f. KİBİR

Nefs-i emmârenin on iki başından altıncısı kibirdir. Nefs-i emmârenin ilk beş sıfatı ise şunlardır:

1. Şirk,

2. Küfür,

3. Gaflet,

4. Cehalet,

5. Günahlara dalmak.

Kibir, haddizatında hiç kimse tarafından sevilmeyen çirkin bir huydur. Çalışırsa ıslahı mümkündür.

Her huy gibi, bu da insana doğuşta verilir, ayrıca sonradan da kazanılır. Çocuk büyüdükçe, bu huy da büyür. Okudukça ve muvaffak oldukça kibri de artar. Sonra sahib-i selâhiyet bir memur veyahut servet sahibi olursa, artık onun yanına bile varmak mümkün olamaz. Madunu, yâni kendinden aşağı seviyede gördüğü kimseleri haşlamak, dünyalarını zindan etmek onun için âdeta zevktir. En nihayet, maazallah bunlar firavunlara eş olarak kendilerinden başkalarını kat’iyyen beğenmezler ve imkân bulurlarsa, Firavun’un yaptığını da yapmaya kalkarlar. Bunların ellerine düşen kavim, millet, cemaat perişan olurlar. Ellerinden gelen ancak ölmeleri için dua etmektir, bu suretle ellerinden kurtulabilirler.

Tarih bunları ibret levhası olarak her zaman gözlerimizin önüne sermektedir. Fakat ne yazık ki, huylu huyundan vazgeçmez derler ya, işte bunlar da, bu huylarıyla iftihar ederler. Bu büyük hatâlarını da ölünceye kadar bırakmazlar. İnsanların umumiyetle bütün çektikleri zahmet ve meşakkatler hep bu ve emsali yaramaz huylara sahip olan kimselerin yüzündendir.

Bunun içindir ki, bu gibi mezmum huylarımızın ıslahına çalışıp, mütevazi, alçak gönüllü bir kimse olmaya gayret etmek, üzerlerimize farz ve borç olmuştur. Hastalıklardan kurtulmaya çalışmak nasıl borç ise, bu fena huylardan kurtulmaya çalışmak da öylece borçtur.

Bu mezmum huyların hepsi de ayrı ayrı birer âfettirler. Başlıcaları kibir, hased, ucûb, gazab, şehvet, kin, hırs olup, bunların da en korkuncu kibirdir.

Kibir iki nevidir: Bir kısmı Allah Teàlâ’nın kullarına karşı böbürlenmektir. Bunlar lâzım gelen dersi kullar tarafından alırlar ve cezalarını bulurlar. Bu gibileri kullar sevmediği gibi Allah Teàlâ Hazretleri de hiç sevmez. Bir kul ki, Allah Teàlâ Hazretleri sevmez, o ne kadar kendini beğenirse beğensin sonu helaktir. Girdiği yol da çıkmazdır. Çünkü insanoğlunun evveli adî: bir damla su, sonu da toprağa gömülen bir cife değil midir? Evveli ve âhiri bu olan insan nasıl olur da büyüklenir bilmem.

İnsana yakışan huylardan birisi tevazu, diğeri de sadakattir. Binâenaleyh, bu iki nimetten mahrum olan kimselerden ne beklenebilir? Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem Hazretleri gibi bütün peygamberlerin ve bütün evliyaların huyları ve sıfatları tevazu ve sadakatte toplanmıştır. İnsanoğlunun nail olduğu bazı nimetlerden nâşi, kendinden küçük gördüğü kimselere karşı büyüklenmesi, böbürlenmesi, doğrusu çok taaccüb olunacak bir çirkinliktir. Hakikî insan olmak isteyen muhakkak ki düşünmeli ve bu halinden utanmalıdır. Sonra da mahviyyet sahibi olmaya çalışmalı, ayrıca da kimseyi incitmemeye gayret edip herkese karşı hürmetkar bulunmalıdır.

