E. NEFS-İ RÂDİYYE

Bu nefis evliyâ-i kiramın nefisleridir. Şeyhler bu nefis mertebesini sâliklerine, dervişlerine Hayy ism-i şerîfiyle telkin ederler. Lâkin Nakşî tarikatlerinde bu rüyalara iltifat olunmadığı gibi, İmam Rabbani’nin tertibi üzerine on bir mertebe üzerinde riyâzetle beraber ders telkin olunur. Bunlardan beşi dünya âleminde; su, toprak, sıcaklık, soğukluk ve balgam gibi maddeler olup bunlardan vücudumuz teşekkül eder. Diğer beşi ise tamamıyla manevî olup bu dünya ile irtibatı da manevîdir. Bunlara da kalb, ruh, sır, hafi, ahfâ denilir. Bunların vücuttaki yerleri de şöyle izah edilmiştir:

Kalb malûm olduğu üzere sol memenin iki parmak altındadır, demişler. Ruhun yeri ise sağ memenin iki parmak altı olarak gösterilmiştir. Sır’ın yeri sol memenin iki parmak üstü; hafî, sağ memenin iki parmak üstü ve ahfânın yeri de göğüs ortasıdır.

Bunların iki türlü zikri vardır. Evvelâ Allah ism-i şerifi ile şeyh efendinin vereceği tarif üzerine ve duaları ile birlikte ayrı ayrı dersleri vardır. Sonra da nefs-i natıka denilen mahalde onbirinci ders tâlim edilir. En nihayet fenafillâh, bekâbillâh zikirleri ve tefekkür telkin buyurulur. Fakat bunlar yalnız lâflarla değil, hallerle ölçülür. Bunun arkasından tevhid zikri yâni, “La ilahe illallah” zikri ile bu mertebelerde ayrı ayrı Kur’ân-ı Kerîm’deki âyet-i kerimelerin telkini yapılır. Bunlar ise kırk günde tamamlanır. Bu esnadaki yiyecekler şöyledir:

Bir kere, her gün oruçlu olmak şarttır. Bu orucu da bir parça ekmek ve yirmi bir üzüm tanesiyle tutmak mecburiyetindedir. Akşam, iftarda ise ancak bir mercimek çorbası ile iktifa edilir. Bu arada her gün hatm-i Kur’ân, hatm-i hâcegân yapılır. Bunu da en aşağı iki sene tekrar ile beraber mümkün olursa her senede bir kere daha yapmak evlâdır.

Rahmetli şeyhimiz Mustafa Feyzi Hazretleri bu riyazete yirmi dört sene devam ettiklerini söylemişlerdir. Cenazesi Kanunî Sultan Süleyman’ın türbesi civarında iken görülen lüzum üzerine nakl-i kubur yapıldığı zaman mübarek cesedlerinin hiç bozulmamış olduğunu gördük. Vefatından takriben otuz sene geçmişti.

Cenâb-ı Hak cümlemize hayırlı ömürler ve rızâsına muvafık sâlih ameller nasip eylesin. Âmin...

Bunları, bugünkü insanların da o geçen güzel insanlara imrenerek, onlar gibi olmaya çalışmalarına vesile olması için yazdık. Fakat, insanların özenip de bunları kendi kendilerine yapmaya kalkışmaları çok tehlikeli olur. Çünkü herhangi bir san’at ve mesleği elde etmek için erbabına senelerce hizmet edildiği malûmdur. İş yalnız zikirlere devam etmekle olmaz, mutlaka ve mutlaka erbabının göstereceği hizmetlerde muvaffakiyet de şarttır. Meselâ Nakşibend Mehmed Bahaeddin Hazretleri’nin hizmetleri ne kadar ağır idi. Bugün onları yapabilecek bahtiyarları bulmak âdeta mümkün değil. Hâlid-i Bağdadî gibi ilimde son noktaya varmış bir bahtiyarın, kendisini irşad edecek zat için Şam’dan kalkıp Delhi’ye gitmesine ve orada şeyh efendinin gösterdiği çok ağır hizmetleri bilâ-tereddüt kabul etmesine -rivayetlere göre dokuz ay ile iki sene arasında- ne dersiniz? Hele Abdülkadir Geylânî’nin Bağdat çöllerindeki yirmi-beş senelik hizmeti, riyazeti ve akla durgunluk verecek hallerine acaba bugün kim erişebilir?

Onun için sen tarikati sadece şu kadarlık zikirden ibaret zannetme! İnsanlık bu kadar ucuz olsa herkes üstün insan olurdu. Meselâ, âdâb-ı muaşeret denilen, insanlarla güzel geçinebilmek, herkesin sevdiği, istediği, söylediği bir şeydir. Fakat tatbiki o kadar müşküldür ki ancak bu, beşinci nefis olan nefs-i râdiyye mertebesine erişebilen bahtiyarlar için mümkündür. Diğerleri hep söz ebeliğinden ibarettir. Bu mertebedeki insanların sıfatları da şunlardır: İhlâs, boş sözleri terk, zikr-i dâimi, zühd, verâ ve kerametlerdir.

