ifadedir (Baudrillard, 1996). O da herhangi bir şey üzerinde yapılan aşırı vurguların giderek o şeyin hissedilmesini nasıl önleyebildiğine dikkat çeker. Örneğin modernliğin hâlen Aydınlanmanın tamamlanmamış bir projesi olduğundan bahsedildiği bir ortamda, Baudrillard, sorunun Aydınlanmanın ideallerinin yeterince gerçekleşememiş olmasından değil bilakis aşırı gerçekleşmiş olma­sından kaynaklandığını iddia etmektedir. Bu bir sorun çünkü Aydınlanma­nın bir ideali olarak özgürlüğün aşırısının özgürlüğü işlevsizleştirdiği ve in­sanı daha kasvetli bir zindanın tam ortasına çektiği de bir gerçek. Kezâ akıl­cılığın veya refahın da aşırı noktalara getirilmiş olmasının yarattığı ilginç komplikasyonların kanserojen metaforlar eşliğinde çok daha kolay anlaşıla­bildiğini savunur. Nitekim vücuttaki hücrelerin gereğinden fazla aşırı üre­meleri de kanser diye bildiğimiz hastalığın temel sebebidir.

Dolayısıyla, bugün oteli gösteren cumhuriyet aslında insan haklarını da, halkın iradesinin yönetime yansıması gereğini, bir cumhurbaşkanı ile sıra­dan bir vatandaşın eşitliği ilkesini, her insanın temel bazı haklara ve temel fırsat ve imkan eşitliklerine sahip olması gereğini, bir vatandaş olmak ile bir teb'a olmak arasındaki mutlak ayırımı da ancak oteli gösterdiği kadar göste­recektir. Bütün bu konulardaki muhtemel içler acısı durumların giderilmesi­nin, aslında, en önemli gerekçesi bizatihi cumhuriyetin kendisi olması gere­kirken, otel açılışından, orkestra dinlemeye kadar bir sürü başka şeyleri gös­termekten iyice yorulan cumhuriyetin hâli kalmaz ve geriye kalan herşeyi göstermemenin kendi üzerindeki sorumluluğunu kaldıracağını düşünerek metafizik-ulvî makamına çekilir.

 

Cumhuriyet ve Toplumsal Değişim

Aslında yukarıdaki görece uzun girişi bir bakıma (büyük harfli) Cumhuriyet ile toplumsal-yapısal değişim arasında kurulan olur olmaz alakaların olum­suz sonuçlarına işaret etmek için yaptık. Türkiye'de Cumhuriyet kuruldu kurulalı yapısal anlamda da süreç anlamında da çok hızlı bir değişime şahit olduğumuz bir gerçek. Ancak bu değişimin, bir sosyal değişken olarak ne kadarı doğrudan  Cumhuriyetin bir sonucudur, ne kadarı bizzat cumhuriyet­ten kaynaklanmaktadır, dolayısıyla Cumhuriyet olmasaydı ne kadarı olma­yacaktı?

Oysa her şeyden önce başka bir ifadeyle bu soru Cumhuriyet bütün bu değişimlerin hangilerinin bir gereği olduğu şeklinde de sorulabilirdi. Çünkü Cumhuriyet'in Türkiye'ye tepeden inme bir münasebetsizlikle inmiş olması, sosyolojik kurallar gözönünde bulundurulacaksa kabul edilebilir bir şey de­ğildir. Nitekim, Cumhuriyet'in oluşumunu Türkiye'de hazırlayan hem siya­sal, hem de toplumsal-yapısal anlamda oldukça koyu bir süreç vardır. Ancak bu sürecin koyuluğu, ulaşılan sonucun (Cumhuriyet'in), varsa, dünya stan­dartlarına uygun bir sonuç olmadığı yönündeki eleştirilerin safdışı bırakıla­bileceği anlamına gelmez. Ulaşılan sonuçta yine tamamen Türkiye'nin alışıl­dık özgüllükleriyle karşılaşmamayı beklemek için anlaşılan fazla iyimser olmak gerekiyor.

Sosyolojide toplumsal-yapısal değişim dendiğinde, her şeyden önce top­lum olgusuna bir yapı atfetmek gerekiyor. Takdir edilebilir ki yapı kavra­mının kendisi sosyal olgu eşliğinde düşünüldüğünde metaforik bir kavram­dır (gerçi bir dereceye kadar bütün kavramların metaforik olduğu kabul edi­lebilir). Bu yapı tarihin dalgalanmalarına karşı genellikle dirençli, bazı siya­setçi veya entellektüellerin müdahelelerinden, kendilerine özgü kişisel yete­nek(sizlik)lerinden kolayca etkilenmeyen karakteristik özelliklerine gön­derme yapar. O yüzden yapıya gönderme yaparak bir toplumu açıklamaya çalışmak yapısalcılığın meşhur özne-yapı ikilemiyle karşı karşıya bırakır bizi. Sosyolojik analizde, toplumsal yapıyı görmemizi sağlayan şeyse, top­lumun değişik kurumlarıdır. Toplumsal yapının özellikleri, genellikle aile, hukuk, devlet veya siyaset ve ekonomik üretim-tüketim düzeni gibi kurum­ların gerek kendi başlarına gerekse birbirleriyle ilişkilerinde sergiledikleri karakteristikler bazında teşhis edilir. Modernleşme dediğimiz süreç son üç­yüzyıldır bütün dünyada hükümferma olmuş, dünyanın her tarafında top­lumsal yapıda radikal dönüşümlere yol açmıştır. Bu dönüşümün yapısal te­rimlerle ifadesi sosyologlarca değişik kavramsallaştırmalarla ifade edilmiştir. Örneğin bu geçiş Marx'ta, feodalizmden kapitalizme geçiş olarak, ekonomik unsurun öne çıkarıldığı bir dönüşüm olarak  ifade edilmektedir. Normal şart­lar altında ise her toplumsal yapının, ekonomik üretim ilşikilerini ve araçla­rını ifade eden bir altyapı ile bu altyapıya göre belirlenen ideolojik, dinsel, sanatsal ve kültürel formları barındıran bir üstyapıdan oluştuğu düşünülür. Durkheim'da geleneksel toplumdan modern topluma geçişi karakterize eden kavramsallaştırma, mekanik toplum yapısıyla organik toplum yapısı arasın­daki bir karşıtlık ve geçişle ifade edilir. Bu karşıtlık biyolojik terimlerle ifade edildiğinde geleneksel mekanik toplum ile solucanın yapısı; modern organik işbölümü toplumu ile insan vücudunun yapısı arasında bir paralellik yapı­salcılığın metafor ihtiyacını karşılamıştır. Aynı geçiş dönemin meşhur sosyo­loglarından Tönnies tarafından cemaatten topluma geçiş Weber tarafındansa yine ekonomik unsurun önplana çıktığı ancak buna kültürel düzeyde eşlik eden, dünyanın "büyüsünün bozulması" ve gündelik hayatın rasyonel ör­gütlenmesi gibi kültürel süreçlere de dikkat çekildiği bir analizle ifade edi­lir. Daha sonra Marksistler tarafından yapısal analiz daha da genişletilmiş ve, örneğin Althusser'de, toplumsal yapı siyaset, ekonomi ve ideolojiden olu­şan, herbiri diğerine karşı görece olarak özerk olan, buna rağmen hangisinin daha etkin olacağını son kertede ekonominin üst-belirlediği üç ayaklı bir formasyon olarak düşünülmüş, böylece klasik marksizmin ihmal ettiği dü­şünülen kültürel ve ideolojik boyuta hakkının verildiği düşünülmüştür.