Kibrin ikinci nevi ise, Hâlık-ı Zülcelâl’e karşı büyüklenmektir. Bunlar tevhidden, “La ilahe illallah” demekten ve mescidlere girip fukara ve zuafa ile birlikte namaz kılmaktan kaçınırlar. Ayrıca evlerinde de, Hakk’a secde etmez. ona boyun bükmezler ve emrolundukları ibâdet ve tâati yapmaktan kibirlerinden nâşi istinkâf ederler. İşte bunlar bu sebepten büyük bir vebal altındadırlar. Bununla beraber kudretleri olanların, halka karşı zulümleri son derecededir.

Kibir hakkında İmam Gazâlî’nin İhyâ-u Ulûm’unun üçüncü cildinde Tenbîhü’l-Gâfilîn kitabının kibir faslında pek geniş malûmat olmakla beraber Tasavvufî Ahlâk'ta da oldukça mühim malûmatlar vardır.

Nefs-i emmârenin on iki başından yedincisi hırs, sekizincisi buhl, dokuzuncusu şehvet, onuncusu gazab, on birincisi hased, on ikincisi de kindir.

Bu nefs-i emmâre ve arkadaşları ne kadar fena ise, nefs-i mutmainne de o kadar güzel ve o kadar tatlıdır. Bütün sükûn, huzur, neş’e, selâmet, saadet hep nefs-i mutmainne sahipleri içindir. Çünkü nefs-i mutmainne de Allah Teàlâ Hazretleri’ne tam mânâsıyla tevekkül eden talibe tefekkür, ibâdet, riyazet kapılan açılır.

Bu kapılar açılınca gönül âlemi uyanır. Meselâ rüyada Kur’ân-ı Kerim-i Azîmüşşan’ı okumak, peygamberleri, evliyaları ve mübarek yerleri görmek gibi, insanın namütenahi denecek kadar Cenâb-ı Hakk’ın çeşitli lütuflarına mazhar olmasına sebep olur.

Bu insanoğlunu açıkça tarif etmek lâzım gelse, yedi mertebeye ayrılmıştır:

Birinci mertebede nefs-i emmâre sahipleri bulunur ki, bunlara hayvan-ı nâtık, yâni konuşan hayvan adını vermek caiz ise de, Cenâb-ı Hak buna da razı olmamış, “Belhüm adall = Hayvandan aşağı”, âyet-i kerîmesi ile bunların hayvanlardan daha aşağı olduklarını açıklamıştır.

İşte böyle olunca, bu nefs-i emmâre sahiplerinin düştükleri çukurdan kurtulabilmeleri, başkalarının da bu bataklık çukuruna düşmemeleri için yazılmış olan nefs-i emmârenin on iki huyundan ve bunların teferruatı olarak yazılmış olan günahlardan da sıyrılıp çıkmaya çalışmak her insan, bahusus, “Ben mü’-minim ve müslümanım” diyen her bahtiyara en büyük bir vazifedir. Bunları yazmak ve okumak çok zor bir şey değildir. Asıl hüner sahipleri, yazdığını ve okuduğunu tatbik edebilen bahtiyarlardır. Şu kadar var ki, bu fena huylara alışan zavallıları bunlardan kurtarmak kadar da zor bir şey yoktur. Çünkü nefisler hiç bir zaman alışageldiği âdetleri kolayca terk etmeye muvaffak olamazlar.

Nefs-i mutmainnedeki gönül açılış yolları olan tefekkür, riyazet, ibâdet ve açlık aynı zamanda, bu nefs-i emmâreden de kurtulmanın çareleridir. Nasıl ki doktorlarımız hastalarına ilâç verirken bazı şeyleri yapmamaya ve bazı şeyleri de yememeye dikkat çekerler. Eğer hasta bu sözleri dinlemez ve ilâçlardan da bir fayda bulamazsa, kabahat doktorun değil, onun tavsiyesine uymayanındır.