1. İhlâs

Her şeyin başında lâzım olan bu ihlâs insanın hemen kendi ameli ile olacak şey değildir. Her ne kadar çalışsak, çabalasak bu kabiliyeti ihraz etmeden, ele geçirilmesi mümkün değildir. İhlâs hakkında ulemânın birçok sözleri olmuşsa da asıl olan şudur ki ihlâs, Allah Teàlâ’nın sevdiği kullarının kalbine ihsan ettiği bir nurdur.

Bu hususta şu hikâye de bize bir dereceye kadar fikir vermiş olur. Üç arkadaş dağda gezerlerken bir fırtınaya tutulup, oradaki bir mağaraya iltica etmişler. Fakat fırtınanın şiddetinden kopan koca bir kaya gelip mağaranın ağzını kapamış. İçerideki zavallılar her ne kadar uğraştılarsa da taşı yerinden kaydırmaya muvaffak olamayıp ümidi kesmişler ve Allah Teàlâ’ya ilticadan başka çareleri kalmadığı için, “Hepimiz, yaptığımız amellerle Allah Teàlâ’ya yalvaralım” demişler.

İçlerinden birisi, koyunlarından sağdığı sütü getirir, çok yaşlı olan ana-babasına içirip onları doyurmadan kendi çoluk çocuğuna bir şey vermezmiş. Birgün her nasılsa geç kalmış ve ana-babası da bu esnada uykuya dalmışlar. Sütü getiren çocuğu, ta sabaha, onlar uyanıncaya kadar başlarında beklemiş. Adamın kendi çocukları, “Baba bizim sütümüzü ver!” diye bağrıştıkları halde, onlara iltifat etmeyip ana-babasının uyanmasını beklemiş ve nihayet sabahleyin onlara sütlerini içirip, karınlarını doyurduktan sonra kendi çocuklarını doyurmuş.

İşte bu amelini hatırlayan adam, “Ya Rabbi, eğer benim yaptığım bu hizmetim senin makbulün oldu ise bizi buradan kurtar!” diye yalvarmış. Duanın sonunda taş biraz kımıldamış ise de çıkmaya imkân bulamamışlar, ikinci arkadaşlarına, “Sen de yalvar bakalım!” demişler.

O da bir kadına sû-i muamelede bulunmak üzere birçok para verdiği halde, kadının, “Allah’tan kork!” sözüne karşı bu fena fikrinden vazgeçip verdiği paralan da ona hediye eylemiş olduğunu hatırlayarak, “Ya Rabbi!” Eğer benim bu hareketim senin rızana muvafık ise bizi buradan kurtar!” diye yalvarmış. Taş biraz daha açılmış ise de yine çıkmak imkânı bulunamadığından üçüncü arkadaşlarına “Sen de yalvar bakalım” demişler.

Bu zat çok işçi kullanır zengin bir zat imiş. Adamlarından birisi her nedense darılıp yevmiyesini almadan gitmiş. Bu zengin adam onun yevmiyesi ile bir koyun satın almış, üretmiş, bir sürü haline getirmiş. Aradan bir süre geçtikten sonra giden işçi, “Şu adamdaki yevmiyemi gidip isteyeyim” demiş, geri gelmiş. O zengin adam da hiç düşünmeden üreyen sürüyü gösterip, “İşte bunlar senindir, al git” demiş. Şimdi bu amelini hatırlayarak, “Ya Rabbi! Ben bu adama yevmiyesini verseydim razı olacaktı. Fakat senin rızan için o koca sürüyü o fakir adama verdim, eğer bu senin razı olduğun bir amel ise bizi buradan kurtar” deyince koca taş Allah’ın izniyle yuvarlanıp gitmiş.

Bu kıssada hulâsa olarak üç mühim hâdise ile karşı karşıya kalmaktayız. Birincisi ana-baba hakkıdır ki, bu hususta gerek Kur’ân-ı Kerîm, gerek ehâdîs-i Nebevilerde pek geniş telkinler vardır. Ana-baba deyip de geçme! Evvelâ, bizim bu dünya âlemine gelmemizin vesilesi olma haklarını bir türlü ödeyemeyiz. İkinci olarak bizim iyi bir evlâd olarak yetişmemiz için geceli gündüzlü çektikleri zahmet, emek ve masraflar az mıdır dersiniz. Hattâ ölünceye kadar da evlâtlarının üzerinden duaları kesilmez. Bunları kim inkâr edebilir?