Gelelim Cumhuriyetin, Türkiye'nin toplumsal yapısının dönüşümündeki yerine. Kuşkusuz, yukarıda da değindiğimiz gibi, yani bir hiper-gösteren olarak, metafizik ve ulvi makamlara sahip bir Cumhuriyetin istihdamının Cumhuriyetin değerini artırmadığı, aksine onu iyice pasifize edip işlevsizleş­tirdiği gibi, bu tarz bir istihdamın onun toplumsal değişimdeki rolünü an­lamayı kolaylaştırmadığını söylemek gerekiyor. Hatta bu durumun, giderek bizi bir cumhuriyete sahip olmanın sağlaması gereken imkanların elbirli­ğiyle yakalanması noktasından veya çabasından iyice uzaklaştırdığını rahat­lıkla söyleyebiliriz. O zaman da Cumhuriyet, insanlara bir cumhuriyetin po­zitif imkanlarını sunan bir erdem olmaktan çıkıp rahatlıkla, fiîlî olarak cum­huriyet-olmayanın düzeninin devamını ve kamuflajını sağlamanın aracı ha­line gelebiliyor.

Aslında Türkiye'nin ikiyüz yıllık tarihi gözönünde tutularak bakıldı­ğında Cumhuriyet'in önemli bir moment olmakla birlikte bu tarih içerisinde bir sürekliliğin ifadelerinden biri olduğu da görülebilir. Bu yanıyla Cumhu­riyet, kurulduktan sonra yol açtığı yapısal değişimlerden ziyade sonucu ve bir parçası olduğu daha uzun Batılılaşma süreci açısından dikkate değerdir. Batılılaşma ise herşeyden önce uluslararası ilişkilerini belirleyen, daha doğ­rusu dünyada oluşan düzenin dayattığı şartlara uymaktan başka bir şey de­ğildir.  Daha önceleri tam bir merkez ülke olan Türkiye, Rönesans geçirmiş, coğrafi keşiflerde öncülük yapmış olmanın kendisine sağladığı imkanlar eş­liğinde sanayi devrimini, arkasından da siyasal devrimlerini yaşamış olan Avrupa ülkelerine nispeten hızla bir çevreleşme eğilimine girmişti (Keyder, 1997). Tanzimat'la birlikte, Türkiye'nin bir çevre ülke olması ve bundan sonra kendisine layık görebildiği en iyi durumun Batı'lı dünyaya entegre olma ve onlara benzeme olacağı resmen ilan edilmiş oluyordu. Bu, aynı za­manda Türkiye'nin bundan sonraki iç ve dış siyaset rotasını da çizen bir ilandı. Kendi hedefini "muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak" olarak ta­yin eden Cumhuriyetin bu rotadan bir sapmayı temsil ettiği söylenemez; ak­sine bu rotanın gittikçe hız kazandığı bir dönemine denk geldiği söylenebi­lir. Bu bakımdan da Cumhuriyetten sonra Türikye'de meydana geldiğinden sözedilebilecek bir sürü toplumsal-yapısal değişimle Cumhuriyet arasında nedensel bir ilişki kurmak yerine Cumhuriyetin ilanının da dahil olduğu özerk bir süreç olarak okunması daha doğru olacaktır. Kuşkusuz söylemesi bile gereksiz, bu, Cumhuriyetin ilanıyla birlikte ve salt bu ilandan dolayı Türkiye'de hiç bir şeyin değişmediğini söylemek değil; daha ziyade, yine Cumhuriyetin bir hiper-gösteren gibi kendinden menkul bir ilk ve nihaî se­bep olarak algılanmasının ne kadar yanıltıcı olduğunu söylemektir. Kuşku­suz ilk ve nihaî sebep olma durumu genellikle çok ideolojik düzeyde işleyen bir mantıktır; daha makul bir konuşmada aklı başında hiç kimsenin bunu dört başı mamur bir tez olarak savunamayacağı düşünülebilir. Ancak, Cum­huriyetin yetmişbeşinci yılında iletişim teknolojisinden tutun da yaşam tar­zının her düzeydeki modernize oluş biçimlerine kadar hemen herşeyin Cumhuriyete bağlanmasına hâlen tanık olmaktayız.

Burada Cumhuriyete bağlanan bu tür gelişmelerin büyük bir çoğunlu­ğunun, dünyadaki daha global gelişmelerin, Türkiye'nin kaçamadığı ve Cumhuriyet olmasa bile kaçınamayacağı gelişmeler olduğuna azıcık sarfı nazar etmek Cumhuriyetle ilgili mistifikasyonun akılalmaz boyutları hak­kında bir fikir verebilir.