Hak celle ve âlâ bize bu varlığı vermiş, hem de tam teçhizatı ile. Geçen peygamberler ve evliyalar bu nimetlerin numûnelerindendir. Bizler peygamberler gibi nefs-i mutmainne sahibi olarak huzur, rahatlık ve tam bir asayiş içinde hem kendimiz, hem de mensub olduğumuz cemiyet için rahat ve huzurlu bir hayat sağlayabiliriz. Zaman-ı saadette ashab-ı Rasûlüllah’ın yaşadıkları gibi...

Öyle ise ey aziz kardeş, eğer sen de bu büyük nimetlerden biraz olsun nasib almak istiyorsan herhalde aklını başını toplayıp nefsinle mücâhedeye çalışmalısın. Bu mücâhedeyi bize emreden sevgili Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemdir.

Bir muharebeden dönüşlerinde sahabe-i kirama karşı, “Ey ashabım! Biz şimdi küçük harpten döndük, amma bunun arkasında bir büyük harp daha var” ve ona hazırlanmalarını tavsiye sadedinde, (Race’nâ mine’l-cihâdil-esğar ilel-cihâdil-ekber buyurmuşlardır. Sen de kulağını aç da bu pek kısa lâkin çok veciz ve geniş mânâları ihtiva eden söze uymaya çalış. Çünkü, kısa da olsa, Cenâb-ı Hakk’ın bize lütfettiği bir hayat müddetimiz var. Bu kısa müddet içinde mühim, hem de en mühim vazife; insanlığın yüksek mertebelerine ulaşabilmek için elden gelen gayreti sarf etmektir.

Bunun için nefs-i emmârenin dördüncü sıfatı olan gafleti izale etmek gerekir ki, bunun için de Kur’ân-ı Kerîm ve sünnet-i seniyyeye uymak lâzımdır. Bu da henüz çocukken ebeveynin ikaz ve gayret sarf ederek çocuğundan gafleti kaldırması ile olur. Eğer çocuk bu yolların dışında yetişmiş ise onu uyandırmak artık ancak ve ancak Allah Teàlâ’nın lütfuna kalmış bir şeydir.

Birinci nefis mertebesindeki mahlûka insan dememize Allah Teàlâ razı olmamıştır. Bu kadar acı ve korkunç bir şekilde, nefsin esiri olarak yaşamaya insanoğlunun vicdanı nasıl razı olmaktadır? Onun için ne yap yap yakanı şu nefs-i emmâreden kurtarıp mutmainneye ulaştırmaya bak. Halbuki nefs-i mutmainneye ulaşmak için arada iki mühim berzah daha vardır. Ancak bunlardan da kurtulduktan sonra insan-adını taşımaya hak kazanılır.

Birinci mertebedeki kimseye, hayvan-ı nâtık dendiği gibi, ikinci mertebedeki nefs-i levvâme sahibine de insan adını takmak doğru değildir. Çünkü sebatsızdırlar. Bir iner, bir biner takımından oldukları için kendilerine itimat caiz değildir. Üçüncü mertebedeki insan ise mülhime derecesinde olmakla beraber henüz yeni olgunlaşmış olduğundan daima düşman tehlikesi karşısındadır. Ve bu makamları atlayabilmek herkesin kendi kendine yapabileceği bir şey olmadığından, mutlak ve mutlak, kemâle ulaşmış bir zatı terbiyesi altına girebilmek için aramak lâzımdır.

Nasıl ki, her san’at, her hüner ve her bilgi, hep sahiplerine lâyık-ı veçhile yapılagelen hizmetlerin mükâfâtı olmuştur.

Sana ufacık bir misal; İznik denilen memleketimizde yatmakta olan Eşref-i Rumî Hazretleri tam on sekiz şeyhe hizmet etmiş bir bahtiyardır. Müzekki’n-Nüfûs adlı eserini gençlik devirlerimde okudum ve çok faydalandım, sana da tavsiye ederim. Oku ve üzerinde dur.