Binâenaleyh sen de dünya ve âhiret saadet ve selâmetini istiyorsan ana ve babana karşı son derece saygılı ve hürmetkar ol. Onlar her ne kadar fakir ve câhil de olsalar bize düşen vazife, onlara lâyık oldukları hizmeti yapabilmeye çalışmaktır. Ana-Baba Hakları kitabını okumayı da ihmal etme.

İhlâsa ikinci misal, Allah Teàlâ’nın yasaklarına karşı çok hassas olup, korkup kaçmak... Bu hikâyede bir misal olarak fuhuş mes’elesi zikredilmiş ise de, buna bütün günahlar da dahildir. Onun için burada üç yüz kırk küsur, büyük küçük günahları tekrar tekrar oku. Bir kere okuyup da sakın, ben okudum deyip geçme! Zira her tekrarda birçok yeni faydalar bulacaksın.

Onun için Gümüşhaneli Ziyaeddin Ahmed Hazretleri, bin kere okumayı tavsiye etmiştir. Zira gönül aynasının temizlenmesi, parlaması ve ziyasının etrafa aksi hep bu günahlardan sıyrılıp kurtulmaya bağlıdır. Onun için senden ricamız, bu günahları tekrar tekrar okumandır.

İhlasın üçüncü misali de insanların haklarına son derece itina gösterilmesidir. Haklar pek çoktur.

Evvelâ bize bu hayatı hiç noksansız ihsan edip, akıl, zekâ, tefekkür ve emsali nimetleri bahşeden Allah Teàlâ’ya kulluk borcumuzu elimizden geldiğince yapmaya çalışmalıyız. En büyük kibir de ibâdetten uzak kalanların kibridir, Allah korusun!

İkinci hak olarak ana-baba hakkı gösterilmiştir, Bu husustaki kitapları okumaya çalış, tekrar yazmaya lüzum yok...

Üçüncü hak da kullar arasındaki haklardır. Bunların başında da komşu hakkı gelmektedir. Komşu kâfir bile olsa, yine hakkını muhafaza etmek gerektiğini belirtmek için şunu da zikretmeyi uygun bulduk: Büyüklerden birisi bir kurban kesmiş ve evde-kilere, “Yahudi komşunun hakkını unutmayın” diye tekrar tekrar tenbihte bulunmuş. Geri dönünce de, “Yahudi komşunun hakkım verdiniz mi?” diye sormuş. Bu da, bize güzel bir ders olmaz mı?

Biz bugün, bir vatanın evlâtları olduğumuz halde düşmanları öldürür gibi birbirimize tecâvüz edişimizin sebebini bir türlü izah edemiyor, anlayamıyoruz. Hem deriz ki: Fikirlere hürmet ve saygı lâzımdır. Diğer taraftan kendi fikirlerimize muhalif olanları öldürmekte hiç tereddüt etmiyoruz. Bu iki zıt şeyi cem etmek mümkün mü? Allah Teàlâ hepimize kâmil, olgun akıllar ihsan etsin. Âmin!..

Hakları yazmaya lüzum yok. Haklar üzerinde yazılmış birçok eserler vardır. Okumanızı tavsiye eder, bu kadarla iktifa ederiz...

İhlâsta eksik kalan şu kelimeleri de yazmakta fayda vardır: Malûm olduğu üzere bizim sütçüler hâlis koyun sütü, yağcılar hâlis inek yağı, zeytinyağcılar hâlis zeytinyağı diye satarlar. Eğer bunların içerisine herhangi bir yabancı madde ilâve edilirse bunlar hâlislikten çıkar. İşte bunun gibi, yaptığımız ibâdetin içerisine de herhangi başka bir niyet girse tabiatiyle bu da ihlâslıktan çıkar. Meselâ, Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in zaman-ı saadetlerinde bir mücahid düşman karşısında çok cesurâne dövüşüyordu. Nihayet bir yara aldı ve acısına dayanamayarak intihar etti. Bu mücahidin şehid sayılması lâzım gelirken böyle intihar ederek ölmesi çok garip değil midir? Kendini göstermek ve mutlaka zafer kazanmak için yapılan dövüşlerde böyle ihlâssızlık kokusu mevcuttur. Bu hususta yazılması icâbeden daha pek çok incelikler var ise de biz onları yazınca okuyanları herhalde sıkacağından erbabından öğrenmelerini tavsiye ederiz.

2. Boş ve Faydasız Sözleri Terk

Nefs-i râdiyyenin ikinci sıfatı boş ve faydasız sözleri terk etmektir. Bu da çok mühimdir. Bir kere ömrün boşa gitmesine sebeptir. Halbuki ömür öyle bir cevherdir ki, zayiatı kat’iyyen telâfi edilemez. Meselâ yüz bin veya bir milyon liranız kaybolsa onu telâfi etmek mümkün olabilir. Yangınlarla, zelzelelerle her şeylerini kaybeden nice yoksullar az zamanda kendilerini toparlayıp büyük servetler elde etmişlerdir. Fakat ömür hiç de böyle değildir. Onun zayiatı kadar acı bir zayiat yoktur. O, televizyon ve radyolarda neşredilen birçok şeyin, zararlı oldukları bilindiği halde, halkın binlerce saat vaktini zayi edip onlan hem gaflete düşürmesi, hem de ibâdetten ala-koyması doğrusu çok acıdır.