Gerçekten de Türkiye Cumhuriyeti, bir (1), savaş sonrasında kurulmuş­tur, ve bu savaş dünyadaki uluslararası ilişkileri yeni konseptler çerçeve­sinde ele alan, güçler dengesinde radikal değişimlere yol açan ve en önemli konularından birini Osmanlı'nın tasfiyesi ve yerine kurulacak yönetimin uygun bir rotaya kavuşturulmasının garanti altına alınması arayışının belir­lemiş olduğu bir savaştır.  Bu savaşın galiplerinden Fransa yaklaşık yüzkırk-yüzelli yıl öncesinde bir devrim gerçekleştirerek yöneten ve yönetilen ilişki­sine, devlet ve birey mefhumlarına yepyeni boyutlar kazandırmış, Cumhu­riyetin beşiği ünvanına sahip olmuş bir devletti. Bir proje olarak cumhuriyet ilk etapta bu ülkede görece büyük bir başarıya ulaştıktan sonra bütün dün­yaya ulus-devletleri aracılığıyla bir yönetim modeli olarak bir bakıma ihraç edildi. Bu ihracın iki yolu vardı. Birinde kendisine ihraç edilen ülkeyi ken­dine bağımlı kılmayı sağlayacak veya varolan bir bağımlılığı sürdürecek bir yol olarak gündeme gelirken, ikincisinde Cumhuriyet ve ulus-devlet modeli artık direnilemeyen ve geri alınamayan bir süreç olarak sanayi toplumuna dönüşmenin zorunlu kıldığı bir adım olarak ortaya çıkıyordu. Ulus-devleti ile sanayi toplumu arasındaki ilişkinin sosyolojik doğası Gellner (1992) ve Hobsbawm'ın (1992) çalışmalarında yetkin bir biçimde ele alınmıştır. Her ikisi de ulusun, zannedildiğinin aksine devleti meydana getirmediği, aksine devletin, özellikle sanayi toplumunun sonucu olarak ortaya çıkan merkezî devletin ulusu tanımlayarak, işleyerek bir kimlik ögesi olarak ortaya çıkar­dığına dikkat çekmişlerdir. Geleneksel toplumun yerel liderlik örüntüleri, sanayi toplumunun gerektirdiği yüksek düzeydeki hareketlilik ve davranış­larında, özellikle sanayi araçlarına ve bunların yaygınlaşmasıyla zorunlu olarak ortaya çıkan merkezî devletin politikalarına karşı davranışlarında he­saplanabilirlik ve kontrol edilebilirlik özelliğinin gelişmesi önünde ciddi bir engel teşkil ediyordu. Gerçi bu örüntüler sanayi toplumunun kent hayatı le­hinde gelişmesiyle birlikte zaten çözülmeye yüz tutmuştu. Ulus hem bu çö­zülen ilişkilerin yol açtığı toplumsal anomi şartlarının giderilmesinde birleş­tirici bir unsur, hem de bizatihi kendisi eski tarz ilişkilerin çözülmesini hız­landırıcı bir siyaset olarak görülüp devlet tarafından ısrarla izlenmiştir.

Dolayısıyla bir siyasal model olarak cumhuriyet hemen bütün dünyada ulus-devletlerin gelişmesine yol açan modernleşme sürecinin önemli bir par­çası olarak ortaya çıkmakla birlikte, bunun her ülkedeki tezahürleri aynı şe­kilde olmayabiliyordu. Örneğin, yukarıda da değindiğimiz gibi sömürge-sonrası ülkelerde bir yönetim modeli olarak hemen her yerde başvurulan cumhuriyet, aslında hemen hemen tam tersi bir işlev yüklenmek üzere, yani bu bölgelerin halklarının iradesiyle taban tabana zıt, güdümlü bir yönetimin sürdürülmesine kamuflaj sağlıyordu. Avrupa'da bir cumhuriyetin rasyonel bir proje olarak içerdiği tüm imkanlara ulaşmanın gerektirdiği, siyasal katı­lımın maksimize edilmesi, halkın mümkün olan en çok aklının hesaba ka­tılması, bunun gerektirebileceği iletişimsel ortamın olabilecek en yüksek se­viyeye çıkarılması gibi siyasetler gerçekten de izlenerek cumhuriyet projesi­nin imkanları zorlanırken, yine aynı Avrupa ülkeleri kendi sömürgeleri olan ülkelere kendi pratiklerinin ancak çok çarpıtılmış biçimlerini, neredeyse bir karikatürlerini reva görmektedirler. Gerçekten de bugün sömürge son­rası cumhuriyetlerin hemen hiçbirinde cumhurun hemen hiç esamisinin okunmamasının ve demokratikleşmeye doğru bir evrilmeye gitmemesinin sebebi bu cumhuriyetlerin meşruiyetlerini sağladıkları cumhurun potansiyel iradelerinin hilafına işgörmek üzere tesis edilmiş olmalarından kaynaklanı­yor. Cumhuriyetin bu maluliyeti bu ülkelerde sivil toplum, halk iradesi mo­dernleşme gibi konularda konuşurken cumhuriyet ile demokrasi ikilemi ara­sında sıkıştırıp bırakıyor.

Türkiye Cumhuriyeti de hiç bir zaman tam bir sömürge hayatı yaşama­mış olması anlamında sömürge-sonrası bir ülke olmasa da, yetmişbeşinci yı­lında bile temsil ettiği halkına güven sorunları duymayı aşan bir yetmişbeş yaş olgunluğuna ulaşmış değildir. Kuşkusuz bu güven sorununu da salt bir olgunlaşmamışlığa bağlamak biraz safdillik olur. İşin aslı, daha, ziyade Tür­kiye Cumhuriyeti'nin, Türk cumhurunun taşıdığı küresel liderlik potansiye­linin dizginlenmesi amacından sapacak radikal adımları henüz at(a)mamış olmasıdır. Dolayısıyla Türkiye'de bir toplumsal-yapısal değişimden bahsedi­lebilecekse bunun uluslararası ilişkiler boyutunda bir karar odağı veya tarafı olmaktan çıkıp üzerine hesaplar yapılan, dünya düzenindeki dönemsel dal­galanmalara göre şu tarafa veya bu tarafa düşmek zorunda kalan bir ele­mana dönüşmesi sözkonusudur. Türkiye'de bu konumun hazmedilmesi Cumhuriyeti kuran kadroların sağladıkları vokabulari de kullanılarak, ya örtbas edilmek veya meşrulaştırılmak suretiyle sağlanmıştır. Ama bu hazım her hâlükârda bir toplumsal yapı unsuru olarak yöneten-yönetilen ilişkisinde gerçekten de önemli bir uğrağı temsil etmiştir. Bugün