Yûnus Emre, o da bu memleketin evlâdı. Bak ne güzel sözleri var. Mübarek Ramazan aylarında iftar sofralarında okunan kasideleri;

            Ne varlığa sevinirim,
            Ne yokluğa yerinirim,
            Aşkın ile avunurum;
            Bana seni gerek seni!

 Borlu Şeyh Kuddûsî Hazretleri’nin divanı da insanların uyanabilmesi için hem yeter, hem de artar.

Vaktiyle Beykoz’daki Yûşa aleyhisselâmın ziyaretine sık sık giderdik. Rahmetli kardeşimiz Hacı Aziz Efendi de Kuddûsî Hazretleri’nin menâkıbını yanından hiç eksik etmezdi. Vapura giderken biz de bir kamaraya girer onları tatlı tatlı okurduk. Okudukça da zevkimiz o kadar artardı ki... Sen de bu büyüklerin ve hak yolcularının eserlerini, divanlarını, menkıbelerini okumaya ve hattâ aile efradına duyurmaya çalış. Herhalde hem zevk-i manevîye, hem de Hakk’ın gizli sırlarına nail olursun. Evliyalar menâkıbını okumayı da ihmal etme. Herkes ne derse desin, İbrahim Edhem gibi, Yûnus Emre gibi bahtiyarların arasına katılmaya çalış. Dünyan da senin arkandan gelir, merak etme. Şunu da iyi bil ki, Hakk’a hizmet edenleri Hâlık-ı Zülcelâl asla boş bırakmaz.

Nefs-i Emmâre l 187

Sana canlı bir misal: Kabe’ye geldik. Parasız, pulsuz Allah Teàlâ’nın lütuf ve keremi ile Kabe’nin başına gelenler geldi. Öyle bir devletteyiz ki, buna yüz binleri olanlar kolayca erişemez. Bundan sen de dersini al da Mevlâ’ya sımsıkı yapış. Bir gün onun emrinden çıkma, yasaklarından da son derece korun. Çünkü yasakların öldürücü birer zehir olduğunu evvelce de söylemiştik. Hak Celle ve Âlâ cümlemizin yardımcısı olsun da hepimizi şu nefs-i mutmainneye erişen, hattâ onu da geçip râdiyye, mardiyye mertebelerine erişen bahtiyarların arasına kabul buyursun. Âmin!..

Niyazi merhumun şu beyitleri benim çok hoşuma gittiği için size de hediyem olsun;

            Bir göz ki olmaya ibret nazarında
   
         Ol düşmandır sahibinin baş üzerinde.

 Bu mısralar çok derin mânâlar ifade ettiğinden tafsilâtını size bırakıyorum. Diğer beyitleri de şöyle:

            Bir kulak ki öğüt almaya her dinlediğinden
            Akıt kurşunu hemen sen deliğinden.

            Bir el ki olmaya hayr u hasânâti;
            Verilmez ona cennet ehlinin derecâtı.

 Artık sen bunları kendin incele.

Şimdi, dersimiz nefs-i emmâre olduğundan, Cenâb-ı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin, “Küçük harpten geldik, büyük harbe hazır olmak üzere” sözüne geliyoruz. Bu büyük harp nefis ile mücâhededir. Düşmanlarla dövüşmek için hazırlanmamızın lâzım olduğunu bilmeyen kimse yoktur. Hazırlıksız olanlar, netice itibariyle düşmanlarına mağlûp ve onların tahakkümü altında yaşamaya mecbur olurlar. Fakat bir gün uyanıp düşmanlarını kovmaları ve hürriyetlerini sağlamaları da mümkündür. Nitekim emsali her yerde görülmektedir. Fakat Hacı Bayram-ı Velî’nin manevî evlâtlarından Lala Dede’nin söylediği gibi, “Gönle giren çirkinlikleri ve günahları çıkarmak kadar zor bir şey yoktur”. Onun için, “senin baş düşmanın nefsin olduğunu unutma.”