Hastalarımıza, ameliyat esnasında acı duymamaları için morfin yapıldığı malûmdur. Bu morfinlerin bir de ruhlar üzerinde tesiri vardır ki, bizim bu güzel ömrümüzün boşu boşuna zayi oluşunun acısını bize duyurmamaktadır. Yine bu gaflettir ki, bir millet ve memleket evlâtlarını muhtelif akidelere bölerek parçalamıştır. Bu acı hiç ameliyattaki bıçak acısına benzer mi? Doktorun morfininin arkasında sağlık ve afiyete kavuşmak vardır. Halbuki ruhlara vurulan morfin bir milletin mahv ve inkırazına sebeptir. Onun için, “Cemaat rahmet, ayrılık azabtır” denmiş. Sen şimdi kafanı boşalt ve salim bir kafa ile düşün. Kur’ân-ı Azîmüşşan’da Cenâb-ı Hak bütün ehl-i imanı bir kardeş olarak vasıflandırırken, bizim bunları bölmemize, ayırmamıza hiç cevaz olur mu?

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz mü’minleri tarif ederken, “Ke’l-cesedi’l-vâhid” buyurmuşlardır. Yine mü’min ve müslümanı tarif ederken, “Elinden ve dilinden insanların selâmette olduğu kimsedir” buyurmuşlardır ki, bu gibi kırk tane hadîs-i şerif vardır. Bu konuda Tasavvufî Ahlâk in dördüncü cildinde geniş tafsilât vardır, okumanızı tavsiye ederim.

Şimdi; bir cesedin azaları birbirinden ayrılırsa o cesedin artık ölüme mahkûm olduğu anlaşılırken, müslümanları sırf menfaatleri için bölenlere ne dersiniz? Sen ne dersen de, ben sana şunu açıkça söyleyeyim ki, bu ayrılıkları yapanların hakikî müslüman olmadıklarını bilmek lâzımdır. Hizmetleri her ne kadar inkâr edilemez derecede yüksek dahî olsa yukarıdaki ihlâsla ölç! İhlâs nasıl katkı kabul etmezse din de böyledir. Bunun ötesini sizin vicdanlarınıza havale ederiz.

Mâlâyânî denilen boş ve faydasız lâfları herhalde sen de bilirsin. Gazino, kahvehane ve emsali yerler bu boş sözlerin kaynağıdır. Buralara alışanları kurtarmak her halde bir hastayı ölümden kurtarmak kadar faydalıdır. Onun için gece gündüz Hâlık-ı Zül-celâl’e yalvarıp bu gibi uygunsuz hallerden ve boş, faydasız sözlerden bizi kurtarmasını dileyelim.

Bize düşen vazifelerin başında zikrullaha devamla birlikte biraz da boğazımıza sabrederek bu kötü huylardan kurtulmaya çalışmaktır. Bizim en büyük düşmanımız ne şu devlet ve ne de bu devlettir; asıl düşmanımız kendi nefislerimizdir. Bunların ıslahına çalışmak başlıca vazifemizdir. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem. Hazretleri, “Adüvvüke nefsüke’lletî beyne cenbeyk” buyurmuşlardır.

Binâenaleyh bunun ıslahına çalışmak en büyük mücâhededir. Çünkü düşmanlarla dövüşmek birçok mücahid kardeşlerle birlikte olur. Bu da insana o kadar zor gelmez. Fakat nefisle mücadele tek başına yapılacağından zorluğu aşikârdır. Allah Teàlâ’nın yardımını, lûtfunu isteyelim de bizleri de kâmil, olgun ve razı olduğu insanlar mertebesine yükseltsin. Âmin!..

Boş ve faydasız sözleri terk etmek nasıl lazımsa, boş ve faydasız sözleri dinlememek de öyle bir vazifedir. Topluluklara iştirakte bunlardan son derece sakınmak lâzımdır. Böyle topluluklarda gıybet, nemime, iftira gibi büyük günahlar işlenmekte olduğu görülegelmektedir. Eğer bunları terk ettirmeye ve yaptırmamaya gücünüz yeterse ne âlâ! Gücünüz yetmediği takdirde böyle topluluklara gitmemek evlâdır.