İki (2), Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulduktan sonra hızlı bir kalkınma hamlesine girişmiş olduğu doğrudur. Nitekim bu kalkınmanın en önemli göstergelerinden biri de Onuncu yıl marşında dile getirilen, yurdun baştan sona demir raylarla döşenmiş olmasıdır. Ancak bu kalkınma hamlesinin, Türkiye'de hangi yönetim işbaşında olursa şu veya bu şekilde zaten yapıla­cak olduğunu söylemek bile gereksiz aslında. Anadolu'da hangi tür bir yö­netim olursa ondan daha fazlasının yapılmış olduğunu söylemek mümkün değlil. Oysa fazladan olmak üzere Cumhuriyet özel teşebbüs ile devlet te­şebbüsü arasında güttüğü siyasetle resmen sıfırdan zenginler türeterek, bun­ları kapitalizmin veya genel olarak Batı medeniyetinin oluşmasında burju­vazinin oynadığı role benzer bir role hazırlamaya çalışmıştır. Örneğin daha onuncu yılda bile demir raylarla döşenmiş olduğu söylenen ülkeye o tarih­ten sonra ancak bir kaç kilometrelik bir ilave yapılmış olması bile, sözko­nusu zengin tabakanın yaratılma politikasının bir gereği olmuştur. Otomotiv ticaretinin sekteye uğramamasını gözeten bu himayeci ekonomik siyaset, gümrük duvarlarını da yine aynı siyaset gereği bir hayli yüksekte tutunca aynı zamanda da Türkiye'deki otomotiv sanayinin gelişmesini sekteye uğrat­tığının farkında mıydı bilinmez. Ama bilinen, Türkiye'nin Avrupa'nın geç­miş olduğu kalkınma yolunu izlemek adına başvurduğu tüm yolların kendi azgelişmişliğini sürdürüp pekiştirmekten başka bir işe yaramadığıdır. Bir burjuva yaratayım derken, hiç bir risk üstlenmeyen, tamamen devlet ihale­leriyle ve kendi vatandaşına en kalitesiz ürünleri en pahalı fiyatlara satma­nın hesaplarını yapan, rekabetten pek de hoşlanmayan, rekabetin olduğu yerde hiç bir racona uymadan, rekabetin gerektirdiği nomosa hiç bir riayet etiği gözetmeden rekabet mantığını sekteye uğratacak güç odaklarıyla ilişki ve ittifaka girerek oyunu bozan bir rant kesimi yarattı (Türk burjuvazisinin devlet siyasetiyle ilişkisi konusunda bkz. Buğra, 1995; Kalkan, 1991). Aynı kesim, bütün bu tavır ve tutumlarıyla, devletten aldıkları himayeci destekle, Türkiye'nin bir çevre ülke konumunun pekişmesinden kendi çıkarları açı­sından hep yarar gördüler. Bugün televizyonlara çıkıp "herşeyini Cumhuri­yet'e borçlu" olduğunu söyleyen bu kesimin en önemlileri bu bakımdan haksız sayılmadıkları gibi, söyledikleri kendi içinde ancak bu düzeyde de­ğerlendirildiğinde Cumhuriyetin bir hiper-gösterene dönüşmesinden so­rumlu tutulamaz. Aksi taktirde Cumhuriyetle, aslında Cumhuriyet döne­mine denk gelmiş olmasından başka cumhuriyetle hiç bir alakası olmayan kişiler, gelişmeler, toplumsal-yapısal değişmeler vs. lerin  Cmhuriyeti bir hiper-gösterene dönüştüren bu tarz bir istihdamı bir cumhuriyetin sağlayabi­leceği ve aslında bir yanıyla da kesinlikle demokrasi, insan hakları ve de­mokratik aklın maksimizasyon projesini de içermek zorunda olan imkanla­rından dikkatleri uzaklaştırmaktan başka bir şey yapmış olmaz. Vak'a şu ki Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana geçen süre, sadece Türkiye'de değil, bütün dünyada tarihin en hızlı ve en radikal dönüşümlerinin yaşandığı bir dönemdir. Bunun bir yansımasının Türkiye'de de olmasından daha doğal bir şey olamaz. O yüzden bu yazıda toplumsal değişim ile Cumhuriyet arasında bir irtibat kurarak Türkiyenin toplumsal yapısındaki geçişin karşılaştırmalı ve ayrıntılı bir analizini vermek yerine Cumhuriyet'i toplumsal-yapısal de­ğişimle ilişkilendiren söylemlerin Cumhuriyetin ideallerine ulaşmak açısın­dan oynadıkları negatif role dikkat çekmeyi yeğledik.

Şimdi de Cumhuriyet ve demokrasi konusunda söz söyleyen hemen herkesin varıp saplandığı dikotomi üzerinde duralım. Kuşkusuz bu dikoto­minin aşılması gerekiyor. Demokrasi ve Cumhuriyet dikotomisinin aşılması, aynı zamanda Türkiye'nin içkin potansiyellerinin açığa çıkmasını da sağla­yabilecek görünüyor.    

      

 

Aydınlatan Cumhuriyet İle Şımartan Demokrasi Arasında

Fransa'nın ünlü solcularından ve Mitterand'ın önemli danışmalarından Régis Debray'ın Cumhuriyetle demokrasi arasında  yaptığı ilginç bir karşılaştırma var. Der ki Debray: "Cumhuriyet çocukta insanı arar ve çocuğu ortadan kal­dırmak pahasına onda yalnızca büyümesi gereken şeye hitap eder. Demok­rasi ise insanda çocuğu şımartır. Çünkü o ona yetişkin muamelesi yaparsa onu sıkacağından korkar. Öğrencinin yetişmesini isteyen cumhuriyetçi hiçbir çocuğun çocuk olarak hayranlık verici olmadığını söyler. Demokrat ise so­nuçta kocaman çocuklar oldukları için bütün insanların sevimli olduğunu düşünür. Bu daha kaba bir biçimde şöyle de ifade edilebilir: Cumhuriyet ço­cukları sevmez. Demokrasi ise yetişkinlere saygı göstermez" (Debray, 1997: 20).

Bu karşılaştırmadan hareket edecek olursak, hem cumhuriyette hem de demokraside insanın yetişkin haliyle çocuk halinin ne olduğu konusunda teslim edilmiş bir bilgi varmış gibi görünüyor. Gerçekten de öyleyse aslında ne cumhuriyetin yetişkin insanı kurma biçiminde ne de demokrasinin ço­cuğu şımartan tutumunda bir sorunun çıkmaması gerekirdi. Oysa sorun tam da bu noktada çıkmaktadır. Denilebilir ki, Cumhuriyetin içerdiği bütün meşruiyet sorunları Cumhuru temsilen hükümet eden güçlerin bizzat kendi yetişkinliklerinden başlayarak, hükümet ettikleri topluma isnad ettikleri ye­tişkinlik standardı konusunda vatandaşlarını yeterince iknâ edememelerin­den kaynaklanmaktadır. İnsanın çocukluk ve yetişkinlik hâlinin ne olduğu konusundaki kendinden-eminlik, giderek hakedilmemişliği her gün günyü­züne daha da çıkan kesinlik duygusunun karşılığı meşruiyet bunalımı ol­maktadır.

Tabiî ki, bu tabloya cumhuriyetle idare edildiği söylenen dünyadaki yaklaşık yüz ülkenin hepsindeki çeşitlilik katıldığında, cumhuriyetin bir toplumsal yapıya veya o yapının idare anlayışına, halkın iradesini temsil an­lamında, fazladan ne kattığı da ciddi bir soru haline geliyor. Sözkonusu çeşit­lilikte tek kişilik sınırsız bir diktatörlükten tutun da bir partinin veya bir zümrenin hakimiyetine, çoğulcu bir toplum yapısından, çok partili parla­menter bir rejime kadar yayılabilen genişçe bir yelpaze var. Bugün Baas re­jimlerinin de bir çeşit Cumhuriyet olduklarını ve genellikle halklarının çok küçük bir azınlığına dayandıkları veya 90'lara girerken geride bıraktığımız Doğu Bloku ülkelerinin hepsinin de birer Cumhuriyet oldukları ve halkın bütün temsilinin hasbelkader devrim işini deruhte etmiş bir politbüronun iradesine indirgenmiş olduğu  da ayrı bir gerçek. Bu durumda gerçekten de Cumhuriyetin bir yönetime fazladan ne kattığı konusunda ciddi bir bulanık­lığın varolmaması düşünülemezdi.   