Bak görüyorsun ya, bugün dünyanın her tarafında, müslümanlar var. Bunlardan ehl-i iman olan kardeşlerimizin kulluk vazifelerini güzel, hem de pek güzel bir şekilde yapmakta oldukları müşahede edilmektedir. Buna mukabil İslâm diyarında ve hattâ camilerimizin dibinde oturup da namazdan, niyazdan haberi bile olmayan ne kadar zavallılar vardır. Binâenaleyh, senin asıl düşmanın dışarıda değil, içindedir. Öyle ise, sen, şimdi Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem Hazretleri’nin dediğine dikkat et de baş düşmanın olan nefsinle mücadeleye çalış.

Silâh ve cephanesi olmayan askerin hâli ne ise, zikrullahdan nasibi olmayanların hâli de öyledir, hattâ daha beterdir. Çünkü bu asker ölürse şehiddir, kalırsa da esirdir. Fakat iman ve ihlâsdan mahrum olanların yerinin, ebedî cehennem olduğunu hatırlatmak herhalde boynumuzun borcudur.

Nefs-i emmârenin elinden kurtulmak için iki yol vardır. Birisi riyazet yoludur ki her babayiğidin harcı olmayan zor ve meşakkatli bir yoldur. Abdülkadir Geylânî’nin Bağdat çöllerindeki yirmi beş senelik riyazet hayatını yaşayabilecek bir arslanı görmek çok, pek çok müşküldür; âdeta muhaldir. Hele Beyazid-i Bistamî’nin otuz iki senelik nefsi ile mücâhedesine tahammül edebilecek bir fert bilmem ki, bulunabilir mi?

Nakşîlerin riyazeti ise ancak M. Bahaeddin ve Halid-i Bağdadî gibi muhterem, mübarek zevat-ı kiramın işidir.

İkinci yol zikrullah yoludur ki, kalbin nurlanması, gönül gözlerinin açılması ve hidâyet-i İlâhiye’ye ulaşmaya vesiledir. Fakat bugün bu zikrullahı da yapabilecek ve devam ettirecek bahtiyarlar pek azdır. Binâenaleyh Hak yolcularına ve rızâ-yı İlâhiye’yi isteyenlere muhakkak hem riyazet, hem de devamlı zikrullah lâzımdır.

Fakat günahlardan kaçmadan ve korunmadan ne riyazet ve ne de zikrullahdan matlûb olan faydayı temin etmek mümkün değildir. Riyazet ve zikrullahla beraber Allah’tan korkmayı da borç bilmek gerekir. Bu korku gönle girmedikçe yapılagelen riyazet ve zikirler boşa çıkar. Çünkü bütün hikmetlerin başı Allah korkusudur. Zikrullah ise bu korkunun gönle girmesindeki başlıca âmildir. Onun içindir ki Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Azîmüşşan’ın müteaddit yerlerinde ehl-i imana, “Allah’ı çok zikrediniz” buyurmaktadır. Münafıkları ise Allah Teàlâ’yı az zikrettiklerinden dolayı zemmetmekte ve, “Ve lâ yezkûrunallàhe illâ kalîlâ” buyurmaktadır. Onun için biz mü’minlere lâyık olan âdâb ve usûlüne riayetle hemen her yerde onu lâyık-ı veçhile zikretmektir. onun bizleri her yerde ve her halde bütün harekâtımızı bilmekte, işitmekte olduğunu sakın hatırından bir an bile çıkarmamaya çalış.

Bunları okumak, yazmak, bilmek hüner değildir; belki bunları okumaktan gaye, bildiklerini tatbik etmeye çalışmaktır.

Dünya işleri de öyle değil mi? Nefs-i emmârenin beşinci sıfatı olan irili ufaklı beşyüzü mütecaviz günahların başı; dünya sevgisidir.

Hepimiz bu âleme gelmiş birer âhiret yolcusuyuz.