Boş sözlerin konuşulması ve dinlenmesi nasıl mezmum ise gözlerin de aynı şekilde boş bakışları pek büyük zayiattandır. Kur’ân-ı Azîmüşşan’ın birçok âyetlerinde gözün kıymeti anlatılarak, Allah Teàlâ’nın yer ve gökteki eserlerine bakıp Hakk’ın varlığına ve birliğine alâmetler araması, bahusus Tebâreke sûresinde ehemmiyetle belirtilmiştir.

Bir âyette yerin, ölüm halinden sonra nasıl hayata nail olduğu pek güzel bir şekilde açıklanmaktadır. Bugünkü bilgilere nazaran dünya, güneşten kopmuş bir ateş, nihayet bir kor parçası iken bak bugün insanlara ve mahlûkata karargâh olmuş. Yanan bir şeyde hayat sona ererken, bak şu kudret-i İlâhî bunu nasıl diriltmiş ve bugün muhtaç olduğumuz bütün yiyecekleri de o ölen topraktan halketmiş.

Bunlara bakıp ibret almak ve o kuvvet ve kudret sahibi olan Allah Teàlâ’ya dönmek, emirlerine tam mânâsıyla inkıyad etmek için bu bakışları boş yere harcamamak da, boş sözleri terk etmek gibi pek mühimdir.

Eşref-i Rumî Hazretleri Müzekki’n-Nüfûs adlı eserinde şöyle söylemektedir:

            Bir göz ki olmaya ibret nazarında
            Ol, düşmandır sahibinin baş üzerinde.

Bu mısra ne kadar canlı ve kıymetli bir sözdür ki, gözün kıymet ve ehemmiyetini beyan ile birlikte, bunun, sahibine dost olması düşman olmaması gerektiğini de anlatmaktadır. Bu da bakışları daima ibret verici, ders alıcı ve kendini uyarıcı fikirlere sevk eden bir âmildir. Bunu boşa harcamak elbette cezayı müstelzim olacaktır.

Bir habere göre insan kâinatın zübde’sidir. Kendine bakarsan elbette Allah’ı bulur ve ona teslim olursun. Bunun için vücuddaki intizam ve ahengi birazcık düşünmek bile kâfidir. Ondan dolayı, bir miktar tefekkürün bin senelik nafile ibâdetten hayırlı olduğunu söylemişler. Bunlardan ileri, insanda bir de tefekkür, hafıza, hayâl kuvvetleri vardır ki, bunlarla da Hakk’ın varlığı ve birliği pek güzel bir şekilde idrak edilebilir. Hafız olan çocuklarımıza o hafıza kuvvetinin nasıl verildiğini düşünürsen başka bir öğüde ihtiyacın kalmadan Hakk’a dönersin. Zaten, Cenâb-ı Hak bütün bu kuvvetleri bize, yesinler, içsinler, sevk u safâda yaşasınlar diye değil; asıl saadet ve selâmet yeri olan Allah Zülcelâl’in sevgili kullarına bahşettiği sonsuz nimetlere nail olunacak olan Cennet-i Alâ’ya erişebilelim diye vermiştir. Bu da ancak Hakk’ı bulup, bilmek ve ona teslim olup rızasını kazanabilmek ve bunun için de bütün günah yollarından kopmaya çalışmakla olur. Bu satırlarımızda; boş sözleri söylememek, boş lâkırdıları dinlememek ve boş bakışları bırakıp her şeye ibret nazarı ile bakmak ve hattâ fikir ve hayâlâtımızı da yine boş yere harcamamak için güzel dersler verilmektedir.

Cenâb-ı Hak cümlemizi bu nefs-i râdiyye mertebesine ulaşmaya çalışan ve hattâ bunun üzerinde olan nefs-i mardiyyeye erişebilmek için sa’y ü gayret sarfeden ve muvaffakiyet bulan kullarından eylesin. Âmin.!.

3. Zikrullah

Nefs-i râdiyyenin üçüncü sıfatı zikrullahtır. Bunun da izahını yapmaya çalışalım inşaallah...

Kâinatta hiçbir mevcut yoktur ki, canlı olsun da Allah Teàlâ’yı zikretmesin. Bunların zikirleri tabiatıyla bizim zikirlerimize benzemez. Her canlı mahlûkun kendi lisan-ı hâli ile Cenâb-ı Hakk’ı zikretmekte ol-

248 / Nefsin Terbiyesi

duklarını Hak Teàlâ, Kur’ân-i Kerîm’inde bizlere bildirmiştir. Yalnız şu kadar var ki, onların tesbihlerini bizim anlayamayacağımız sadedinde; “Ve lâkin lâ tefkahûne tesbîhahüm” buyurulmuştur.

Bizim, Mevlid sahibi merhum Süleyman Çelebi de Mevlid’inin başında;

            Allah adın zikredelim evvelâ,
            Vâcib oldur cümle işte her kula,

            Allah adın her kim ol evvel ana,
            Her işi asan eder Allah ana (ona).

            Bir kez Allah dese aşk ile lisan,
            Dökülür cümle günah misl-i hazan.