Her ne kadar cumhuriyet kavramının anlam içeriğinde halkın bütün özellikleri ve bütün varlığıyla yönetime iştirak etmesi, hatta bir bakıma hal­kın iradesinin tecessüm etmiş bir ifadesi varsa da, bir yönetim biçimi olarak Cumhuriyet kendisini, ortaya çıktığı her zaman ve her yerde, halkın önemli bir kesiminin ya katılmadığı veya kayıtsız olduğu bir toplumsal tasarımı halka "öğreterek ve  dayatarak kabul ettirmek" yoluyla tesis etmiştir. Cum­huriyetin bu paradoksu Jakobenizm olarak bilinegelmiştir. İster ilk ortaya çıktığı Fransa'daki uygulamalarıyla gözönünde bulunduralım, isterse de daha sonra tekrarlanmaya çalışıldığı diğer tüm tecrübeleriyle birlikte gözö­nünde bulunduralım, Cumhuriyetin, halkın fiîli olarak gerçek iradesini tem­sil bakımından terkibinde böylesi bir Jakobenizm unsuru kesinlikle yokola­mamıştır. Hatta denilebilir ki, bu unsur sözkonusu tecrübelerin çok azında belli bir seviyeye kadar in(diril)ebilmiştir. Bu durum herşeyden önce Cum­huriyetin Aydınlanma'nın ideallerini gerçekleştirmenin siyasî öznesi olarak tasarlanmış olmasıyla alakalı bir şeydir. Aydınlanma kendi içinde muhtemel bir despotizmin bütün meşrulaştırıcı dayanaklarını tesis ediyordu zaten. Ay­dınlanmış bir elitin dışındaki kitleler "kendi sağlık ve yararları için" zorla da olsa iyileştirilmeyi, aydınlatılmayı ve kurtarılmayı hakediyorlardı. Bunun farkında olmamaları hiç önemli değildi. Hasta her zaman kendi hastalığının farkında olmayabilir. Hasta nasıl hasta olduğu andan itibaren doktoruna mahkumsa esas itibariyle hasta olan halk da kendi doktorları olan Aydınlara muhkumdur. Dolayısıyla Aydınlanma projesinin içinde merkezi bir siyasal öneri olarak halkı temsil etmeden önce halkı halk yapan, bunu yapıncaya kadar da halk üzerinde eğitim veya tedavi işlemleri konusunda kendini kendinden menkul bir biçimde tam yetkili gören bir cumhuriyet fikri var­dır.

Aydınlanma'nın meşhur doğal durum teorisyenlerinden ve Cumhuriyet fikrinin büyük babalarından J. J. Rousseau'nun, insanın özündeki veya en doğal halindeki "iyi"nin siyasal düzeydeki temsili anlamındaki "genel irade"ye yaptığı güçlü vurgu bile, bu "genel irade"nin açığa çıkması için va­tandaşların ciddi bir eğitimden geçmesini öngörüyordu. Bu eğitimin siyasal pratiği Fransa'da "devrimin çocuklarını yemesi"yle karakterize edilen meş­hur Jakobenizmiyle ortaya konulmuştur. Dolayısıyla, bütün bu anlatılanlar­dan, Cumhuriyetin bir miktar Aydın despotizmi olmadan tahakkuk edilme imkansızlığının bizzat cumhuriyetin kurucu düşüncesinin altında yatan ay­dınlanmacı ve aydınlatmacı felsefeden kaynaklandığı sonucu çıkabilir. Bu­rada cumhuriyetin neredeyse her çeşit rejimi meşrulaştıran bir isimlendir­meden ibaret bir şey olduğu gibi bir sonuç çıkabilir ki, kuşkusuz bu kadar da değildir. Yine de asgari bile olsa veya formaliteden ibaret bir şey de olsa cumhuriyetin gerektirdiği bir kuvvetler ayrılığı, bir meclis ve kendisine eşit davranılması hukukî bir taahhüde bağlanmış vatandaşlar topluluğundan oluşan bir halk vardır. Halka dayanıyor olmak ne kadar görünüşte ve mev­cut bir yönetimi meşrulaştırmaktan öte gitmeyen koca bir aldatmaca bile olsa salt bu esasta meşrulaşmış olmanın yarattığı, bir noktadan sonra elbetteki inkar edilemeyen bir takım imkanlar vardır. Bu imkanlar er veya geç Cum­huriyetin daha demokratik bir temele oturmasının, gerçekten de halkın ira­desini yansıtarak ve temsil ederek gelişmesinin önünün mutlak anlamda kapatılamamasını sağlayacak cinstendir.

Sözkonusu Jakobenist unsurun cumhuriyetin terkibindeki payı konu­sunda cumhuriyetler arasında kayda değer bir farkın bulunduğu da inkar edilemez bir gerçektir. Ayrıca bu payın ağırlığı kadar bu payın Cumhuriye­tin tesis sürecinde geçerli kalma süresi de cumhuriyetler arasındaki farklar­dan birini oluşturmaktadır. Nitekim, Fransa'da Cumhuriyetin sözkonusu Ja­kobenist dönemi çok da uzun sürmemiştir ve hemen akabinde toplumu oluş­turan değişik sınıflar ve kesimler arasında uzlaşmaya dayalı bir temsili yö­netim sisteminin geliştirilmesine çalışılmıştır. Fransa'nın hürriyetlerin, insan haklarının ve yönetimde demokratik seviyenin merkezi olduğu gözönünde bulundurulabilir. Buna rağmen, Fransa'da Cumhuriyet, kendisine uygun vatandaşlar yetiştiren ve başlangıcı sıkı Jakoben olan bir okul sürecinde, eği­timi ve disiplini devreye sokmadan, Debray'ın deyimiyle çocuk bir toplumu kendi tanımladığı bir yetişkinlik standardına getirmeden gerçekleşmemiştir. Bu anlamda cumhuriyetin en önemli vasfının modernleştirme olduğunu söy­leyebiliriz.