Hani bu mülkün eski sahipleri? Çalıştılar, çabaladılar fakat burada kalamadılar, kimi genç, kimi yaşlı, kimi bilgin, kimi câhil; hepsi bırakıp gittiler. Bizim de onların peşinden gideceğimize elbette hiç şüphe yoktur. Ne mutlu o bahtiyarlara ki, Hakk’ın emirlerini tutmuş, ibâdetlerini yapmış, günahlardan kaçmış ve bütün mahlûkatın hakkına riayet ederek bu dünyaya gözlerini kapamıştır. Ne yazık o gafil ve bedbaht kimseye ki, mülkünde yiyip, içip yaşadığı mülkün sahibini tanımadan, onun kitaplarına ve Rasûlüne inanmadan, her türlü çirkin ve günah işleri işleyip dinsizler gibi gözlerini yumup bu dünyadan ayrılır.

Ey aziz kardeş, kimseye kalmayan dünya sana mı kalacak? Dinsizlere benzeyerek, imansız âhirete göçmek mi iyidir, yoksa peygamberlere ve evliyalara, sâlih ve zâhid kimselere benzeyerek gitmek mi?

Sana sözümü tekrar ediyorum, iyi dinle! Senin baş düşmanın şu veya bu değil, “Adüvvüke nefsükelletî beyne cenbeyk = Senin düşmanın sendeki nefsindir.” olduğunu sakın unutma. O düşmanını ıslah et ki, seni cehenneme değil, cennete sürükleyen bir yardımcı olsun! Bunları yazmaya sebep seni sevdiğim içindir.

Bu kadar nasihat şimdilik kâfi gelsin de biraz da bu nefs-i emmârenin altıncı huyu olan kibiri kaldığımız yerden anlatmaya devam edelim.

Kibir hadd-i zatında kimsenin sevmediği bir huydur. Musannif rahimehullah günahları, içlerinde kibir de olduğu halde zikrettikten sonra, onu ayrıca ele almaktadır ki, verdiği öneme delâlet eder.

Ahlâkçılar kibirden çok korkmuşlar ve güçleri yettiği kadar kibrin fenalığını bizlere duyurmak için birçok kitaplar yazmışlardır. İmam Gazâlî’nin kibir bahsi hem çok geniş, hem de çok güzeldir. Diğer tasavvuf ehlinden İmam Şa’ranî’nin ve Ebû Talib-i Mekkî’nin eserlerini de okumanızı hem tavsiye, hem de rica ederim.

Tasavvufî Ahlâk'ta da bir miktar zikredildiğinî hatırlatarak okumanızı tavsiye ederim.

Kibrin küçük kardeşi ucûbdur; mülhikattandır. Bunu şöyle anlatmak daha kolay olur zannederim. Meselâ gayet güzel bir un fabrikanız var, ya suyla, ya da elektrikle çalışacaktır. Eğer su gelmezse veya. cereyan olmazsa o fabrika neye yarar? Tevfikât-ı İlâhiye’ye erişmeyen insanların hali de bu çalışmayan değirmene benzer. Onun içindir ki, kibirden zerre miktarı kendisinde bulunan kimsenin doğrudan doğruya cennete girmeyeceği bildirilmiştir.

Hiçbir kibirlinin işlerinde muvaffak olduğu görülmemiştir. Her ne kadar kendi yaptığını beğense de netice itibariyle yıkılır ve perişan olur. Bunu bugün müşahede etmekte olduğumuz da meydandadır. Acem Şahı’nın kuvvetli ordusu ve pek çok parasına rağmen yıkılışı hepimizin gözü önündedir. Daha buna benzer nice insanlar vardır ki, bunun acısını görmekte ve çekmektedirler. Buna binâen herhangi mevkide olursan ol, maiyetindeki insanlara karşı kibir ve gururla değil, tevazu ve hilmle muamele etmek vazifendir. Saadet ve selâmet kibir ve gururla değil! Belki asıl saadet ve selâmet sabır, tevazu ve hilmdedir. Çünkü Cenâb-ı Hak kibirlileri kat’iyyen sevmez; bundan daha büyük belâ olur mu dersiniz?