            İsm-i pâkin pâk olur zikreyleyen,
            Her murada erişür Allah diyen.

 demektedir. Bu mısralar ne kadar canlı birer ders ve ibret levhasıdır. Eşref-i Rumî Hazretleri de buna benzer çok canlı bir mısraında şöyle söylüyor:

            Bir dil ki olmaya Hakk’ın zikriyle mutad,
            Urma ol et paresine dil diye hiç, ad!

Bunlar bize anlatıyor ki, insanlık vazifesinin başında Allah Teàlâ’nın zikri gelmektedir. Nasıl gelmesin ki, bizi ve bütün varlıkları yoktan yaratan ve âlemin boşlukları içerisinde göz kamaştırıcı bir hızla milyonlarca seneden beri seyreden varlıkları her gün görüp hayran olduğumuz şeyleri var eden O’dur. Bunları bildiğimiz halde Hakk’a dönmemek ve onu zikretmemek mümkün müdür?

Kur’ân-ı Azîmüşşan’ın birçok âyetlerinde Cenâb-ı Hakk’ı zikretmemiz emir buyurulmakta iken, bizim hâlâ gafletlere dalıp, dünyanın fâni olan nimetlerini elde etmek için geceli gündüzlü çalışmamız, netice olarak da ebedî olan âhiret saadetinden mahrum kalmamızdan daha acı ve büyük bir felâket olabilir mi? Bu hususta Tasavvufî Ahlâk’ın birinci cildinde yeter derecede malûmat olduğundan bunu okumanızı tavsiye ederim.

Zikrullahın fezâili hakkında pek çok eserler vardır. Namaz, zekât, oruç, hac, cihad, Kur’ân-ı Kerîm okumak, tesbihler çekmek ve envai çok olan ibâdetler hep zikrullahdan sayılır.

Şuna dikkatlerinizi çekerim; gece herkes uyurken, kalkıp iki rekât namaz kılmak, “Hayrun mined-dünyâ ve mâ fîhâ”dır. Bunun ne demek olduğunu muhakkak sizler de idrak edersiniz. Demek ki, gece vakti kılınan ve nafile olarak zikredilen bu namaz, bulunduğumuz dünya ve dünya içindeki bütün cevherlerden daha kıymetli olarak zikredilmektedir.

Halbuki bugün bir sarı altına nail olabilmek için, biraz da mazot ve benzin elde etmek için nasıl yorulmakta olduğumuz cümlece malûmdur. Gece vakti kılacağımız iki veya dört rekâtlık namaz pek ziyade olsa ancak yanın saatimizi alır. Buna mukabil dünyanın bütün ziynetlerinden daha hayırlı ve kıymetlidir. Çünkü bütün ziynetler ve nimetler hep fâni, ibâdet, tâat ve zikirler ise bakidir. Bakiyi bırakıp da fâniyi tercih edenlere ne dersiniz bilmem. Bunu tavsif için; altını bırakıp boncuklan tercih eden çocuklar gibidir, demişler. Çünkü çocuk henüz tekâmül etmediğinden altının kıymetini bilmez ve bunda da mazurdur. Halbuki insanların insanlıkta tekâmülleri de Allah Teàlâ’nın zikrine bağlıdır. Zira değirmen ne kadar güzel olursa olsun onu döndürecek su veya cereyan olmazsa neye yarar. Suyun ve cereyanın evlerimize gelmesi nasıl bir mukaveleye bağlı ise ve bu mukavele mucibince paralan ödenmeyince nasıl kesildiği cümlemize malûmdur.

Cenâb-ı Hakk’ın doksan dokuz Esmâ-i Hüsnâ’sı vardır. Bunların herhangi birisi ile kendine yalvarılmasını Cenâb-ı Hak bizlere tavsiye etmektedir. Ondan feyz gelmedikçe insanın hiçbir şeyde muvaffak olmasına imkân yoktur. Bu Esmâ-i Hünsâ’yı ezberleyip mucibi ile amel edenlerin ehl-i cennet olacağını Cenâb-ı Peygamber müjdelemiştir. Onun için biz de sizlere tavsiye edelim ki, Esmâ-i Hüsnâ’yı hem ezberleyin ve her gün okuyun ve hem de mucibi ile amel edin!

Sonra şunu da unutmayın ki insana maddî ve manevî bütün yardımlar, nimetler, tasarruflar hep Hakk’tan gelir. Gerek zikrullah ve gerekse sair ibâdât ü tâatler kul ile Allah arasındaki irtibatı temin eder. İbâdâttan ve zikrullahtan mahrum olanlar ise irtibatı kesilmiş boşlukta kalan zavallılara benzer. Salâvat-ı şerifeler de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile olan irtibatı temin eder.