Bu sefer Fransa'da veya cumhuriyetin ilk uygulamalarının ortaya kon­duğu yerlerde Jakobenizmin nispeten kısa tarihli olmuş olmasına bakarak, özellikle üçüncü dünya ülkelerinde veya hatta Türkiye'de bu Jakobenizmin çok uzun sürmüş olmasına bakarak, Türkiye'de bir Cumhuriyetin veya mo­dernleşmenin yaşanmamış olduğu söylenebilir mi? Kuşkusuz bu tarz bir modernleşme de modernleşmenin geçerli bir çok tarzından biridir. Genel­likle çok sıkça yapılan bir eleştiri, Türk modernleş­mesinin tepeden inmeci, Jakoben bir yol izlemekle "normal" bir modern­leşme yolu izlememiş oldu­ğudur. Oysa modernleşmenin tek bir tarzı yoktur, veya modernleşmenin Ja­koben bir tahakkuk tarzını dışladığını gösterecek hiç bir emare yoktur. Ay­rıca "normal" sayılabilecek ve diğerlerinden ayır­dedilebilecek bir "modern­leşme" süreci için tartışılmayacak hiç bir model tec­rübe yoktur. Her modern­leşme tecrübesi biriciktir ve tekrarlanamayacaktır (Aktay, 1998). Nitekim, Göran Therborn tam da modernleşmenin "normal yolu" nosyonuna karşılık vermek üzere, dünya ölçeğinde evrensel bir sonuç olarak rastlanan modern­leşme sürecine dün­yanın çeşitli yerlerinden en azından dört ayrı yoldan ilti­hak biçiminin ayırdedilebile­ceğine işaret eder. Bu dört yoldan biri Avrupa'lı devrim veya reform kapısı; ikincisi Amerikalıların Yeni Dünyalarının kıtala­rarası göç ve genosidlerinin bir sonucu ola­rak gerçekleşen biçimi; üçüncüsü ithal edilen veya dışsal olarak dayatılan veya genel­likle bir ülkenin yöneten elitinin uluslararası angajmanlarla kendi ülkelerinde önayak oldukları, kendi ülkelerine yukardan dayattıkları modernleşmedir ki, Tanzimattan iti­baren Osmanlı'nın girdiği yol böyle bir yoldur; son olarak da sömürgeleşti­rilme yo­luyla modern dünyaya açılan, fethedilen ülkelerin modernleşme yolu ayırdedilebilir (Bkz. Therborn, 1996). 

 

 

Türkiye'de Demokratik Cumhuriyet Şansı Üzerine*

Peki neydi cumhuriyetin istediği insan tipi? Fazla ince bir mülahazaya git­meden bunun yeni yükselen burjuva pazar toplumunun ihtiyaçlarına karşı­lık veren ve temel karakteristiği pazarda kendi özgür iradesiyle seçmeler yapabilen, seçimlerinde rasyonel olmayan hiç bir etki tarafından belirlen­meyen alış-veriş insanı olduğunu söyleyebiliriz. Bu anlamda Cumhuriyet bu vatandaşı yetiştirinceye kadar ulus-devlet kisvesine bürünmüştür. Ulus, Gellner'in de yerinde tespitleriyle (Gellner, 1991) sanayi toplumunun bir ürünüydü ve ulus devleti de sanayi toplumunun gerektirdiği büyük çaplı organizasyonların bir gereksinimi olarak ortaya çıkarak ulusu oluşturmuştur. Ulus aynı zamanda cumhuriyetin birey projesi için gerekli kıldığı, yerel kimlik ögelerinin tasfiyesi sonucu oluşan boşluğu doldurmak üzere bir üst kimlik olarak işlemiştir. Ulus-inşâ süreci ise çok yerde olduğu gibi Türkiye­'de de sancılı olmuştur. Çünkü insanların şu ana kadar kendilerini nisbet et­tikleri bir organizmadan koparılmalarına ve yeni bir organizmaya dahil ol­malarına tekâbül eden süreçlere eşlik ediyor. Takdir edilecektir ki, organiz­madaki veya organizmalar arasındaki bu hareketliliğin travmatik etkileri oluyor. Bunu herkes kabullenmek istemeyebiliyor. Cumhuriyet bu herkes­leri ikna etmeye çalışır, kendisi mutlak bir otantisite iddiasına dayanarak, yani aydınlanmış olarak, geriye kalan insanları da bu aydınlanmadan nasip­lendirmek üzere üstüne aldığı vazifeyi, gerektiğinde zor kullanarak yerine getirir. Sonuçta hemen hemen her ulus-devlette insanlar tamamen Cumhuri­yetin idealleri açısından kendilerini nasıl hissetmeleri gerekiyorsa öyle his­seden, bunun için gerektiğinde kendi bedensel varlıklarından vazgeçen, kendi bedenlerini cumhuriyetin bedeni veya organı kılan (Foucault, 1977; 1993; Aktay, 1997) bir vatandaş topluluğuna dönüşürler. İçerdiği bütün bi­reyselleşme çabasına rağmen, Cumhuriyette bireyin kendine ait varlığından ziyade kendisinden önce tanımlanmış kollektif bir bedene ait bir varlığı söz­konusudur. Hatta denilebilir ki, sözkonusu edilebilecek kadar bir bireysel­leşmenin tüm varoluş nedeni, insanı başka bağlardan kurtararak sadece cumhuriyetin kendisine teklif ettiği organik varoluşu rahatça kotarabilmek­tir.

Kuşkusuz bütün bu tanımlar, cumhuriyet düşüncesinin her zaman zo­runlu çağrışımları ve sonuçları değildir. Daha doğrusu, en azından, cumhu­riyetin bütün dünyadaki genel geçer gelişimi demokratikleşmeye doğru gi­den ve gerçekten de insanların bireysel veya cemaatsel özgürlüğünün önünü açan bir teleolojiye tâbî olduğunu söyleyebiliyoruz. Hatta denilebili­yor ki artık, radikal bir demokrasiyle tamamlanmamış bir cumhuriyet eksik kalmış bir cumhuriyettir ve kendi içindeki anlam teleolojisi gereği, her cum­huriyet temsil iddiasında bulunduğu halkının kollektif iradesini gerçekten de temsil konusunda en üst düzeyde bir verimliliğe taşıyan bir kadere mah­kumdur. Bu ifadeler cumhuriyetin iyice metafizik hale gelmiş bir ifadesi ola­rak inananlarına ulaşılmaz bir cennet vadeden dinsel ifadeler değilse, Cum­huriyet adına yaşadığımız bütün olumsuzlukların geçici olduğunu düşüne­rek teselli bulabiliriz.

Geriye bütün bu söylediklerimizden yola çıkarak Türkiye örneği üze­rinde de bir iki laf etmek kalıyor. Kuşkusuz gerek Cumhuriyet formülünün içerdiği Jakobenist madde oranının fazlalığı, gerekse bu maddenin etkisinin devamı konusunda Türkiye'nin bir takım özgüllüklerinin olduğu muhak­kaktır. Türkiye'de devletin kendini tanımlama biçiminde,  kendi vatandaşını kendisi için varsayan tutumu hâlen sürmektedir. Aslında Türkiye Cumhuri­yeti'nin diğer öncü Cumhuriyetler arasında temayüz etmesini sağlayan asıl özelliği, (kuşkusuz kategorik bir özelliktir bu, en azından başka ülkelerle de aynı kaderi paylaşıyordur) gecikmişliğidir. Türkiye'de Cumhuriyet hem çok gecikmiş, hem de yerleşmesi için gerekli olan okuldan geçme süresi bitme­mecesine çok uzun sürmüştür. Türkiye'nin modernleşme tarihinde zaten âşinâ olduğumuz genel gecikmişlik Cumhuriyetin de gecikmişliğiyle bira­rada düşünüldüğünde Türkiye için yol açmış olduğu çok derin komplikas­yonların boyutları daha iyi takdir edilebilir.