Hakk’ın sevmediği insanlar, her devrin firavunları gibi yıkılıp gitmişlerdir. Bu da sizlere ve bizlere yetmez mi?

Dünya toptan bu kibirlilerin olsa dahi ne fayda; akıbetleri cehennem çukuru olduktan sonra!

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin hayatı hepimiz için en güzel bir örnektir. O, hiçbir zaman büyüklük taslamadığı gibi fakir ve miskinlerin de davetlerini reddetmez ve bazen onları da taltif makamında, “Allàhümme ahşürnî fî zümreti’l-mesâkîne” buyururlardı.

Yine buyurmuşlardır ki, tevazu sahiplerini Allah celle ve âlâ yükseltir. Kabir sahiplerini ise alçaltır ve düşürür. Onun için kibir ve gururdan son derece sakınmak gerekir. (Temiz giyinmek kibirden değildir).

54 Farz’ın içerisinde de kibrin terki zikredilmektedir. Binâenaleyh, 54 Farz hakkında Gerede Müftüsü’nün yazdığı “54 Farz Şerhi” adlı eserini okumanızı ayrıca tavsiye ederim. Bunlar, müslümanlık taslayan kimseler için çok mühim ve elzemdir. Zira 54 Farz Şerhi adlı eser müslümanlığın tam can noktalarına temas etmektedir. Meselâ kibrin akıbeti ve ana-babaya âsi olmanın ne büyük felâketler olduğu pek açık bir dille bildirilmektedir. İş böyle olunca, ne sofuluğun ve ne de bilginliğin hiçbir faydası olmayacağı aşikârdır.

Tasavvuf! Ahlâk’ın 5. cildinin 116. sahifesinden 124. sahifeye kadar kibir hakkında malûmat vardır, sonunda söylenenleri şuraya da yazalım:

“O kul ne kötü kuldur ki, kibir ve gururla büyüklenir de büyük olan Allah’ı unutur. Yine o kul ne kötü bir kuldur ki, zulmedip haddi aşar da Cebbâr-ı Âlâ olan Allah’ı unutur. Yine o kul ne kötü kuldur ki, hakkullahdan gafil olup oyunlara ve günahlara dalar; yarın gireceği mezarı ve çürümeyi unutur. Yine o kul ne kötü kuldur ki, tuğyan edip kibirlenir de mebdeini ve müntehâsını unutur”.

Nereden gelip nereye gideceğini de düşünmeyen zavallılara ne demek lâzım olduğunu artık sen söyle.

Musibetlerin nevileri, adetleri pek çoktur; baş ağrısından, diş ağrısından tut da, insanları ıztıraba düşüren, çoluk çocuk gailesi, geçim sıkıntılarına kadar. Bir de böyle kibir ve gurur ile vakitlerin boşa geçmesi kadar büyük felâket tasavvur olunamaz.

Yukarıdan beri anlatılagelen nefs-i emmârenin kötü huylarından kurtulabilmek için insanın sa’y ü gayreti kâfi gelmez; ne kadar riyazet ve zikirlerle meşgul olsa dahi. Zira her işte olduğu gibi bu kötü ahlâklardan kurtulabilmek için de mutlaka mülkün sahibi olan Allah Teàlâ’nın yardımını ve hidâyetini j istemek mecburiyetindeyiz. Cenâb-ı Peygamber’in  Hazret-i Muâz radıyallahu anha ta’lim ettiği bir dua vardır ki, bu dediklerimizi te’yîd eder. Dua şu:

Allàhümme einnâ alâ zikrike ve şükrike ve hüsni ibâdetike

Allah Teàlâ’nın yardımı olmadan hiçbir işte muvaffak olmak mümkün değildir. Kur’ân-ı Azîmüşşan’daki bütün dualar bunu göstermektedir.

<< Önceki Sayfa | İçindekiler | Sonraki Sayfa >>