Zikrullahın faydalarından en mühimi, âhiret âleminde zuhur edecek saadet ve selâmetlerin kazanılmasını temin etmesidir. Bunlardan birisi ki, çok hoşumuza gitmektedir. O kıyamet günü herkes dehşet ve korku içinde kıvranırken bu muhterem zâkir kul, Arş-ı Âlâ’da nurlara gark olmuş olduğu halde ve selâmetle kıyamet halkının acı manzaralarını seyredecektir. Ve ehl-i mahşer soracak:

“—Bu kim yahu? Bak bizim şu halimize, bu ne bahtiyar! Acaba bir peygamber mi?”.

Cevaben, “Hayır” denilecek; “Yoksa bir melek midir?”. Buna da “hayır” denmiş. “Belki şehidlerden biridir” denilmesine de “Hayır!” denilecek. “Öyleyse bu kim olabilir?” diye sorulunca:

“—Dünyada iken Allah Teàlâ’nın zikri ile ömrünü geçiren bir bahtiyar”, denilecek.

Bu zâkirlerin ind-i İlâhî’deki derecelerinin ne kadar yüksek olduğuna bir misaldir. Cennetteki dereceleri de buna göre kıyas oluna!

Hattâ bu bahtiyarlardan bazıları cenneti kâfi görmeyerek: “Bize Sen lâzımsın, biz Seni isteriz!” gibi fevkalâde sözler söylemişlerdir. Çünkü cennet nimetleri ne de olsa nefsin hoşlanacağı güzel nimetlerdir. Fakat Hakk’ın müşahedesi yanında, güneşin önünde kaybolan yıldızlara benzer. Onun için Yûnus Emre Hazretleri’nin Ramazanda iftar esnasında söylenilen sözleri ne güzeldir:

            Ehl-i dünya dünyada,
            Ehl-i ukbâ ukbâda,
            Her biri bir sevdada!
            Bana seni gerek seni.

 Bu sözler bu müşahedenin ne kadar kıymetli olduğunu bize göstermektedir. Onun için siz kardeşlerimden ricam şudur ki, bu fâni âlemin fâni nimetlerine aldanıp da baki olan âhiretin sonsuz nimetlerini kaybetme gafletine düşmeyin! Cenâb-ı Hak cümlemizi, imanda kâmil, ahlaken olgun, Allah Teàlâ’yı hatırından çıkarmayan ve dilinden de bırakmayan sevgili ve razı olduğu kullan arasına fazl u keremiyle kabul buyursun. Âmin!.. Bihürmeti seyyîdi’l-mürselin.

4. Zühd

Nefs-i râdiyyenin dördüncü sıfatı ise zühddür. Yâni dünyaya iltifatsızlık... Dünya için dünyada olan ihtiyaçlarımız kadar âhiret için de âhirette olan ihtiyacımız kadar çalışmaktır.

Tabiî dünya ihtiyaçlarında fânilik var. Âhiret işlerinde ise ebediyet ve daimîlik olduğu gibi her bir noksanlıktan azadelik de vardır. Dünyada ne kadar zengin ve müreffeh olursanız olunuz sizleri rahatsız edecek pek çok düşmanlar da bulunur. İşte size bir numune; bakın Acem Şahı’nın haline! O kadar servet kendisine hiçbir saadet ve selâmet sağlamadığı gibi, dünya dahi kendisine zindan olmuştur. Bunlar bize, acı da olsa birer örnektir.

Mekke-i Mükerreme’de Şübrâ otelinde Faslı bir futbolcu ile karşılaştık. Kendisine şunu anlatmak istedik: Komşumuz olan yahudi, bizim gözümüzün önünde san’at, ziraat ve ticarette bunca gayret ile çalışadururken buna mukabil biz zavallıların bütün bunlardan mahrum oluşumuzdan başka gençlerimizin de böyle oyunlarla vakitlerini kayıp ve zayi etmelerine ağlamamak elden gelmez.

Bugün muhtaç olduğumuz tank, tüfek, top, tayyare ve deniz kuvvetleri gibi şeyleri düşmanlardan satın alarak memleketin müdafaasına çalışmak mı, yoksa bunları ecdadımız gibi bilfiil kendimizin yapması mı daha iyidir? Rahmetli Sultan Fâtih, gemisini denizde değil, karada bile yürütürken onun evlâtları olan bizlerin bu malzemeleri düşmanlardan almaya çalışmamız kadar yanlış bir şey olamaz.

Spor herkes için lâzımdır. Fakat memleket müdafaası ve hürriyet başta gelir. Yoksa bütün kuvvetimizi verip başsporcu olsak bile neye yarar? Hele oyun günlerinde oyuncuları seyretmek için daha geceden sıraya girip bilet almaya çalışan zavallılara bilmem ne demek lâzım? Allah celle ve âlâ hepimize idrâkler versin de mâlî ve iktisadî dengemizi düzeltip bugünkü içine düştüğümüz buhranlardan kurtulalım.