Burada gecikme deyip geçmemek gerekiyor. Bu gecikmişliğin belli bir miktarı bazı milletlerde daha fazla çalışmanın ve çok daha hırslı bir telafi ça­basının güçlü bir motivasyonu olabilir. Nitekim Alman ulusunun genel ola­rak gecikmişliği üzerinde bir yığın edebiyat üretilmiştir. Almanyanın sana­yisinin gecikmiş olması, burjuvazisinin geç yetişmiş olması, buna mukabil Aydınlanmasının da gecikmiş olması üzerinde epeyce durulmuş ve bütün bir Alman ırkının sonraki bütün tarihindeki atılımları hep bu gecikmişlik kompleksinin eşliğinde okunmuştur (Laroui, 1993; Çiğdem, 1992). Burada Türkiye Cumhuriyetinin en önemli hedeflerinden birisinin "Çağdaş Uygar­lık Seviyesine Yetişmek" olduğu hatırlanmalıdır. Oysa yetişilecek olan Çağ­daş uygarlık almış başını gitmiştir. Büyük bir ihtimalle hedef bu şekilde yani "yetişmek" olarak tayin edilmekle birlikte Türkiye'nin önünde yorucu ve meşakkatli bir takip süreci başlatılmış oluyordu. Bu öyle bir takiptir ki, ilerden gidenler her zaman teknolojik olarak ve imkan olarak geriden gelen­lerin âdeta yetişme ihtimalini ortadan kaldırarak ilerliyorlardı.

Belki de bu yüzden, Türkiye için gecikmişlik Almanya'dakine benzer sonuçlara yol açmamıştır. Kuşkusuz bu durum bir yandan sosyal olaylarda determinizimin çok rahat bir tez olamadığını göstereceği gibi, aynı sonuçla­rın vâkî olabilmesi için Almanya'ya kıyasla Türkiye'de eksik olan bir çok şeyin var olduğunu gösteriyor. En önemlisi Türkiye'deki Cumhuriyetin dünya sisteminin gerektirmeleriyle de çok yakından ilgili olarak gerçekleş­miş olmasıdır. Yani Türkiye'ye Cumhuriyet dolayısıyla tayin edilen ulusla­rarası konum ve roller, Türkiye'deki cumhurun asgari bir tasdikinin değil bilakis bu cumhurun azamisinin hilafını gerektiren şeylerdi. Türkiye, cum­huriyetin kuruluşunu müteakip hilafeti de kaldırmakla sözkonusu uluslara­rası iradenin kendisinden beklediği ilk işi, İslâm ülkelerinin bütün dünyada muhtemel bir odak olmaktan çıkarılması işini deruhte etmiş oluyordu. Kuş­kusuz bu da halkı Müslüman olan bir ülkenin şu ana kadar getiregeldiği si­yasal kültüre kolay kabul ettirilebilecek bir şey değildi. Hilafet dolayısıyla bu milletin gündelik hayatına, evrensel ufkuna ve giderek bilincine hatta bi­linçaltına nüfûz etmiş bir varoluş moduyla çatışmak demekti bu. Hem kabul ettirilmesi zordu hem de bir oldu bittiye getirilerek kabul ettirilse bile her an yeniden depreşmesi ihtimalini yok etmenin mümkün olmadığı bir duy­guydu bu. Dolayısıyla cumhuriyete Türkiye'de kısa vadede toplumsal çeşitli­likleri tanımak ve demokratik bir yapıya evrilmek gibi bir lüks tanına­mazdı. Nitekim, uluslararası ilişkilerin Türkiye'nin dışında kendi içinde ya­şadığı bir kırılma sonucu Türkiye'ye çokpartili bir hayata geçişin uygun gö­rülmesinden bu yana Cumhuriyetin bu yönü, geçirdiği çok katı bir tekpartili yaşamın sıkıcı, tektipleştirici, monist sürecinin sağladığı avantajların büyük bir çoğunluğunu kaybetmeye yüz tutmuştur. Ancak bu kayıplar Türkiye'nin uluslararası ilişkilerdeki angajmanlarını mutlak surette tehdit edebilecek bo­yutlara vardığında cumhurun ne dediğinin fazla bir önemi olmuyor veya sadece göstermelik bir cumhuriyet işletilmiş oluyor. Kuşkusuz böyle bir du­rumda Cumhuriyet bütün yan-söylemleriyle birlikte cumhurun hilafına işle­yen bir siyasetin meşrulaştırıcı lügatçesini sağlamaktan başka hiç bir gerçek varlık göstermemektedir.

Dolayısıyla Türkiye'de Cumhuriyet ve demokrasinin birarada oluştur­dukları terkibin mahiyeti, çok önemli olmakla birlikte, salt bir gecikmişlikçe üstbelirlenmiyor. Daha önemli faktör, bizzat Türkiye'nin uluslararası ilişkiler düzeyinde giriştiği angajmanlar olmuştur. Bu angajmanlar en azından Wal­lerstein'ın vurguladığı ve azgelişmişliğin veya çevre (periferi) konumunun aşılmazlığını garanti altına alan dünya-sistemi yaklaşımı (1974; 1979) gözö­nünde tutularak daha kolay açıklanabilir. Bu yaklaşımlarda dile getirilen dünya sisteminin merkezinin organize ettiği uluslararası işbölümünde dağı­tılan görevler vardır ve azgelişmişlik salt bu işbölümünde bazı işlerin de­ruhte edilebilmesi için bile olsa hiç bir zaman merkez ülkeler konumuna eri­şemeyecek şekilde kader kılınmıştır. Ağır sanayinin merkez ülkelerden çevre ülkelere transferinin bu konuda gözönünde tutulması bir örnek olarak yetecektir. Bu durumda Türkiye Cumhuriyetinin demokrasiyle bir türlü ge­rekli ve yeterli kaynaşmayı sağlayamaması gerçeği, uluslararası ilişkiler veya Wallerstein'ın dikkat çektiği dünya-sisteminin mantığı çözümlenmeden tam anlamıyla anlaşılamayacaktır. Şayet bu kaynaşma sağlanabilirse, Türki­ye'nin bu uluslararası işbölümündeki uyumlu rolünü terketme yönünde içsel bir baskı, giderek sancı, kendini hissettirecektir. Bu sancı bu makro işbölü­münü ne ölçüde bozabilir ve ne kadar etkileyebilir bilinmez ama, en azın­dan Türkiye'nin bu işbölümünde kendi çıkarlarını sonuna kadar kollayan bir taraf olmasını sağlar. Bu aynı zamanda bu kaynaşmanın niçin gerçek­leşmediğini de aslında yeterince anlatmaktadır.