Ekmek kadar muhtaç olduğumuz benzin, mazot, elektrik ve emsali nesnelerin yokluğuna dayanmak kolay bir şey mi? Topu oyna, fakat bunların da çaresini ara ve bul! Halbuki topçu kafası bunlarla meşgul olmaya hiç müsait değildir. Gençlik bu. sebeple selâmete değil, felâkete sürüklenmektedir. Bunların ibâdetten ve zikrullahtan bihaber olarak günün birinde gözlerini yumup gitmeleri, hem kendileri ve hem de millet için ne kadar acıdır.

Eski devirlerde ve bahusus vakt-i saadetteki zaferleri elde edenler hep zâhid kimselerdi. Hiçbir kuvvetleri yoktu! Hattâ Bedir mevkiinde müslümanların ancak yedi kılıncı varmış. Sa’d İbn-i Vakkas’ın koca Acem imparatorluğunu imana davet ederken ordusu ancak sekiz bin kişiden ibaretmiş. Acem şahı bunları çağırıp muazzam ordusunu, servet ve erzakını göstererek,

“—Bakın! Üstünüzde başınızda bir şeyler yok, fakir kimselersiniz. Bizimle harp edecek hiçbir gücünüz yok. Karnınız da aç... Siz ne istiyorsanız verelim de kendinize yazık etmeden gidin!” demiş. Müslümanlar da:

“—Evet bizim karnımız aç, ama biz yine sizinle dövüşmeye geldik. Ya iman edersiniz veya dövüşürsünüz” diyerek üç gün mühlet vermişler.

Nihayet dövüş başlamış. Arap atları hiç tanımadıkları, görmedikleri fiillerden ürküp kaçmaya başlamışlar. Bunun üzerine süvariler atlarından inip piyade olarak savaşmışlar. Önce filleri gözlerinden yaralamak, sonra da bugünün tankları gibi askerleri muhafaza eden fillerin üstündeki deriden yapılmış odaların kolonlarını kesmek suretiyle bu koca hayvanları ürkütmeye muvaffak olmuşlar. Gözlerinden yaralı filler bu sefer kendi ordularını çiğnemek suretiyle kaçmaya başlamışlar. Bu halden müteessir olan ordu da bozularak ric’ate başlamış.

Bak Allah Teàlâ’nın kuvveti, kudreti ve hikmeti onları nasıl kendi elleriyle perişan etti. Yoksa bugünkü bilgilere nazaran, sekiz bin kişilik bir kuvvetin fillerle mücehhez iki yüz bin kişilik bir orduyu dağıtmasına imkân yoktur. Fakat Allah Teàlâ’nın nusretinin, kendisine muti ve yasaklarından kaçınan bahtiyarların üzerine olduğunu unutma!

Evvelki ordularımız her seferinde muhasara ettikleri milletin bağ ve bahçelerindeki meyveleri yemek istedikleri vakit bunlar için takdir olunan kıymeti de çıkınlara asar ve kıymeti kadar akçe bırakmadan gitmezmiş. Bu adaleti gören düşman teslim olmaktan başka ne yapsın!

Zühd ü takvanın insanları hem dünya ve hem âhirette büyük saadetlere nail edeceğine hiç şüphe etme! Hattâ, Kur’ân-ı Kerîm’de Allah Teàlâ’dan korkanların rızıklarının ummadıkları yerlerden ihsan edileceğine dair işaretler vardır. Binâenaleyh sen de saadet ve selâmet istiyorsan zühd ü takva sahibi olmaya bak. Bunun arkasından verilecek olan sayısız kerametlere nail olursun. Bu da senin için hem yeter, hem de artar. Cenâb-ı Hak hepimizin muini olsun da bu devletleri bizlere de ihsan buyursun. Âmin...

5. Nefs-i Râdiyye Sahibinin Rüyası

Nefs-i râdiyye sahiplerinin görecekleri rüyaları kısaca şöyle beyan edelim: Melekleri, hurileri, cenneti, cennet hayvanlarının elbiselerini ve kevser şarabını görmek aklın kemâline ve marifet-i İlâhiye’yi tahsil sıfatıdır.

Suları yüzüp geçmek, havalarda uçmak, gemiye binip geçmek, ateşte yanıp safalanmak - İbrahim aleyhisselâm gibi - yüksek âhiret derecelerine nail olmak ve nurlanmak nefs-i râdiyyenin galebesini ve kalbin kesafetinin gidip letafet kesbi suretidirler.

Buna benzer rüyalar da insanın işidir. Bize düşen. bu nefs-i râdiyyeden de kurtulup nefs-i mardiyye denilen altıncı nefis mertebesine yükselmeye çalışmaktır.

<< Önceki Sayfa | İçindekiler | Sonraki Sayfa >>