Kuşkusuz Cumhuriyetin demokrasiye doğru evrilememesinin yegane sebepleri dışsal değildir. Bunun çok karmaşık içsel sebepleri de vardır. En basitinden bütün toplumsal sistemler sınıflarıyla toplumsal tabanlarıyla, ku­rumlarıyla belli bir kurulu düzen tesis ederler. Türkiye'de Cumhuriyet de Osmanlı'da yıkıp tevarüs ettiği veya ikame ettiği kendine özgü toplumsal tabanı ve yarattığı sınıflarıyla (hemen akla gelebilecek olan, bir modernleş­tirme projesi olarak Cumhuriyetin bunu gerçekleştirmek için, bu süreçteki merkezî rolüne inandığı için şiddetle önemsediği burjuva sınıfının ortaya çı­karılmasıdır) tam teşekküllü bir establishment tesis etmiştir. Denilebilir ki Cumhuriyetin vesayet altında geliştirdiği burjuvazi sınıfı, devlet desteği ol­madığı sürece kendi ayakları üzerinde durabileceğini ispatlamanın hiç bir emaresini hâlen göstermemiştir. Cumhuriyetin kuruluş yıllarından bu yana Türkiye'nin millî burjuvazisi gelişmenin ve kalkınmanın motoru olarak ka­bul edildiği halde gerçek anlamda bir motor rolünü devletin muharrik gücü ve sürekli yakıt desteği olmadan bir türlü oynamamaktadır. Buna mukabil Türkiye'de asıl burjuvazi devlet desteği olmadan, daha ziyade Cumhuriyetin kurucu idealleriyle pek bağdaşık olmayan dinsel (İslâmî-Protestan) motivas­yonlarla yeni yeni yetişmeye başlamış ve başladığından bu yana da Türki­ye'nin ekonomisinde gözle görülür bir özerkleşme ve hareketlenme gözlem­lenmeye başlamıştır. Ancak devlet ihalelerine sırtını dayamış olan, hiç bir zaman risk almadan ve garantili bir alan görmeden yatırım yapmamaya alışmış olan millî burjuvazinin bu yeni yükselen burjuvazi dalgaya karşı ilk savaşımında demokrasiyi zayıflatmaya yönelmesi, Cumhuriyet ile demokra­sinin iki önemli sınıf arasında sembolik bir sermaye (Bourdieu, 1990) olarak paylaşıldığını gösteriyor. O yüzdendir ki, bugün demokrasiyle cumhuriyet arasında varolduğu söylenen, aslında gerek demokrasinin gerek cumhuriye­tin iç anlamsal teleolojilerinin kesinlikle uğramaması gereken çelişki, bizzat bu toplumsal ve ekonomik katmanlaşmanın ifadesi olmaktadır.

Kuşkusuz, bütün uluslararası mukayyetliklerine ve ülke içindeki sözko­nusu sınıfsal çelişkilere rağmen, Türkiye Cumhuriyeti için bile demokrasiyle ebedî bir ayrılık düşünülemez —bu ikisinin birbirilerine kavuşmamaları da. Bunun için fazladan bir şey yapmak da gerekmiyor. En azından felsefî bir mülahaza olarak, Cumhuriyetin içerdiği demokratik telos'u açığa çıkartmak­tan, belki de önünü açmaktan —hatta kapatmamaktan— fazla  bir şey ge­rekmiyor. Türkiye'de yaşayan birilerinin diğerleri üzerinde tahakküm kur­malarını mümkün kılacak veya bu tahakkümü kolaylaştıracak kurnazca formüllere yeni Cumhuriyeti kapatmak ve cumhuriyetin gerektirdiği okulun müfredatına demokrasi dersi koymak, zaten bundan bundan daha fazla bir şey değildir.  

 

 

REFERANSLAR

Aktay, Y., 1997, Body, Text, Identity, The Islamist Discourse of Authenticity in Modern Turkey, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara: ODTÜ.

Aktay, Yasin, 1998, Kültürel Sahihlik Söylemleri ve Modernlik, Tezkire, s. 14.

Baudrillard, 1996: Kötülüğün Şefaflığı: Aşırı Fenomenler Üzerine Bir Deneme, İstan­bul: Ayrıntı

Bourdieu, P., 1990, The Logic of Practice, translated from the French (1980) by R. Nice, California: Stanford University Press.

Buğra, A., 1995, Devlet ve İşadamları, İstanbul: İletişim.

Çiğdem, A., 1992, Akıl ve Toplumun Özgürleşimi, Ankara: Vadi.

Debray, R., 1997, Cumhuriyetçi misiniz Demokrat mı?, çev. Ahmet Arslan, Türkiye Günlüğü, s. 47 (ayrıca yazı, Ahmet Arslan'ın İslâm, Demokrasi ve Türkiye isimli ki­tabında yer almaktadır, 1999, Ankara: Vadi Yayınları).

Foucault, M., 1977, Discipline and Punish, The Birth of the Prison, translated from the French by alan Sheridan, Penguin Books.

Foucault, 1993, İktidar ve Beden, Dostluğa Dair, İstanbul: Telos

Gellner, E., 1991, Uluslar ve Ulusçuluk, İstanbul: İnsan Yayınları.

Hobsbawm, E., 1992, Nations and Nationalizms since 1780, Cambride: university Press.

Kalkan, B., 1991, Türk Burjuvazisi, Ekonomik Dönüşüm ve Risk, tezkire, sayı: 1.

Keyder, Ç., 1997, Ulusal Kalkınmacılığın İflası, (2. Baskı) İstanbul: Metis.

Laroui, A., 1993, The Crisis of Arab Intellectuals: Traditionalism or Historicism, Transla­ted from the French (1974) by D. Cammell, Berkeley: University of California Press (Türkçesi, 1993, Tarihselcilik ve Gelenek, Ankara: Vadi).

Şen, M., Türkiye Büyük Burjuvazisinin Anatomisi, Toplum ve Bilim, sayı: 66.

Therborn, G., 1995, Go To/Through Modernity, Global Modernities (M. Featherstone, S. Lash, R. Robertson, edts.), London: Sage (Türkçesi, 1996, Modernliğe Modernlik Yo­luyla Giden Yollar, Postmodernizm ve İslâm, Küreselleşme ve Oryantalizm, Ab­dullah Topçuoğlu, Yasin Aktay (der.), Ankara: Vadi).

Wallerstein, I., 1974, The Modern World-System, New York, London

Wallerstein, I., 1979, The Capitalist World-Economy Essays, Cambridge, Paris.